27 Şubat 2011 Pazar

Çoğalırken

yutar evin duvarları
gel-gitli ve
aşılması zor
melodramları.

bir Lynyrd Skynyrd parçasında
gözlerime eşlik ederler
çekmecedeki
ütülü mendiller.

hani şu ayak izleri
vardır ya kumsaldaki,
taşınmışlar artık
çoktandır içeri
ve olmuşlar yürekte
iki renk taş işçiliği
eşilik eder
eşikteki yanıtlar,
kilitli bir sokak kapısından
içeri doğru sızarlar.
süngüsünde öylece saklı.
brutal tekrarları var
yokluklara kararlı.

özel bir davetlidir artık
De Morgan ve
onun sembolik mantığı
vardır belki duyguların da
sembolik bağlantıları
sevgiler çoğalırken
sözcükler sevmemeli belki
bu denli bağımsız olmayı.
oysa özür,
saklamıştı bir mantık hatasını
toz kondurmam
kendime hiç bilirsin...
becerebilir miyiz dersin
şikelere
kocaman bir yasak koymayı?
bende kalmadı hayır
nasıl olsa öğütür hepsini
içimizdeki panayır!

yutar evin duvarları
sınırlı sabırsızlıkları
telâş bırakmıştır çoktan
umut kovalamayı...
kitap, kedi, kahve, gitar
ve olmaz olası sanrılar
sevgimle buluşup,
aklımda çoğalırlar.

"çoğalırken"
j.ak
27.şubat.2011



25 Şubat 2011 Cuma

Tembellik

 Paul Laforgue' a göre günde üç saat çalışmak bir toplumun refahı için yeterli.

İstihdamı gereği gibi yapmak ve insana insan olma şansını tanımaktır öyle bir zaman dilimi çalışmak. Sekiz saat nedir anlayamıyorum.

Bu sadece üretim fazlasıdır ve tüketimi artırıcı bir döngüye sokar toplumları ki sermayeyle iş gücü arasındaki o lanetli ilişkiyi tetikler, ücretli çalışmaktan ücretli köleliğe evrilir.
 
Sonuçta özgürlükçü bir Marksist olan Laforgue'dan, çalışmanın reddedilmesi görüşünü benimseyen bir anarşist olan Bob Black'e kadar oldukça geniş bir kitle oluşturmuş tembellik hakkını doğru kullanmak düşüncesi.

                             
                                       * * *

Bir insan niçin fazladan bir çaba gösterir ve hangi koşullarda varetmek ister kendini, ben bu gece bunları yazmayı istiyorum. Ve tembellik hakkımı kutsamaya karar verdim. Çünkü paşa keyfim öyle istedi. Durup dururken mi istedim bunu? Tabii ki hayır. tetikleyici nedenlerim var. Bunların başında gün itibarıyla işsiz kalmam geliyor. İşsiz kalmayı da ben seçtim üstelik. 

Ben mola hakkımı kullanmak istiyorum. 

Şimdilik şartlarım beni bu hakkı kullanmakta şanslı kıldı...


Yaklaşım olarak çok bireyci gözükse de, kendini varetme dürtüsü tecrübenin yetenekler dahilindeki seçiciliğiyle harmanlanlanarak estetik kaygıları tetikleyici ve insani duygulanımını yüceltici bir boyut üstülüktür. Zaman mekan ilişkisiyle bütünlendiğinde, estetik kaygılar başlıbaşına sosyal olgulara evrilir ve böylelikle bireycilikten gerçek anlamda uzaklaşmayı da sağlar. Varedilen paylaşılmadıkça bir anlam ifade etmeyecektir zira.


Ontolojik düşüncelerim  var konuyla ilgili. Ki yüreğim ilk kez kendini tamir için böyle bir mola aldı...  Ama başka bir yazıda bahsedeceğim bundan. Şimdilik Nietzsche'ye göre zamanla iyi olmanın aptallık olması halinde  seyredeceğim çünkü...


