26 Ağustos 2011 Cuma

DÜŞ ÇEKTİRMEK

elinde koskoca bir ket
vurur faili meçhul anılara
egoların düşçüsü...
çürümüş bir düş acısı diyorum bu
ki geleceğin köprüsü.
görmüş müydün tamamını?
bilemem.
soğuk ve yağışlıydı sadece kışlar
ve deniz kokusunu taşır dururdu hani 
bizim oralara kuşlar
anımsar mısın?
boş ver...
idelere kanal tedavisi olmazmış
öyle dediler.
ve çürük düşler çekilmezlermiş. 
faili meçhul anıların altından
bir yenisi çıkmasın diye...
süt düşleri çünkü
bir defaya mahsus çiğner ve tadarmış
pürtelâş tebessümlerini yüreğin.
şimdi,
ellerinde koskoca bir ket,
vura vura,
kıra döke
çürüğünü o düşün,
yok eden bir düşçünün
erir kar arlarında
atıl ve bahaneci
bir dönüşüm...

“düş çektirmek”
j.ak
25.Ağustos.2011

18 Ağustos 2011 Perşembe

DEKMAN!


Taraf olmaktan imtina eden bir sanatçı üzerinde baskı kuran PKK kuyrukçularını izledim bu gece. Sosyal paylaşım sitesinde sosyalistçilik oynuyorlardı ve sanatçı arkadaşımı bir daha kitaplarını okumamakla, kitaplarını bir geceliğine kütüphaneden indirip yere koymakla(!) falan tehtid(?) ediyorlardı. “Sen bu olamazsın” diyordu biri, “Çok şaşkınım çook!”  diyordu öteki...


Siyasal temelsizlikle yaftalanan sanatçı, sonunda PKK terörünü lanetleyen yazısını sayfasından kaldırıp, yeniden koydu yazısının altındaki yorumlar silinip gitsin diye... Çünkü damgalıyorlardı, “faşist”, “ırkçı” oluvermişti bir anda o güzelim “ışık adam”... Çamur at izi kalsıncı bu küstahça linçlere kaç kişi dik durabilir ki, böyle tuhaf bir ortamda?


Yıllarla edinmiş olduğu bir duruş, okuru kucaklayan bir hümanizm ve yirmi beş yıldır bildiğim o çok, pek çok çalışkanlık... İşte bir kaç çapulcu yüzünden avuçlarından kayıyordu tüm bunlar. Hem de bir anda!  Şehitlere üzüldü ve bunu bir yazıyla dile getirdi diye.

İletişimin .okunun çıktığı son yıllarda, özellikle sesini büyük kitlelere duyurabilmiş sanatçıların etrafında toplanan fanatik(!) sevgi yumağı bu tayfa, ne yapıp edip, lâf cımbızlama konusunda da atak davranıp, o kişilerin insani duyarlığını kendi davalarına meze etmekte son derece başarılı bir psikolojik harekâtı gerçekleştirmektedirler.

Yani sözün özü, belli bir kitlesi olan sanatçılarımıza;

“şehitlerin ardından ağlamak ve PKK terörünü lanetlemek YASAK EDİLMİŞ durumdadır”...

***



Hergün şehit haberleri alıyoruz. Bu kızıştırmanın ardından sözde Kandil’in bombalanması ve çocuk kandırır gibi, “ramazanın bitmesi beklenmeden(!)” yapılması, ardından bir kara harekatının da yapılacağının sinyallerinin verilmesi, ister istemez insanın aklına bazı soruları getiriyor. Suriye’nin bölüşülmesinin başlangıç ayağını oluşturan bir tezgâh mı bu, göreceğiz.


Şehit sayısı mıdır Başbakanın tepesinin tasını attıran? Bir iki falan olduğunda bu sayılar, Er Rıfkı Damar tek başına şehit olduğunda tepemizin tası atmıyor da şu kadar sayı olduğunda mı ramazan falan beklemiyor operasyon yapıyoruz? Onu bile haber vererek yapıyoruz hem de... Ki hava(n)da su dövmenin havadan yapılanını izleyeceğimiz de gün gibi aşikârdır.


