26 Mart 2017 Pazar

aynadaki normaller

bilmezdik ilk gençlikte;
tekelindeymiş ekin meğer
mutlu çoğunluğun.
ve kanayan yerine ektiler
bu hoyrat tohumu
göğüs boşluğumuzun.
yabancısı olduk birden bire
içine doğduğumuz
şu başıbozukluğun,
ilk gıdası oldu
çocukken akan gözyaşlarımız,
devrim tomurcuğunun.
sonra bir ara
hep seherini yaşıyoruz sandık
aynada bulduğumuzun,
ve aynı ellerin
büyüsüyle kaybolduğunu gördük
en çok güven duyduğumuzun.
bir normalleşme isteği geldi
karşı kıyısından sonsuzluğun,
oysa biz
çoktan kıymetini biçmiştik
yalnız ve serin mutsuzluğumuzun...
"aynadaki normaller"
j.ak
26.Mart.2017


25 Mart 2017 Cumartesi

JAZZ, DİN ve MÜLKİYETÇİLİK...

İyi bir jazz dinleyicisi, bir zamanlar mutlaka blues türü müzik de dinlemiştir. Çünkü jazz blues çıkışlı bir türdür.


Bluesun tarihçesine baktığımızda hepimizin bildiği üzere Afrika'dan Amerika'ya gemilerle kitleler halinde getirilmiş olan köleleri görürüz. Beyaz adam, Afrika'nın elmas madenleri av hayvanları ve bilumum doğal kaynakları yanı-sıra, kıtanın siyah derili insanlarını da kendisine köle etmiş, asırlar boyu sömürmüştür. Bu şiddetli sömürü ve baskıyı ciğerlerine kadar yaşayan siyah adam, yaşadığı zulmü, insanlık dışı haksızlığa olan protestosunu, müzikle sublime etmiş ve pamuk tarlalarında bir ağızdan yakarmaya başlamıştır. İşte en eski ve en çarpıcı protestolar, bulundukları coğrafyalara göre "Missisipi Blues", "Delta Blues" şeklinde adlanan ilk örneklerde görülmüştür.

Bluesun ilk örneklerini veren siyah adamlar, zaman zaman öldürülmüşlerdir. Köleler arasında kitlevi kalkışmalara sebep olmasınlar diye aradan kaldırılmış pek çok protestocu bulunmaktadır. Yasaklı olan bu türün icracıları çiftliklerin karanlık odalarında dile getiriyorlardı protestolarını. Ama öyle bir dile getirişti ki bu, onları dinlemeye gelen köleler arasında bunu sahibe gammazlayan birileri çıkar korkusuyla, karanlık bir odada ve yüzleri duvara dönük bir şekilde yükseltirlerdi seslerini...

Bu durum beyaz efendilere iyice rahatsızlık vermeye başlamıştı. 
Bu protestoların bir şekilde manüpile edilmesi gerekiyordu ama nasıl?


İşte DİN burada devreye girdi ve kilise rahipleri bu işe el attı. Protestolar yakarı'lara, dualara evrildi. İşte Gospel orkestralar böyle doğdu. Ve beyaz efendilerin güzel sesli köleleriyle "iftahar" etme hikayesi de böyle başladı. Bu durum zamanla öyle trajik bir hale dönüştü ki kendini ancak bu yolla ispat edebilen köleler arasından, efendilerinin gözüne girebilmek için en sert protest sözlerini yumuşatarak deformasyona uğratmak durumunda kaldılar.

Artık siyah adam beyaz efendinin yemek davetlerinde adeta sofranın mezesi olmuştu. Öyle ki bu durum çiftlik sahibi efendiler arasında bir yarışa çevrilmişti.

Derken müzik sözlerin önüne geçti ve kendini müziğiyle ıspatlamış olan afro Amerikalılar bu kölelik girdabının içinden sıyrılmaya başladı. Amerikan iç savaşı çoktan yaşanmıştı, köleliğe karşı hareketler başlamıştı. Ama güneyde işler kolay kolay düzelmiyordu. Artık daha farklı bir dönem başladı. Efendinin elinden kurtulmanın legal bir yolu gibi görülüyordu blues, yani HÜZNÜN MÜZİĞİ...

