3 Temmuz 2012 Salı

meğer



O yaz  Ağustos böceklerinin en çılgın şarkılarını söyledikleri bir yazdı. Bir semt, bir pazar, kızgın beton yığınları... En eski uykulardan derin bir sohbet var ki,  gerçek oydu belki de. Hâlâ o sokağın başında, o kopkoyu sohbette bulurum kendimi ki, geçenlerde o sokaktan geçtik birlikte. Mutluluğun hüznüydü o an. Ya da hüznün mutluluğu. Hiç bir çaba boşa gitmez deyip duruyordu bir ses kulaklarımda. Bilinç altı, bilinç dışı ya da bir linç girişimi... Sadece bir an. Her biri birer fotoğraf karesi gibi ve biribirlerinden kopuk. Oysa o koyu sohbet hiç bir zaman geçmemişti aramızda. Gerçek oydu, gerçek fena oydu o an.


Deniz kuşlarını ilk farkettiğimde onlar için şiirler yazdırmıştı o farkındalık. Çünkü yazdı. Değirmendere’den kopamayışım bu yüzdendir belki de. Aklıma geldikçe, sanki oralarda hep yaz mevsimini yaşamışım gibi hissederim  kendimi. Kışa dair tek anımsadığım okul servisi ve en arkadaki yerimden ön çapraza dalıp dalıp gittiğim renkler var. Turuncu ve haki yeşilin biribirine en uyumlu renkler olduğunu düşündüren renkler. Ne çok sevmişim o renkleri ben meğer...


Geriye dönüş yolunda kaybolup gider yolunu bulan sular gibi sürü sepet ben'ler. Konuşmaya hiç ihtiyaç yokmuşçasına, ne düşündüğüm sanki bilinmek zorundaymışçasına bir boşvermişlikti o. “Benim bir hayatım var!” gibi bir söz öbeği, olmayan bir beklentiye ancak bu kadar net yanıt verebilirdi ki, hâlâ şaşırabilmenin  iyi bir şey olduğunu bile düşündürebilmişti bana... Fiyasko da burada başlamıştı bana göre. Hiç bir beklenti yoktu ki zaten. Olabilir miydi? Olabilirlik konusunda nasıl bir profil sergilediğimin canı cehennemeydi. O kadar hesaplı yaşamasını becerebilseydim benim adım da “akıllı” olurdu hem. Yaşam öylesine hızlı akmıştı ki o zamana değin, kimler hangi yollardan nerelere vardılar ya da vardıklarını sandılar, bilemedik doğrusu. Anlamak, anlatılarla oluşabilecek bir durum belirleyicisi değil ki. Bir sözcüğün fotoğrafı herkese farklı görseller oluşturduğu sürece de bu böyle kalmaya mahkûm... Oysa ona yüklediğim görev fütursuzcaydı, kendi gibi bilmeliydi beni. Çünkü ben onu öyle bilmiştim. Öyle...


O yüzdendi anı tozlarını havaya doğru saçıp savurmalarım. Onlar benimdiler ve ancak benim tasarrufumda o kadar yükseğe atılabilirler, ancak o derece saçılabilirlerdi...


Suyu zamanında verilmeyen bitkiler gibi büyümüş ve serpilmiş olmanın hezeyanlarıydı ilgiye ve konuşulmaya muhtaçlık, ama herkesten de saklanıp durmuştum nedense. Bir kez bile maçımı izlemeye gelmemiş olan anneme de dahil olmak üzere, gereksiz bir ayrıntıdan ibaret kaldı bir süre sonra herkese dert anlatmak. Kâşifler devri çoktan bitmişti, bu yüzden de kimseye bahsetmedim keşiflerimden. Renk körlüğü bile keşifler arasındaydı ve yeşile mavi, turuncuyaysa sarı denmesine dayanmıyordu bu yürek!


Nasıl da üzülüyorum sahaya sıçma hissiyle çıkmış o kız çocuğunun tribünlerde annesini ararken takındığı o şaşkın ve çaresiz tavra şimdi. Saçlarımla oynama tikim ilk kez gözlerim tribünleri kolaçan ederken oluşmuş ve antrenörüm herkesin önünde “önüne baksana ne yapıyorsun?!” diye azarlamıştı beni. Sesler bir anda buza kesmiş ve yalnızca topun parke zeminde yankılanan ritmi kalmıştı kulaklarımda. Korkmaktan korkmanın saçmalığını, tribündeki reddimle harmanlayıp, her bir seyircinin sanki bunu biliyormuşçasına bana hiç gözükmeyişleri ve tüm antogonist duygularımın harekete geçmesi, davranış bozukluklarımın tamamına zemin hazırlayabilir miydi? “Kavgalar hayatın olmazsa olmazı.” yolunda bir bilgeliğe(!) çanak tutabilirdi belki. Konuşarak anlaşmak olanaksız. Çünkü herkes bağırıyor. Örnek aldığım herkes. Annem, antrenörüm öğretmenim.