Sabrı bitmiş başbakanımızın. Yahu nasıl bir söylemdir sabır bitmesi? Sabrın bitmesi için gereken belli bir şehit sayısı eşiği mi var acaba  başbakanda. 15 falan olunca bitmiyor sabır ve daha beklior. Elinde otuz üçlük tesbihi, sabır sabır diyor herhalde. Bir ayda otuz şehit olunca sabır da bitiyor demek ki, o derece. Gerçekten ürperten ve şok eden bir açıklamadır bu. Kepazeliktir! İnsan canından bahsediyoruz yahu, evlât canından bahsediyoruz, bahçemizi gagalayan komşu tavuğundan değil, ya da müziğin sesini açan bir komşudan değil... Sabır ne alakadır!


Suriye’de karışıklık ramazan sonu hasılat toplanması şekline dönüşecek. Kara harekâtının başlama dönemiyle eş zamanlı olacak bu herhalde. Yoksa Amerika durup dururken Türkiye’ye neden Kandil iznini versin ki?

Şu Kandil izni(!) için bir ayda otuz vatan evladı canından ve hayallerinden oldu. 

Şimdi mi yapılır operasyon? On iki terörist etkisiz hale gelir belki. Yani şehitlerimizin kanı yerde kalmamış(!) olur. Sonra peki? Aynı tas aynı hamam. Ama pek tabii Amerika da bu Kandil’e izin jesti ardından Ortadoğu’nun en kahraman jandarmasından bazı ufak tefek fedakârlıkları ister mi ister. E olacak artık o kadar.  Biz de eşek değiliz ya, ufak bir ricanın lâfı bile olmaz diyeceğizdir. Müttefikçilik oyununun son perdesi için sıvanmaz mı bizim müttefikperver hükümet? Sıvanır. Hatta her an sıvanık bekler!


Oysa terörü bitirmek isteyen, bölücülük yapanları siyasetten uzaklaştırır,

Terörü bitirmek isteyen, Kandil’e habersizce gider ve bombalar, biz günler öncesinden bilmek yerine, bir sabah Kandil’i bombaladığımızın haberini duyarız aniden.

Terörü bitirmek isteyen, Güneydoğu’da OHAL ilân eder... Ve daha neler neler yapar herkes biliyor.

Ama tüm bunları yapabilmek için önce kukla olmayan bir hükümet gerek.  Ki o kukla olmayan hükümet varını yoğunu savaş uçaklarımızdaki çipleri etkisiz hale getirebilmenin teknolojisine harcasın... Aksi halde mahalle arasındaki erkek çocuklarının DEKMAN oyunu gibi biz de masuzcuktan gider geliriz Kandil’e...


"Son günlerde sınır ötesi operasyon söylentileri örgüt içinde korkuya neden oldu. Bütün kamplar boşaltıldı"


Deniliyor PKK için. 

Fıratnews sayfasındaysa ANS’den alınan haberde terörislerin hiç bir kaybının olmadığı vurgulanmış. Ne olsaydı ki? 

Bu düpedüz danışıklı dövüştür. Şu kadar şehit verilmiş, haydi bir koşu gidip Kandil’i bombalayalım, haberimizi de verdik nasılolsa, “ey PKK aman ha çekilin oradan çünkü biz bir kaç bombalama yapacağız, Allah korusun bir yerinize bir şey olmasın” havasında bir operasyondur bu. Şehit haberiyle sarsılmış olan halk bu gece rahat uyusun da sahur eda etmek üzere kalktığı zaman, üzüntüsü yüzünden iştahı kaçmasın!