Hayat koşusunda
yetinmeyi refleks haline getirmiş olmanızla beraber,
bata çıka aşmaya çabalarken
o ulaşılmaz engelleri,
ikili ilişkilerde de yetinmeye mahkum kalmanız, 
ancak ağlatır...
Sonrası,
kazağının sağ kolu
burnunu silmekten
naylonumsu bir doku olmuş
ve susmaya tembihlenmiş bir çocuk gibi
kurumadan henüz gözlerinizdeki yaş,
diklenirsiniz hayata
ve tüm olana bitene...
Ki işte bu son durumunuzun fotoğrafıdır:
"gece başınızı yastığa koyup,
bütün iç huzuruna rağmen
uykularınızı sakatlayan..."
j.ak

"İdealler kovalarken peşlerinden ezip geçtiler üzerimizden"


Demiştim seksenlerde yazdığım bir şiirde buna dair. Yani bu kez tembellik hakkımı  kendimi çoğaltmak adına kullanıyorum...


Çoğu zaman koşuşturmaktan kendimize olup bitenleri, kendimizde olup bitenleri kaçırırız. Hayatın içindeki herşeyle beraber ıskalanır giderler işte... Kolayca tüketmeye kurulmuş saatler gibidir uykular, işler, yemekler, aşklar, acılar, sevinçler, hüzünler ve herşey.  İnsana dair ne var ne yoksa duyguların ön plana geçtiği ve akılcılıktan çok uzak döngülerde tükenir  giderler. Oysa her birini hissetmeye ve çoğaltmaya hakkı vardır insan olmak yolundaki bir insanın. 

İşte benim nedenlerim bugün kısaca bunlara dair...


"Yüreğini tümüyle açar bir şair

yol kenarında açan çiçekler gibi,

onu herkes görebilir..."

(j.ak)






24 Şubat 2011 Perşembe

Sadece bir yenilgi...

"Sadece bir yanılgı"

Korkularla yüzleşmek ve ne olursa olsun üzerine gitmek, farklı bir özgüvendi ve bugüne değin hep alçak tuttuğum çıtalarıyla hayatın ilk kez korkmaktan korkmanın soyut edilgenliğinde boğuldu. Maça çıkarkenki o ısınma şutları ve karşı takımın sahaya çıkışını izlemek kadardı oysa korku. Sonrası, sadece bir yenilgi. Hepsi bu. 

Yenilgi, sadece yürüyüp gitmek ve gidilebilecek olan o mesafeyi öngörebilmeyi de gerektirir ve ağır sorumluluklar yükler. Ki sadece yenilgi olmaktan çıkabilip bir şeyler katabilsin. Çoğalanların yanında insani bir duruş ancak bu mesafenin içini nasıl doldurabildiğine bağlıdır kişinin. 

Gitmek, kendi benliklerimizin ördüğü kozalara doğrudur. Gitmek susmaktır ki ters istikametleri gösteren yüce bir varlık bekletiliyordur orada yeniden varolmayı bekleyen. İşte bu yüzden defalarca sevebileceğine inanıyorum koskoca bir yüreğin, yeniden sevebilir kendini sade bir "ben". 

Sevgiler sonsuzdur... 

Aşkları bilmem.

...

Sorularım ne kadar çoklar oysa... Soramadım, soramazdım. Yenilgi, işte o sorulara yanıtlar bulabildiği zaman insan, bir anlam kazanabilir çünkü. Bana göre bir davranış değil yavuz hırsız gibi davranmak. Sorular hiç var olmamışlardı gerçekte, ki yanılgı burada başlıyordu. Yanıtlar böyle durumlarda genellikle duyulması istenenlerdir zaten. 

Kulağa en hoş gelebilecek olanlardır.  Tıpkı kuvvetli bir rakibin ezici bir galibiyet sonrası bile gelip size "tebrikler" demesi gibi...