1900'lü yıllara gelindiğinde değişen koşullar, -endüstri ve sanayideki gelişim, hareketli yaşam-, müzik türlerinde de kendini gösteriyordu. Blues müziğin ilk örneklerini veren afro amerikalılar daha hareketli, daha çok enstrumanı içeren jazz türünü çıkarmışlardı blues bünyesinden... Jazz orkestraları, Amerika'da çılgınca dans edilen gece kulüplerinin adeta vazgeçilmezi olmuşlardı. Siyah adamlar adeta yine "beyaz efendileri" eğlendiriyorlardı. Dans etmeye gelen beyazların büyük ekseriyeti de buna böyle bakıyorlardı.

Ancak durumu bu şekilde değerlendirmeyen beyazlar da git-gide çoğalmaktaydı. Özellikle müzisyen sanatçılar arasında, zenci müzisyenler hayranlıkla kutsanıyor, hatta bu tavırlarından ötürü zenci düşmanı "ku klu klans" olarak bilinen çeteler tarafından dövülüp öldürülmekle tehdit ediliyorlardı. Ama bu durum Jimmy Dorsey, Tommy Dorsey Helen O'Canner gibi beyaz sanatçıların çok da umurlarında olmuyordu...

Her ne kadar artık "beyaz" big band'ler de yavaş yavaş kurulmaya başladıysa da, dönem II. Dünya Savaşı'na gelip çatmıştı. O buhranın ve bir sürü ölümlerin acıların içinde insanlar çılgınlar gibi eğleniyor, dans ediyor ve bu şekilde morallerini ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Ve tabii ki savaş dönemlerinin yükselmekte olan değeri milliyetçilik Amerika'da had safhalara tırmanmıştı. Sadece beyazlardan kurulmuş olan jazz orkestraları Amerikan askerlerinin savaştığı bölgelere gidip onlara moral konserleri veriyorlardı. İşte Glenn Miller orkestrası böyle bir orkestraydı. Ve jazz bu dönemde afro Amerikalı'nın elinden alınıp beyazlaştırılmıştır. Yani en başta din ile manipüle edilen protest hareketin uzantısı olan jazz da siyahken bir anda pirupak beyaz oluvermiştir... Böyle olduğuyla kalmamış, adeta orta ve üst sınıf eğlencesine dönüşmüştür.

Şimdi ben bunları neden mi yazdım? Dün gece jazz dinlemeye gitmiştim. Giriş ücretinin oldukça pahalı olmasını hiç önemsemiyorum çünkü müzisyenlerin kazandıkları parada asla gözüm yok. Ama kendilerine o müziği icra etmek için buldukları mekan öylesine kaptırmıştı ki kendini bu mülkiyet tutkusuna, içeri girdiğimizde neredeyse tüm masaların üzerine "rezervasyonludur" yazılı birer kağıt parçası konulmuş olmasına karşın, tümü boştu masaların. Konserse başlamak üzereydi...

Jale ALTUNEL 
25. Mart.2017

20 Mart 2017 Pazartesi

Ergenekon

çoramış bir topraktan fışkırdı bahar
yeşil bayramların kanlı ve ateşli patlaması
ve milyonlarca sözdü kökleri 
göklerdeydi gözleri.
doğurgan, gür memeli, genç ve asi erkenekün
gezdi, gözdü çoramış,
güzdü, güldü...
aslında dün,
hoyratlığı karşısında sabanın,
yarılmış bedeninde toplamıştı çiğlerini sabahın
bir soğuk ki,
yel desen değil,
buz desen değil.
ürperdi içine işlercesine,
sakındı baharın köklerini cayır cayır!
yemyeşildi bahar...
yeşil bayramların, ateşli patlamasıyla coşkun!
yağmur istiyordu bahar,
Nisan gibi,
devrim istiyordu bayram,
Ergenekon gibi...
"Ergenekon"
j.ak
19.Mart.2017


semeni...