Yahu göz var izan var.Durum ortada işte. PKK’lı terörisler ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyor, dolaştığı da yetmiyor, dayılanıyor, can alıyor pek âlâ. Siyasal uzantıları hergün ayrı tehditler savuruyor ama kimsecikler ilişmiyor… Terörle yıllarca mücadele etmiş olan askerlerimiz durmaksızın tutuklanıyor.  Memleket diyen aydınlarımız tıklım tepiş doldurulmuş mahpus damlarına… Bizim başbakan da otuz üçlük tesbihi elinde, “sabrımız bitti” adlı şarkısını icra ediyor… Gerçekten çok trajikomik şeyler bunlar. Ve artık tirajı da komik. Kimseler rağbet etmiyor artık bu palavralara ki yazarken bile utanıyor insan.


Amerika Kandil iznini vermekle kalmayıp bir de yeni bir bomba  kullanmamıza müsade buyurmuş. Ne müttefik ama! Bu jesti, kara kaşımız kara gözümüz için yapmış olsa gerek. Bu bomba hiç bir şeye benzemiyormuş! Mağaraların içine de tesir ediyormuş. Amerika neredeyse bir ön sevişme safhasındadır ki sonrasından allah bizi korusa bari!


Yazıktır günâhtır… Evlatlarımıza bu oyunun parçası olurken biçilen rol “şehitlik”tir maalesef ve tek gerçeklik budur.

Türk halkıysa APTAL yerine konmaya devam ediliyor.

O aptal yerine konan halkın içinden yetişmiş sanatçılarsa belli saflara çekiliyor. Bu saflaşma Ahmet Kaya’yı anma törenleriyle başladı, sonra “yetmez ama evet” e meze edilen kuşlar öttü, sonra Aynur Doğan’a ağlak ağlak destek vermeye üşüşenler türedi…


Ey hükümete şirin gözüküp bazı organizasyonlarda  kaymak ödenekleri kapma telâşındaki sivri zekâlılar;

Mutlu musunuz?

Kaymak ekstralardan ne haber?

İşler iyi mi bari?

Bak,

Çocuklarımızı yitiriyoruz,

Onlar için yazılacak sözünüz,

Bestelenecek müziğiniz hiç yok mu?

Hiç mi titremiyor içiniz?

Sadece aşk acısını mı bilir o bencil yürekleriniz?

Yoksa yasak mı var size?

Üzülme yasağı yani, şehitlerimize?

Biz mi?

Biz kanmadık, kanıyoruz

Yıkıldık ve yanıyoruz,

Kandil’e gitti ordumuz…

Dekman oynamaya!



bahsetseydik filbahri çiçeklerinden...

kanatların ne renkti kuzum?
göremeden uçtun.
çift haneli rakamlarla anılmayınca
yok sayılanlarındansın
bu yurdun.
gözlerin ne renkti?
göremeden yumdun
haberlerde tek satırla okudular seni,
görmedim gözlerinden akan 
dipdiri hayallerini.
bak, 
kanından bir göl oldu memleket
eğilip de nasıl boyun eğdi bilir misin?
O kanı içerken  hükümet
ve ağlıyor şimdi
çaresiz anan baban,
koca bir seni sırtlanan
içerken kanını  
bir sürü aç sırtlan!
bak, 
şimdi küçük hesaplar yapıyor 
sanatçı müsveddeleri.
onları alkışlıyor 
mütareke kalemşörleri.
yaladılar, 
ölmene geçit verenleri kuzum,
yaladı ve içti her biri 
gür kanından birer yudum...
başka şartlar altında tanısaydım keşke seni
meselâ, 
sen ölmemiş olsaydın
ve bahsetseydik sen ve ben,
Eminönü-Kadıköy vapurunda
filbahri çiçeklerinden...
ve o sırada bir parça koparıp,
martıya fırlatsaydın  simitinden
öylece yanımıza geliveren...
bir bilsen, 
ölümünden nasıl da hepimizi 
sorumlu tuttum!
kanını içenlerin 
doymak bilmez nefesleri 
çarparken yüzüme
ve adın okunurken 
haberlerde pişkince,
insan olmaktan utanç duydum,
insan olmaktan utanç duydum...
Sahi umutların ne renkti?
Ve yüreğine 
kaç sevda deymişti kuzum?
ey oyuna gelenler duyun
er rıfkı'nın gözleri
şehit kırmızısı
ve umutları vardı eflâtun!
bilir misiniz o daha yirmibirinde
ve sevdalarını bıraktı küçük elleri
filbahri çiçeklerine,
hayallerini bıraktı yüreği
filbahri çiçeklerine...