Gidilecek olan yerde yürünmemiş yollar var. Ne zaman çoğaldı ve ne zaman çoğaldıkça beni azalttı  umursamamış olmalıydım ki öngörülerimde sapmalar var. Koşuyorum ama kendi istikametim olan iç nirengimi bulamıyorum şimdi. 

Sigarayı azaltmam gerek. Çok içiyorum bu ara. Bilinç altında bir sigara daha içebilmek için ürettiğim çay ve kahve molalarıyla iç nirengime doğru koşuyorum, aklım bulanık ve yüreğim duman altı... Acıyor bir parçası yüreğimin...

Nefret etmek gibi bir duygulanım bu duruma göre değil.  Yani acıyı hissedebilmek gereğince, insanı bu duygudan uzak tutar ve hazmetmesini sağlar ancak.

Sevgi,  kendisi olmanın dışına çıkaramıyor aklı.

Memnunum bu halimizden diyorum şu sonsuzmuş gibi görünen  vakitlerime... Yalnızlığım iflah olmaz tembelliğim çünkü. Dilediği gibi çoğalıp dilediği gibi azalan mutlarında bir Ronnie James Dio olur en eskilerden Rainbow zamanlarından kalma. Kendi iç köşelerimi ararken zamansız koşularda kaybolur giderim, "kozaların en sessizine". 

Bununla baş edebilirim. 

Sakatlanmış bir oyuncusu gibi turnuvanın, oyun dışı kalabilirim...

23 Şubat 2011 Çarşamba

zaman ayarlı bir şiir

Zamanın ve zamanla avuntunun 
aptalların işi olduğunu söylemiş Nietzsche. 
Böyle durumlarda  bir nihilist değilim ben. 
Şimdi değilim, çünkü şartlarım uygun değil buna. 
Zaman yıkar acıları, zaman kapatır bütün yaraları. 
Şartlarım uygun olduğunda 
bu söz ile ilgili farklı bir anlatımla 
farklı bir konu hakkında 
ahkam kesebilirim... 
Ama şimdi değil, 
bugün, 
bu gece değil.

zaman ayarlı bir şiir,
milyon tane soruyu
sormayan bir şiirdir
asla dönülmeyecek bir seferin
sessizce seyridir
zaman ayarlı bir şiir,
ne zaman patlayacağını
ve bir şarkıda 
can bulacağını
iyi bilir...
notalar şimdi
parmak uçlarımda
kanar
sağaltır karışıklıkları
çözer ve eritir ayrılıkları.
sıkışıp kalmışken
derinlerin iç köşesinde
zahiri yazılar duyuldu
özenle seçilmiş
cümleler kuruldu
ve kuruldular baş köşeye
en dipteki iç köşeye.
zaman ayarlı bir şiir
bu yüzden
nefret etmeyi bilmez.
duyar ezginin tümünü,
ve görebilir resmin
bütününü...

"zaman ayarlı şiir"
j.ak
23.Şubat.2011

ben giderken

"ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersem, bencilliğimden gelen `şimdi ve burada`ya ilişkin tembelliğim kaybolur." (Heidegger)
 
ilerledikçe zaman,
uçulan yerlerinde göğün
iç kanama geçiren
bir hastadır
gölgendeki düğümüm.

havf ve reca gibi olur,
sende bilemediğim
uzun ve bitmez sürgün...
ve gökyüzü asla bırakmaz,
taşır, geceyi ve gündüzü
son karanlık yıkarken
umutsuz yüzümüzü...

bizi bıraktığın her dem,
işte böyle bir oluştur gülüm,
adın adımlarına karışırken,
bilmemhangi ölümümün...

"ben giderken"
j.ak
23.Şubat.2011

19 Şubat 2011 Cumartesi

ikimizin arasında

ikimizin arasında
bir biz var
belki görmezden
geldiğimiz.

ikimiz çoğu kez
isimsiziz.

farkındayızdır belki
tüm olup bitenin
izinsiz
ve sessiz...