Mehmet Çolak. Türkçe öğretmenim. En çok onu seviyorum. Şiveli olmasına karşın Türkçe’yi çok düzgün kullanıyor. Mevsim geçişlerinde üzerindeki kıyafetlerin naftalin kokmasına, ispanyol paçalı gabardin pantolonunda iki ya da üç çizgi olmasına, renk uyumundan bîhaber  olmasına karşın, temiz pak bir adamdı. Kemerli ve kanatları iki yana doğru yayvan bir burnu olmasını, sürekli olarak onu işaret parmağıyla karıştırıyor olmasına bağlayışıma hâlâ gülerim. Mehmet Hoca, müzik öğretmenimiz olmadığı için müzik derslerine de girerdi ve notaları asla doğru sesleyemezdi. Bunu bilir ama ona hiç bir şekilde söylemez, dersi anlatmasını izlerdim sadece. Öyle sert ve ani dönüşler yapardı ki önemli bir şeyler anlatırken, kalın bağlanmış kravatı onca kısalığına rağmen havada bir yay çizer, ön sırada oturanlara hafif bir rüzgâr estirebilirdi tütün kokusuyla karışık. Bu adamın doğru bildiğinin ardında bu kadar sert ve keskin durmasıydı bekli de tam olarak ona hayranlığımın nedeni. En çok önemsediğim ders Türkçe olmasına ve adeta kımıldamadan onu dinliyor olmama karşın günün birinde konuşanın ben olduğumu sanıp yüzüme sert bir tokat aşkettirmiş olması, “yanlışlıkla birine vurmayı” legal hale getirmişti  gözümde ve keşiflerden de sadece biriydi... Kazayla adam ölüyor lâfını haklı kılmaya çalışan otoritelerce yıllardır bu millete neler yapıldığına anlam vermek ve aradan sıyrılıp kazık kadar olunca bunların tamamının insana dair işler olduğunu anlamak ve sonra da mizahî bir anlatımla “az gelişmiş ülkenin az gelişmiş çocuklarıyız”a montelemek son derece yakışıksız esasen. Ama neylersin, dere kenarında yetişen koyu yeşil maydonozlarız biz, en keskin havalarda bile dimdik ayakta kalabilen... Tıpkı ayakta ölen bir paranoyak gibi, durum kollarken bulduk hep sonra kendimizi...


Seninle sohbet etmeyi çok özledim. Ki hiç etmemiştik. Bunu söylemiş miydim bilmiyorum. Hep üstünkörü konuşmalar nedense. Ne kadar kendimi ortaya koyma çabasında olduysam, o kadar ele verdim sakat taraflarımı. Gereksiz bir çırpınış bu tabii ki. Ama bazı refleksler hiç değişmiyor, tikler gibi tıpkı. Ben hâlâ dert anlatmak ihtiyacında olduğum zamanlar, saçlarımla oynarım...


Depremde zarar görmemiş oturduğumuz ev. O evin birinci katındaki balkon kesinlikle daha büyüktü eskiden. Sokaklara doğru gitar çalmak, tribünlere karşı top oynamak kadar anlamsızdı ve gözlerim kimselerin geçmediği o yolda aslında yalnızca bir kişiyi arar dururdu. Çünkü "Let it be" sıkı parçaydı...


Bir semt, beton yığınlarından yüzüme vuran sıcak, oralarda bir yerlerde olmak ve cesur ama aciz parmaklarımla çalmaya çabaladığım gitar neredeyse bir tapınma aracına dönüşüyor, zaman öylece duruyordu. Çizik bir plâk gibi aynı yerden başa sarıyordu kavgaların süt dökmüş bir kediye dönüşünü tekrar tekrar dinlemek. Bir yanı tereddüt, diğer yanı limitsiz güven.


