17 Temmuz 2015 Cuma

Marmara'nın iyotu

şehrin dilsiz geçitlerinde elimde bavul
sidikli dolmuş duraklarıyla bakıştık İstanbul'un!
Marmara'nın iyotunu da çektim içime,
kalabalığın ter kokusunu da 
sigara bahane.
sonra bir kez daha baktım doğuya fotoğraflardan,
şehir konuşuyor, insanlar susuyordu Bakü'de.
ve burada insanlar bağrışıyor,
şehrimin dili kesiliyor semt semt, sokak sokak.
protez uzuvlarıyla İstanbul,
dönüşüm projeleriyle kan revan...
martıları şu iç denizin,
acısını haykırıyor gibi koskoca şehrin.
ve kolu bacağı kopartılırken geçmişimizin,
doğuyoruz her gün
uyandık sandığımız bir sekiz saatten,
yeni bir unutkanlığa.

"Marmara'nın iyotu"
j.ak
16 Temmuz, 2015



1 Temmuz 2015 Çarşamba

TOPLUMSAL HAFIZA ve ŞUUR

Ön Asya’nın son durağı Türkiye’den  Bakü’ye gelirken bavuluma  bizim memleketin tüm ekonomik ve jeosiyasi sorunlarını o ezbere bildiğimiz tarihsel sıralanışıyla yerleştidim.

İnsan ister istemez benzerlikler ve farklar üzerinden kıyaslamalara giriyor. Elbette Azerbaycan pilavından ortak mutfak kültüründen dem vurup, külekler (rüzgârlar) ve odlar diyarına dair turistik bir yaklaşıma girmeyeceğiz.

Toplu taşıma araçlarındaki insanlara, çevre semtlere ve sokaktaki insanlara baktığımda Azerbaycan’ın neredeyse otuz yıl öncesinin Özal’lı Türkiye’sine dair büyük benzerlikler taşıdığını görüyorum. Biz darbe sonrası 1984 – 1990 arası yıllarda sokakta, televizyon karşısında ve kurumlarda neler yaşadıysak burada aynıları bir başka rüzgârın etkisiyle, aynı amaçlarla ve az farkla yaşanıyor.

Bakkaldan süpermarkete geçiş süreci ve tüketim toplumunun kapitalist ivmedeki vahşi seyri Türkiye’de uzun yıllara yayılmışken burada 2011 Eurovision şarkı yarışması ve şimdi gerçekleşmekte olan Avrupa Oyunlarıyla hızlandırılmış bir süreçte seyrediyor. Bu da insanların yine hızlı bir sürece sıkıştırılmış olan kültür emperyalizmine de maruz kalması anlamı taşıyor ki medya ve özellikle tv.’nin sabah programlarından eğlence programlarına, “haberler”den, bombardıman halindeki reklâmlara, tüm üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi toplumsal hafızadan ve geçmişe dair şuurdan uzaklaştırıyor. Üstelik bu uzaklaştırma, yine geçmişin esintileri kullanılarak “yeni”ye uyarlanmış bir şekilde zerk ediliyor…

İlki Bakü’de düzenlenen Avrupa Oyunlarına, Dünya kupalarına ve olimpiyat oyunlarına baktığımda 2012’de yitirdiğimiz değerli dostum Metin Kurt, nam-ı diğer “çizgi Metin”le yaptığımız söyleşiler ve sporun evrensel değil, tarihsel bir olgu olduğu çıkarımına varmamız geliyor aklıma. Çünkü ilk çağlarda avcı-toplayıcı formunda yaşayan insanın spor yapmaya ne zamanı ne de mecali vardı. Antik çağda ise efendilerin bir tür kendini gösterme, gücünü ıspatlama arenasıydı o eski Yunan olimpiyatları. Ki ödül, kimi romantik tarih kitaplarında anlatıldığı gibi başlarına takılan kuru bir zeytin dalından yapılma taç değil, yüz amfora dolusu zeytinyağıydı. Bu ödülü kazanan efendi, onu vererek şehrin en güzel yerinden bir malikâne satın alabiliyordu. Sonraları efendiler kendileri değil, kölelerini yarıştırarak (gladyatörler) rolleri değiştirdiler. Birçok ülkede spor-iş yasası hayata geçmemiştir ve bu yüzden sporcu ve kulüp başkanı arasındaki ilişki işçi-işveren ilişkisinden çok, efendi-köle ilişkisini andırır. Zirve sporcuları ile oluşturulan özendiricilik birçok amatör sporcunun aynı çarkın içinde işçi haklarına sahip olmaksızın köle gibi yer almasını sağlarken, milyarlarca euro paranın döndüğü bu afyonu andıran dev organizasyonlar liberal sistem çarkının en kuvvetli dişlisi halindedir. Yenidünya düzeninde organizasyonlara baktığımızdaysa bu çağın “efendilerinin” yani günümüz aristokrasisinin bu komitelerde başçı olduklarını görürüz. Yani ilk çağlardan günümüze çok da fazla bir değişiklik yoktur. Spor tarihsel gelişimini sürdürürken spor organizasyonları şimdi de efendilerin gövde gösterisinde bulundukları arenalar olmayı sürdürürken aynı zamanda uluslar arası siyasetin de araçlarından biridir.