"ikimizin arasında"
j.ak
19.Şubat.2011

17 Şubat 2011 Perşembe

Belki

bir darağacı kurulmuş
aklımızı acıtmak niyeti
sıkıldıkça ilmeği
kangrenli bir uzuv gibi
tek tek düşer
tüm düşler
ölüdür artık o hücreler.
ve aklımız acıyor
hiç gelmediği bir yerden giderken,
belki bilinmek istenecek olan
gönderilmemiş satırlara...
içinde, "en çok ama en çok"
diye başlayan
bilindik dizeleri olan.
kölelik teklifi alınmış
adı değiştirilmiş ve
genel müdürlük yapılmış
titreyen sesler,
inleyen nağmeler,
ve tiril tiril entariler
dikiş tutmaz kumaşlardan.
büyülü gözler  bakıyor
muğlak alkışlardan
hatalı, potlu çok birey!
ben şey... ney?
şey işte sadece şey.
aklım acıyor cellat
boğazıma sür artık
şu kara saplı bıçağı
ve kaldır göz önünden 
darağacını!



"belki"
j.ak
17.Şubat. 2011

14 Şubat 2011 Pazartesi

Bügü

sevmediğim yanı
şu modern felsefenin
ben'e yüklediği
anlamsız anlam.
yükselen değer diye sunulan
sahiplenici ve vahşi bir kuram
oysa aynalardır sadece
bakılan.
kime ne
yürek mahkumu duyguların
gizli tutsaklığından?
istifaya zorlanmış
bir sevgi emekçisi olmuşum
el çektirilmişim yani güya
ne gam...
düşleridir belki,
belki kâbusu
ezel-ebed arası gözlerimin, 

faltaşıyken gördüğü.
alır başını gider artık
yalan dolan,
kötü olan ne varsa
göz bebeklerini yıkarcasına
sel olur sevgi olur...
o an ki,
içimdeki tüm sesleri harmanlayan,
ve göğsümdeki düğümde 

bir kez daha boğulan...
o an ki,
hem kanaatkârdır
hem biraz alıngan.
ama aslolan
sahipsiz bir sokaktan
koşarak geçerken
birden bire duraksanan
ve tatlı tatlı duyumsanan 
dansıdır
meselâ    
bir salkım söğütün.  
tek enstrumanı rüzgâr olan
yanağıma dokunan
o eşsiz kokusudur
aşkın büyüsünün.

"bügü"
j.ak
14.Şubat.2011

12 Şubat 2011 Cumartesi

SANAT ve ERDEM ÜZERİNE

Kim bilir kaç binde birlik bir tesadüfün sonucu dünyaya geliyoruz. Kimimiz iyi ya da kötü ebeveynlerin kucağına, kimimiz kötü tesadüfler sonucu bir akraba yanına, ya da  bir yetiştirme yurduna.


Hayat ilk nefesi aldığımız an itibarıyla farklı bir yaşam döngüsünde farklı yollarda seyir aldırır. Yüzlerce fyort ve arasını dolduran bitimsiz dalgaların ulaşmaya çabaladığı zirvelere çarpıp çarpıp geri dönüşüdür sonunda sığınma dürtüsüyle yanaşılan o “kader” denen dingin liman… Ve insan sürüsü dalgalar, med-cezirler boyu sürdürür ayinsel törenlerini. Amin, çok şükür, inşallah, maşallah!


Fyortlar hayat bulur dalgaların ayinsel hizmetlerinden, ki onlar doldurmakla dolmayacak efendileridir denizlerin, kimine göre durumdan memnuniyetsiz bir gözyaşı olur dalgalar benliklerinde, kimine göre erişir dalgalar fyortların zirvesine günün birinde…


Sanatın bazı dalları benim gibiler için sığınılacak liman olma ayrıcalığını belki de bu yüzden koruyor hâlâ. Bir bakıma seçim.