“bahsetseydik filbahri çiçeklerinden”
j.ak
16 Ağustos.2011



Şehit Er Rıfkı DAMAR
Nur içinde yat...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

DIŞARDA...

başlangıç; sıfır...  kaçış, kalenin doksanbeşinci açısından out.

kalış; gidilmemiş hiç aslında, hiç gidilmemiş. sadece çıkılmış outa. öylece kendiliğinden.

koca bir memleket dökülse içimden, bir sen tutacağı bulur, boşluğuma tutunursun. ya da ben kıyamam da zora sokarım sen perhizlerimi.

kesişme noktası yok. paralel seyrin kale arkasında sonsuzluğa uçan toplarız. bir derece farkla. bir derece deyip geçme, ışık altındaki ölü kelebeklere mezar yeri oldu o bir derece yüzünden karnım...

ve ölü bir şehrin sekizinci katına taşısınlar bulunduğum evreni. sekiz deyip geçme tek haneli en büyük çift rakamdır sekiz. en büyük bizin tekil hali benim.

sekizinci kılığa girmiş, kumdan kalede aptal bir benin, tarifidir o paralel. tüh ki tüh!

sen ki hayvanlar üzerinde test edilmiş şeyleri..,  evet şey dedim şey.  o şeyleri, kadınlarda görmekten seksüel dürtüler duyardın. duyar mıydın? Kim bilir? boşver.

İstanbul’a ait dizelerimin tümü yoğun bakımda. 

ki bodrum’u da acıyor artık ellerimin. ve ayaklarımın tüm yurdu yanıyor, deniz suyu olmayan yerlerine yürüyeceğim memleketin. 

kesişebilmemize olanak yok. 

artık la belle’in adı kaldı. kendi kim bilir hangi cehennemde cennet manzaralı bahçesinde duygularımı yudumluyor...

 onu anımsamakta neden bu kadar zorlanıyorum? en çok gözlerini anımsayabilmeyi isterdim. ah sevgili la belle...

tüm bunlar senin düşüncelerin olamaz. safsındır, bilirim. üzerine o kamuflajlı üniformayı kendi aklınla giymediğini söyle. yoksa büsbütün seni suçlayacağım, haberin olsun. 

üstelik beni anımsarsın, yanıtını bilmediğim soruları hiç sormuşluğum yoktur sana bu güne kadar.

neyse, 

sende bir tuhaflık yok, insanlar tuhaflar la belle... bir dahaki sefer bana de ki; ... 

boşver hiç bir şey deme. gelmeni de istemiyorum işin garibi.

sen cehennemin dibinde, cennet manzaralı bahçende devam et duygularımı yudum yudum içmeye. 

ben sekizinci katındayım ölü bir şehrin. 

paralel kalışlarındayım kale arkasındaki bilindik yerimin.

"dışarda"
j.ak
15.Ağustos.2011

TANRILAR SAYAMAZ

soğuklara kaldı sabah
güz mahsur, şimdiyse esir
Küçükbük Burnu’nda yanarken burnum,
deniz tuzlarına karıştı gözyaşı tuzum
yoktun...
umudu balıklara dağıttım bugün
ki korkuları benden az
kulaçlar kaç yemin içti,
tanrılar sayamaz.
yüzerken yüzüm,
öz içimi yıkıp  geçti
ve eski bir göğe asıldı yaz,
yoktun.
umudu, balıklara dağıttım.
bak,
denizle bir şimdi gözyaşlarım!
dön yüzünü Ege’ye, gülümse
çünkü
darmadağın umutlarla 
ben oradayım...
ıslandı ve üşüdü ilk kez bugün 
korkularım
ve tir tir titrerken çaresiz
ısıttı yüreğim 
zavallı korkuları
tek şahidim deniz
yoktun.
yokluğunu
bir ben,
bir de korkularım biliriz
ki hep yok saydı 
gözyaşlarımı
deniz
ki hep yok saydı 
acıyı içimiz...
bak,
ufuk çizgisinden 
bağırıyor şimdi iki martı
“o burada olsaydı,
olmazdık biz...