Azerbaycan, 1991’de merhum Elçibey’in önderliğindeki devrimle Sovyetler Birliği himayesinden çıkarak bağımsızlığına kavuşmuştu. 24 yıllık genç bağımsızlıkta Rusça, şimdilerde de adeta bir burjuva göstergesi olarak kullanılmakta. Elbette bunda hem bilgi kaynaklı kitapların hâlâ pek çoğunun Rusça olmasının, hem de nostaljik duyguların etkisi var. Ancak soydaş neft ülkesi, yalnızca kuzey etkisiyle değil, güneyde Güney Azerbaycan’a bağlı İran (din) etkisiyle, batıdaysa Türkiye basamağından adım atan liberal rüzgârın etkisiyle tam bir sıkışma yaşamakta. Yani Türkiye’den farklı olarak hiçbir uluslar arası antlaşmaya - pakta bağlı olmayan ve bağımsızmış gibi görünen Azerbaycan, üç taraflı bir kültürel basıncın etkisi altındadır. Avrupa Oyunları konusunda Almanya önderliğinde batı ülkeleri, bu organizasyonun Bakü’de düzenlenmesini Avrupa ülkesi olmaması hasebiyle sert ve keskin bir dille eleştirerek karşı çıktılar. Bu karşı çıkışta yapay tampon ermenistan’ın batıdaki diyasporasını devreye soktuğunu ve bunu yine hamisi Rusya’nın uzaktan kumandasıyla yaptırdığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’nın izlediği politikanın gelmiş olduğu son nokta batı emperyalizminden farklı değildir ve batıda Avrupa, güneyde İran eliyle Azerbaycan’ın kendisine doğru itilmesi konusuna Avrupa Oyunları fırsatı değerlendirilmiştir. Oyunlar öncesi hiçbir batılı ülke konunun ehemmiyetine vurgu yapmazken bir ağabey edasıyla Bakü’yü ve Avrupa Oyunlarını “sahiplenmesi” yanı sıra, Oyunlar’a en fazla sporcuyu yollayarak olsun, altın madalya sıralamasında en çok madalya alan ikinci ülkenin üç misli madalyayı almasıyla olsun, 1. Bakü Avrupa Oyunları’nda akıllarda kalan ülke Rusya olmuştur.

Oyunlara hazırlıkla başlayan bu çetin süreçte alt geçim sınırında yaşayan insanlarla burjuva kesim arasındaki uçurumun büyük bir ekonomik çelişkiyi beraberinde getirdiği açıkça görülmektedir. Oyunlar gerçkekten de açılışından kapanışına değin yüz akıyla ve son derece parlak bir sunumla üstesinden gelinmiş olmasıyla göz doldurdu. Ama? Aması var işte… Çünkü sonrasında, Avrupa’dan uluslararası organizasyon şirketleri aracılığıyla gelen üst düzey beyaz yakalıların alım gücü doğrultusunda bir pazar ekonomisinin oluşması tehlikesi vardır. Esnaf, fiyatları “onların” alım gücü doğrultusunda düzenleyecek ve uçurum daha da büyüyecektir. Tıpkı benzer durumları uzun vadede yaşamış olan Türkiye’de olduğu gibi.

Öte yandan kapitalist sistemin kendi kendini bitirmeye koşulu yarattığı alım gücünden yoksun insan yığınları ne zaman tüketim ekonomisini kriz noktasına getirse, tam da o zaman bölgesel savaşlarla emperyalizmin bu krizi fırsata dönüştürmesi senaryosunu yaşarız. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir misali. Ve sistem insan etine ve kana asla doymak bilmez…

İşte şimdi de aynısı olmaktadır;

Malûm ellerce ermenilerin Azerbaycan tacizi, Putin’in Avrupa Oyunları sırasında Erdoğan’la yaptığı otel görüşmesi – ki muhtemelen Kırım ve Suriye konusunda bir pazarlıktı bu – ve en önemlisi Ön Asya’nın bu karışık atmosferi süre-giderken yine Doğu Türkistanlı soydaşların gündeme getirilmesi. Evet Uygur Türkleri’ne büyük bir tazyik ve yıllardır uygulanan neredeyse soykırım boyutunda bir zulüm vardır. Bunu yadsıyamayız. Ancak ne var ki mağduriyetleri hep böyle kritik dönemlerde gündeme taşınır. Uygur Türkleri, İslami örgütleri besleyenlerin adeta kullanım aracı haline geldi. Türkiye'ye girişine izin verilenler uç dinciler ve cemaatin elinde oyuncak olanlardır. Yine gastarbeyter konusu geliyor burada gündeme. Işid için tımarlı sipahiler gibi asker topluyorlar oradan. Bunu ayırt etmek gerek. Çin’in mağdur ettiği yetmiyormuş gibi cemaat bu mağduriyetten kullanıyor ve kendisine yüzde yüz biyat eden Uygur Türkleri'ni göya “kurtarıyor." Orada ölümü gösterip,  burada sıtmaya razı ediliyor.

İnsanlık hâlâ daha Salazarlar’ın Francolar’ın 3F’si ile devran döndürüyor. Futbol Fiesta ve Fado(kader). Şu duruma uyarlarsak Spor Organizasyonları, Eğlence ve Din… Ve değiştirilen demografik yapılar, içilen kanlar, yenen insan etleri! Yitirilense her daim toplumsal hafıza ve şuur…

Sağlıcakla.
Jale ALTUNEL