“Sığınmak zordur gözler kapalıyken, duyduklarına sığınır çaresizlikler”


Gözler açıksa, çare vardır ve öğrenilmiş çaresizliklere geçit vermez…

* Aristo(M.Ö.384-322) ruhu tutkulardan arındırmaktan bahsederken şiir ve müziğin sanatların en yükseği olduğundan bahseder, erdemliğe hitaben “Yunanlılar yalnız senin için, senin güzelliğin için ölümü hor görürler, sonsuz, korkunç çalışmalara dayanabilirler” der.

*  M.Ö 354’de doğmuş olan Aristoxen “Ahenk Unsurları ve Ritmik Unsurlar”  adlı eserinde müziğe dair bilgilerini felsefe ve psikolojiye uygulamış. Müzik ve ahengin, ses tonlarının ilişkilerinden doğduğunu savunmuş.

*  Babilli Diyojen ise (M.Ö II.yy)“Musikiye Dair” adlı eserinde, tutkuların  yatıştırılmasında ve insanları birleştirmekte müziğin olumlu yönlerini anlatmış…
(*Estetik-Cemil Sena)
                           

                                                        
                                     *   *   *


TÜKETİM-TERCİH-BELİRLEYİCİLİK;

Bir düşünelim kendimizi nelerle arıtıyoruz? Gerçekte arındığımızı zannederken kendimize neler yapıyoruz.

Tüm eşit olmayan koşullara rağmen herkesin okula gitmeye başladığı andan itibaren bir veya daha fazla hedefi vardır. Bu hedeflerin başında iyi bir meslek sahibi olmak yer alır. Düşünün bir bizler iyi bir meslek sahibi olmayı neden isteyelim ki? Bir şeyler yapıp, yapılan o şeyde çok iyi olmayı kim istemez?

Bilgelik her zaman erdemliliği de beraberinde getiren bir durum mudur? Bunu sorgulamamız gerekiyor bence.

Kapitalist sistem daima insanları eşit olmayan koşullarda bir sınıf atlama mücadelesi içinde çırpınmaya zorlar. Satın almak, ihtiyacı gidermenin çok dışında bir faaliyet olmuştur zira. Çok kazanmak için çok çalışmak, kazanılan parayla herhangi bir aktiviteye ya da gelişime katkı sağlayacak yönelimlere zaman kalmadığı için de alış-veriş etmek gibi bir dürtü icat olunmuştur ki şiddetli bir biçimde dayatılır. Kimse hayır demez. Diyemez, o kadar cazip bir hale getirilir ki diyemez işte. Teknoloji son model olmalı, hani şu eski model tv.’ların da modası geçmiştir plazma olmalıdır. Ya araba? Cep telefonu, bilgisayar? Hepsi en yenisinden en güzelinden olmalıdır. O kadar çalışılıyordur ya bu bir “hak ediştir…”

Bu yüzden ebeveynlerin çocuklarına salık verdiği ve okula gitmeye başladığı andan itibaren öğrettiği ilk şey, çok para kazanmaları gerektiği bilgisidir. Saf-arı bilgi ve catharsis’e (arıtmaya) yönelik bir donanım tamamen gereksiz bir ayrıntı olmaya mahkum kalır. Gelişim neredeyse erdem yoksunu o med-cezirde seyir eden ahenksiz dalgaları olur gencecik insanların zirveler zirvesi sarp fyortlara o ulaşılmaz hayatlara çarpıp çarpıp geri dönen…

İnsanı eşyalaştıran bu sistemde bilgiyi erdemleştirmeye asla fırsat verilmez. Bilgi ancak alınıp satılabilen bir durumdadır. Kendini doğuran ve var eden eklemleri “zaman” kavramıyla kopartılıp sizden alınır çünkü.