“tanrılar sayamaz”
j.ak
14.Ağustos.2011

12 Ağustos 2011 Cuma

ATATÜRK MANTOLU MADONNA


altında arabası,
altın ve pırlantası
bir de Amerikan sigarası
durur sırça köşkünde.
aman derim bozulmasın 
güzelim manzarası,
aman derim azalmasın
cebindeki parası...
“ahhh” diyor “ah!”
“şu halkın yüzde kırk altısı...”
Aziz Usta’yı anıyor
anarak bağırıyor!
kendisi pek akıllı
“onlar aptal” buyuruyor
falancaya oy attılar,
alayı kahrolsunlar!
yüzde kırk yedi, kırk sekiz
elli, belki de yetmiş
Aziz az bile demiş,
mış mış, 
miş miş...
sol tandansın sol notası, 
altmış yılın son modası
yarı baygın, rock müptelâsı
vurgun yemiş bir balık kafası.
telefonla yardım mesajı yolluyor
Somalili çocuklara
elinde pırlantası
içi parçalanıyor...
hareketsizlik yüzündenmiş 
öyle diyor, şu kilosu
arkasından ağlıyormuş
yemeyince rostosu.
inkâr etmez yediğini
o keskin dik(!) duruşu
bir sahib-ül hayrattan
kocadan “var”  oluşu...
bütün parçalarını  Cem Karaca’nın
ezbere(!) bilirim diyor
müfredatın etkisiyle
sular gibi estiriyor
ezbere doğrularla
sana uğurlar ola
eşçisin sen eşçi kal
giy dedim kuyumları,
fişçisin sen fişçi kal
damgala tüm halkını...
tam gaz gider otoyolda
bozulmaz manzarası,
kendisi pek akıllı,
Atatürkçü madonna...

“Atatürk mantolu madonna”

j.ak
12.Ağustos.2011

9 Ağustos 2011 Salı

CİLÂLI SÖZ DEVRİ

Modernizmin metalaştırdığı öğeler, bir etiket gibi yapışır ürünlerin üzerine. Modernizmi sofistike anlamda yadsımak değildir niyetim. Postmodernizme bir geçiş ve basamaktır. Ancak konu bir sanat eseri ortaya koymak olduğunda, yapıştırılan etiketler ne gerçekte “nasıl” konusunu, ne de “içeriği” baz alır. 

Bilimi temel almayan analizler, bir olguyu geçmişinden koparıp, geleceğini yok sayarak yapar bunu. Sadece tanımlama çabası vardır. Tamamen ampirik, ahlâki temellerden koparılmış, kendine özgülüğün ve üslubun kapitalizm tarafından zamanla yok edildiği bir dille sanat ne denli gelişebilir? Moda olanın üretilip, yerine yeni modaların tekrar tekrar yinelendiği bir eklemlenişte  sanat artık etiketi olan bir ürün olmuştur. Çıkan ürünlerin geçmişi ve geleceği önemli değildir yani... Geçmiş geçmişte kalmış yeni ve moda olan söylemlere yelken açılmıştır. Kitlelere onu afiyetle yemek düşer. Midesi  kaldıran yer!


Bach bir müzik dehasıdır. Bunu hiç kimse göz ardı edemez. Ancak kiliseye yakınlığı ve düzene karşı koymaksızın ürettiği çoğu dini temalı ilâhi şeklinde eserleri, "sanatsal anlamda postmodern" bir düşünce ile severken “ama” diye söze başlarım. Necip Fazıl geliyor aklıma. Türkçeyi o denli iyi kullanan şair azdır. “Ama?”... Tarikatlarla iç içe bir bilinç eserlerini de o doğrultuda verecektir.