Ne sanat ne metafizik ne de diğer değerler derman olmuştu o yazın sonunda yaşadıklarıma. Ki bir yanda emek ucuzladıkça, diğer yanda konforun arttığı bir dünya gitgide meşrulaştırılmıştı göz göre göre. Kaygı, önüne geçilmez bir duyguydu artık. Uyku zamanları azaldıkça, karanlık anlamsızlaşıyor, gece o güzel büyüsünü yitirdikçe, ben de yitip gidiyordum sanki... Bir süreliğine buralarda olamayacaktım ve bunun kimseyi ilgilendirmediğinden de olabildiğince emindim. Nasıl olsa dertleşmek benim işim değildi, bu yüzden rahattım. Ekmek almaya bile çıkmaksızın aylarca evde olmak, hiç canımı sıkmıyordu. Evde televizyon, internet, telefon gibi iletişim araçlarının olmaması da umurumda değildi. Eve gelen dostların çağrılarını yanıtsız bırakarak dışarı çıkmayı istemememin ardında neler olduğunu daha sonra öğrendim ki, kendimden korkmayı, korkmaktan kormak kadar saçma bulduğum için o kısmı da es geçtim... Okumak bile huzursuz ediyordu. Başladıktan iki sayfa sonra sinirlenip kenara atılmış kitaplar mezarlığı, kütüphanenin en alt rafıydı ve oraya  konuyordu bir ihtimal elim deyer de belki daha sonra okumaya katlanabilirim diye... Bir çoğunu sakince okudum  bir ara, sinirlenmenin oldukça yersiz olduğunu anlamıştım. Odada dekorun bir parçası gibi öylece oturmak ve hiç bir şey düşünmeden karşı duvara bakmak, yapılabilecek eylemlerin en doğrusuydu. Kavganın ve dövüşün en büyüğü, en canhıraş, en yaralayıcı olanıydı. Renkleri, hele turuncuyu ve hâkiyi asla algılayamadığım bir dönemdi o yaz sonu, ki her şey gibi geldi, geçti gitti. Ben oralarda değilken gitti üstelik. Onu uğurlayamadım bile...


Ardıma bakmaya fırsat bulamadım. Çünkü önümde beni  girdap gibi içine çeken bir tempo oluşmuştu. Ayaklarımın feci bir şekilde koktuğunu hissettim. Doktor bunun nedeninin hareketsiz bir yaşam olduğunu söyledi. Ben ve hareketsizlik... Neyse ki ayaklarımdaki o iğrenç kokudan bir ay sonra eser kalmadı. İlginçti insan denen organizma. Şartlara göre kendini şekillendiriyor, alışageldiğinin dışına çıkılınca değişik reaksiyonlar verebiliyordu. Tabanları  iyice yağlamıştım artık. Dışarısı olabildiğince hızlı ve gündelik bir ritmle akıyordu. Yakalayamıyordum. Bir ara hırs yapıp içine girmişliğim bile vakidir ama bir süre sonra öylesine anlamsız geldi ki... Bu inanç ve güven kaybını sorgulamam gerekiyordu. Anlaşılmak gibi bir kaygım kalmamıştı ama anlamak önemliydi.


Ancak gelinen yerde gördüm ki, kimse kendini anlatmıyor, herkes kendini adeta pazarlıyordu... Kimileri dini kullanarak, kimileri Atatürk’ü, Kemalizm’i kullanarak pazarlıyor, kimileri de devrimciliği ve solu kullanarak yapıyordu bunu... Asgari maaşların 700 tl. civarında olduğu yarısı aç bir memlekette hergün 50 lira 100 lira hesabı birahane masalarına bırakarak, yardıma gidenleri de o masalara meze eden devrimcilerle(!) dolmuştu ortalık... Meğer... Ya da hep öyleydi. Hep öyle!


Kurulan tüm cümlelerin kapı kulu askeri meğer!..
Bu dünya oyun oynamak için gerçekten de çok darmış...
Bizlere kimse oyun alanı bırakmamış.
Ben o renkleri ne çok sevmişim meğer... 
Derin derin sohbet etmeyi de çok özledim üstelik. 
Ki bilirsin, daha önce hiç sohbet etmemiştik...


“MEĞER”
j.ak
3. Temmuz.2012


                                                                                        

2 Temmuz 2012 Pazartesi

adresler


yıllardır aynı adreslerde yokluk
ve kayıtsız burjuva rehavetinde
verilen her soluk
makarnalar yağdı ödüllü nobelli
bardaktan boşanırcasına,
şimdi artık
hepimiz şuyuz, buyuz...

aşk da kurban gitti bu arada
dur durak bilmeyen inanç tutkusuna
sessiz düşünebilmeyi başardığımda
bir ara uğrarım yanına.
unutmadım oysa dile kolay
kim bilir hangi çocukluğumda
verirken bakkala,
iki ekmek bir gaste parasını
içimden mırıldanırdım
malûm Lennon parçasını.

yıllardır aynı adreslerde,
mülkiyet meltemi eserken ılık ılık,
ılımlı bir ab grubu programı başlar
ki  hiç bitmez
ki hiç bitmez...

“adresler”
j.ak
24.Haziran.2012