Zamansızlıklara ve bu sisteme çaredir erdemliğin en önemli limanıymış gibi gösterilmeye çalışılan “din olgusu.”

Oysa ki değildir!

Gerçekte bir kandırmaca ve bir hedef saptırmadır “din!”

Kapitalizm koskoca bir yılın sadece iki ya da üç haftasında tatil yapmanıza izin verir. Nedir o? Tatildir işte. Canınızın istediğini yapabileceğiniz şahane ötesi mükemmel dinlence günleri. Ancak o da ne? Gazeteler televizyonlar tatile çıkış dönemlerinizde size kaç paraya hangi otelde kalabileceğinizi söyleyen bilgilerle doludur. Reklamın özendiriciliği dayanılmazdır. Evet tatiliniz beş yıldızlı bir otelde “tam pansiyon” olmalıdır. O kadar paranız var mı peki? Yok… Olsun, varsın olmasın canım, kredi kartına on iki ay taksit yapılıyordur nasıl olsa! Siz gazetelerin tatil reklamı sayfalarında “kendinizin seçtiği(!)” bir otele kapağı atarsınız ya oh ne âlâ… Eğlenemiyor musunuz öyle “ha deyince?”… Boş verin orada sizi eğlendirecek animatörler falan da vardır. Hem zaten bu yüzden dert edinmeye hiç gerek de yoktur, beyniniz eğlenmek ve dinlendiğini zannetmek için öylesine şartlanmıştır ki; Hem eğlenir, hemi de dinlenirsiniz…

İnsanlar erdem üzerine kafa yormaya başlayabilirlerse günün birinde, hep beraber dalgalanır ve birkaç çarpışıyla yerle bir ederler tüm zirveleri. Ben bir tusunami hayali kuruyorum…

Yüzlerce, yüzlerce yıl önceye selam olsun, sanat ve erdem üzerine söylenmiş tüm sözcüklere kurulmuş tüm cümlelere, yazılmış tüm eserlere…

3 Şubat 2011 Perşembe

ceza sahası

uykusuz şiir alınganlığıdır
donup kalan...

bir damla yürek telaşı
içinde yarı sıcak
kış güneşiyle,
bozgundur artık deli
aklını bir sonbahar meydan muharebesinde
kaybedeli…
deli dediysem duyar
söylenmeden tüm söylenenleri.
ligden ayrı bir turnuva takımı edasıyla
kendi dansını yapar.
b grubu klasmanında daima çamurlu ve
yorucudur sahalar.
ve daima tüm hatlarıyla ceza sahasına
savunmalara dolar.
golsüz bir beraberliktir çare!
öyle bir beraberlik işte...
oysa, yalnızca  durmaya bile
faul düdükleri çalarken hakem,
üstelik içim birikmiş, çok fazlayken,
adı yazılmıştı çoktan sonucun
-ben, sadece sıfırdım!-
güneşli ve soğuk kış ayazında
skor tabelasında...
karşı takım yapmış,
güzel bir ver-kaç,
kim bilir attığı gol kaç?
çim sahalarda galibiyet olurken birileri
hazmeder ter kokan  formasıyla şikeyi,
içimdeki bu deli...

“ceza sahası”
j.ak
3.Şubat.2011

2 Şubat 2011 Çarşamba

Sessiz...

temkinli olmaya tembihli
bir tebessüm,
ve gözyaşları hazır ola geçmiş
bekler ki,
duruyordur yalnızca
içine akar.
zaman farklı şarkıları fısıldar,
farklı yolları arşınlarken
bendeki adımlar.
sevda türkülerine
kaybolunmuş yollardan
bir nefret fırlatmışlar
acır sesleri.
tarafımdan
cesur olmaya tembihli
bir aşk ve gözleri
hazır ola geçmiş bekler ki,
kapanır yalnızca şimdi
içine kapanır...

"sessiz"
j.ak
2.Şubat.2011