Jack London’ın, siyahlara karşı yapılan negatif ayrımcılık zamanlarında sistemin yanında durmuş bir ırçkı olarak yazdığı romanları vardır. Hayatına baktığımızda bir bireycidir, ancak ne var ki Martin Eden adlı yapıtında bireyci düşünceye final olarak ölümü yakıştırmıştır. Demir Ökçe’yle ise bir sosyalist olarak çıkar karşımıza. Her bir romanını su gibi içersiniz üslubu, akıcılığı zekâsı alır alır götürür. “Ama?”... Rüzgâra sırtını vererek boşaltmıştır elindeki kovayı her daim...

Babam denizcidir ve popüler kültür hakkında konuşurken şöyle bir laf etti, “Evlâdım!” dedi, “rüzgâra karşı dökersen elindeki kovayı, sana çarpar! Suyun ulaşmasını istediğin  yere ancak minik zerrecikleri gidebilir...” 



Rüzgârı ardına almayı hep daha ileriye daha hızlı gitmek olarak algılamışımdır. Oysa Eserlerin büyük kitlelere ulaşmasını ve yüzyıllar öncesinden bugüne aktarımını, sanatçıların evrilme sürecini, hiç böyle tanımlamamıştım.  Klâsikçilerden St. Petersburg’da doğmuş olan Borodin, 1833’de doğmuş, yakın bir tarih sayılır. Ancak ne var ki bir kölenin çocuğu olduğu bilinir. Dönemin Gürcü Prensi onu alıp nüfusuna geçirmiştir... Demem o ki, gerçek mesleği kimyagerlik olan Alexander Borodin yaşamına bir kölenin çocuğu olarak devam etmiş olsaydı onu ne kadar tanırdık? Ya da Botiçelli... (Açlık ve sefalet içinde öldü) Onun “La Primavera” adlı tablosunu dönemin meşhur derebeyi, yeğenine düğün armağanı olarak yaptırmamış olsaydı adını duyar mıydık kim bilir? Sistem karşıtı sanatçılar ise ortaya koydukları eserler yüzünden canlarından    olmuşlardır ortaçağda. İçlerinde yaşlanarak bahtiyar bir şekilde ölen pek az sanatçı vardır. Hep  idam edilmişlerdir. Ya da hapis veya ülke dışına sürgün... Değişen nedir peki Ortaçağ'dan bu yana? 


Günümüz Türkiye’sinde modaya uyanların insanda acı eşiğini düşüren türleri oldukça fazladır. Görünce  içiniz acır, mideniz bulanır ve dert anlatmaya çabalar bulursunuz kendinizi. “Arkadaş Elif Şafak okumasana!” dersiniz. “Sistemin cilâlayıp parlatıp önüne attığı  bir moda o.”  Ya da bir diğeri Nobel alır. Onu nasıl aldığına bakılmaksızın üşüşür üzerine millet. “Yapma kardeşim orada hiç bir şey yok, olan küresel çeteye hizmettir”, “ Sistem bunu emretmiş haşmet yazmış” dersiniz. Ya da tam tersi, haşmet yazmış sistem ittirmiş ardından... Ne var ki büyük kitlelerin “para” vererek aldığı bir ürüne tu kaka demek, tıpkı  moda diye dayatılan saçma bir kıyafete onca parayı döktükten sonra üzerine giyip karşınıza geçen yakın bir arkadaşınıza; “Hiç yakışmamış” demenize benzer. Durum aynı durumdur yani, para verilerek alınmış “yeni moda bir ürünü”, onayladığını ve kendi çıkarsadığı bir şey sanmak!  Yani bir başkasının ona dayattığı şeyi öylesine sahiplenmiştir ki, şaşarsınız neden bu kadar kızıp da itiraz ettiğine... İşte emperyal çetenin baş aracı kapitalizm, modernist felsefenin “ben” bireyciliğine bulamıştır  toplumu. Anlatmaya çabaladığınız konuyu kavrayanlar vardır belki, ama haşmetin bir fiyakalı sözü karşısında, erir gider fırlattığınız zerrecikler, buhar olup uçar.  “Cilâlı Söz Devrindeyiz!” Cilâla, parlat ve ok gibi sapla milletin beynine!

Elif Şafak intihal yapmış. Şaşıralım mı peki? Hiç gerek yok. Aşk, pembe dizilerde beyaz dizilerde de irdeleniyordu zaten salya sümük...


Aşkı bir Attila İlhan ya da Nazım Hikmet de gayet güzel irdeler. Aması yoktur. İçinize işler. Çünkü memleketle tümlenmiş bir oyadır o aşk. İncecik ve sık iğne işlenmiştir. Araya farklılaştırılmış, dondurulmuş ya da ıskalanmış “an”lar girmemiştir. Dün öyleydi, bugün böyle denmemiştir. Düşleri hiç  girmemiştir meselâ Bursa Hapishanesi’ne Nazım’la beraber. İşte ben rüzgâra inat yüzümüze yağan bu ekin yağmurlarının kaynağını kovadan atılan suya değil bir yağmur bulutuna benzetiyorum şimdi. Geldiler yağdılar ve geçip gittiler diyorum yurtsever aydınlarımız...  Ve geçip giderlerken ağarttılar yüzümüzü, yıkadılar bu topraklarla beraber gönlümüzü, diğer tüm memleket sevdalısı yağmur bulutlarımız gibi... Suikastle kurban gitmiş, Sivas’da yakılmış, mahpuslara tıkılmış cânım yağmur bulutlarımız!..





***


Seksenler...
İstanbul’un kebapçı salonuna döndüğü, minibüslerde arabesk müziğin cılkının çıktığı o parlak(!) Özal’lı dönem. İbrahim Tatlıses’in beraber olduğu kadınları dövdüğü ve bu kadınların buna rağmen ondan vazgeçmeyip nasıl da kulu kölesi olduğunun bütün boyalı basın ve paparaziler tarafından “aşk” adı altında pazarlandığını yaşı tutan herkes acı bir tebessümle anımsar... “Aşk” adı altında pazarlanan, aşiret düzeninde kadına biçilen değerin meşrulaştırılmasıydı oysa. “Tamam da kardeşim bunun aşkla falan alakası yok” diye başlayan sözleriniz hep ağzınıza tıkılır ve “aşktan anlamayan” ya da “asla yeterince sevemeyecek olan taş kalpli biri” damgası yapıştırılırdı üzerinize. Yine o dönemde birilerinin(!) sanatçı diye üzerimize saldığı zevat aracı edilerek, cehalet kutsanmıştı. “Kitap okumayı sevmem” demek moda haline dönüştürüldü. 


Böylelikle istilâ aşiretlerin ortaçağdan kalma töreleriyle sanki saygı duyulması gereken bir yaşam biçimiymiş gibi sunularak başladı...


Zaten normal bir insanda olması gereken bir özellik “meziyetmiş” gibi sunuldu ve “yalandan nefret ederim” demek, adeta dinleyende göz yaşartıcı bomba etkisi yaptı. Ahh! Tıpkı benim gibi” diye atladı millet...  “Ben de sevmem yalanı.”  Ben de... Memur işini bilen, kadın halı gibi dövdükçe güzelleşen, müzik arabesk, yemek lahmacun haline dönüştü... “Ben” yavaş yavaş ayyuka doğru irtifa kazandı. 


İşte bu dönem Türk Sinemasına baktığımızda “sanat filmi” adı altında hep bireyciliğin ve “ben” olgusunun hazmettirildiğini görürsünüz. Moda kendine isim takma, kendini tamamen siyaset dışı tanımlama modasıydı artık: “ben şöyleyimdir vallahi şekerim”, “ben de böyleyimdir!”...Sen sadece zinciri elverdiği ölçüde koşmasına müsade edilen bir şebeksin! Şükür ki halk bu palavranın ardından topyekun gitmedi. Sadece maymunlar... Onlar her daim önlerine atılan bir muzun  peşinde koştular!

Modernizm değişim dönüşüm bireycilik derken Ionesco’nun Gergedan’ına benzetti insanları sonunda bu sistem! Sorgusuzca ve süratle koşan, önüne geleni yıkıp tüketip, ezip geçen ve günden güne zırhına daha da çok sığınan. O zırha çarpar işte söylediğiniz sözler ve yaptığınız eleştiriler. O öylesine kendisi(?) olmuştur ki artık, o sürecin ilkelliğe doğru doludizgin koşan bir neferi olduğunun farkında bile değildir.

Zırhı kalın bir gergedan ancak gözünden vurulabilir.  Görsel algıyı müthiş bir silâh haline getirmiştir internetteki feysbuk denen sosyal paylaşım oluşumu. Sözcükler  kâh bir filozofun resmi altında cilâlanır, kâh bir şairin... Kısadırlar. Ya da beş yaş sosyal algıya göre uyarlanmış bir kıssa... Kolay, çabuk, tıpkı ayaküstü yenen bir “şey” gibi süratle ve güya algılanırlar.  Tabii o nasıl bir algıdır bilinmez...

Şaşar kalırsınız yirmi dakika içinde hem Necip Fazıl’ı,  hem Atatürk’ü, hem  Yılmaz Güney’i, hem de Can Yücel’in olmayan bir şiiri onunmuş gibi beğenip,üstüne bir de paylaşan insanları görünce. 
Cilâlı sözlerle gözlerinden avlanmış, ölü gergedanlardır onlar!



4 Ağustos 2011 Perşembe

YÜREĞİN İZDÜŞÜNÜ


büyük bir dayanışma içinde
ayaklarım ve ellerim,
hiç acele etmiyor artık
taşikardilerim.
yalnızlığa karışınca yıldızların gölgesi,
azalarak birikti yanı başımda  
kabuk bağlamış bir aşk izi.
selâm durdu  yüzüme 
ağırlaştırılmış müebbet nefeslerim,
derhal tanıdı o eski aynadaki 
aceleci ve yorgun sözlerimi
izdeki cesaretim...
hani uyku arası şiirle doyacaktı
bir zamanlar yüreğim,
ki o, bir zamanlarki çaresizliğim.
yok yollarında aradım dün gece,
baktım ki
karga tulumba tıkmışlar  nezarethaneye
yürek evrenimi!
sözcükler ve sesler sindi 
tanık iskemlesine
haykırdı aklım “hayır” diye,
“otopsi raporu isterim
şuradaki aşk izine!”
vakit artık çok geç,
örtün bu davanın üstünü
ve kan kaybından düştü o an
yüreğin izdüşünü...
zoraki delip geçiyor
zeytin yapraklarını güneş
dallar bir o yana, 
bir bu yana salınıyor.
yarı açık ceza evi gözkapaklarım
ve ışık hüzmeleri gardiyanı, 
tüm acılarımın...
değerli bir gömü voltalarda 
dallara 
ve gardiyana inat
bir o yana,
bir bu yana...
ki artık o, en canlı ölüdür
kabuk bağlamış anılarda…

“yüreğin izdüşünü”
j.ak
02 ^^ 04 Ağustos 2011

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Feridun Bey...

Mükemmel sözler ve ne yazık ki yıllardır tazeliğini koruyan bir parça...

Grup: KESMEŞEKER
Albüm: İNSÜLİN (1998)
Söz müzik: CENK TANER


Cenk Taner:vokal, elektrik ve akustik gitar
Can Alper:elektrik gitar
Tansu Kızılırmak:vokal, bas gitar
Murat Başlamışlı:davul, perküsyon, geri vokal
Tayfun Çağlar:geri vokal