23 Aralık 2018 Pazar

açtılar

kusurlu sayıldı
bol küsürlü insanlık
iyiliği yetmedi
baldırı çıplak fukaralığın
ve belki bir anlamı vardı
sözcüklere bile tutsaklığın.

açtılar...

tüm sırlarını açtılar
tüm surlarını açtılar
ve
kusurlarını.

yeğledik sırf bu yüzden
tok bilgilere
üç kuruşluk küsürlü cehaletleri.

fahişeler dostum,
sırf bu yüzden
samimi geldiler hatta
gözüme.
o derme çatma
ve boşvermiş emekleriyle.

"açtılar"
j.ak
23. Aralık. 2018


21 Aralık 2018 Cuma

BİR İÇERİ ŞEHİR HİKÂYESİ

Akşamüzeri mi yoksa sabahın ilk saatleri mi bu alacakaranlık? Küçük bir odada tek kişilik bu yatakta, sırtındaki tüm kemikler sızlıyordu. “Hava ne kadar da soğuk. Nem olmasa soğuğu bu kadar fazla hissetmezdim.” Diye mırıldandı yataktan doğrulmaya çalışırken. Ezan sesiyle irkildi. İrkilme sebebi ezanın hoparlörden değil, yalın bir insan sesinden duyulmasıydı. Ezanın makamına kulak verdi ki akşam ezanı mı sabah ezanı mı olduğunu anlayabilsin. Ama ezan kulağının alışık olduğu bir makamda değildi.

Sıcacık yataktan gönülsüz bir şekilde kalktı, küçük odadaki yekpare pencerenin sımsıkı örtülmüş perdesini araladı. Daracık ve hafif meyilli bir kıvrımla aşağı doğru küçük bir dere gibi inen sokağın köşesinde, ikinci kat yüksekliğinde bir yerde olduğunu tahmin etti. Sokak öylesine dardı ki karşısındaki binalara neredeyse eliyle dokunabileceğini sandı. Tanımıyordu burayı. Buraya nasıl geldiğini ve nasıl uyuduğunu hiç bilmiyor, anımsayamıyordu. Ağzında acı bir pasla odadaki eşyaları inceledi. Pencerenin yanındaki yatağı, dikdörtgen odanın kapısına doğru sol tarafta duruyordu. Kapının sağ yanındaki tekli gardırop üçüncü sınıf otellerde görülen koyu ahşap, iç tarafları ince nişli, masifleriyse bin dokuz yüz yetmişli yılların modern çizgilerine sahipti. Yerler mozaik taştı ve yatağın baş tarafından kapıya kadar uzanan, üzerinde Kars motifleri bulunan mavisi ve kırmızısı bol bir kilimle örtülüydü. Kapının sol yanında bir lavabo, yatağın pencereye doğru başucundaysa bir komodin vardı.

Yatağın altından ucu çıkmış bir bavula ilişti gözü. Bavulu tanımıştı, onundu. Üzerindekilere baktı dikkatle, altındaki pijamamsı eşofmanı çekiştirdi baldır kısmından, aynı şekilde üstündeki kalın penyenin yakasını yenlerini çekeledi, kaşlarını kaldırarak dudağını sarkıttı ve “ne alaka, nasıl geldim buraya yahu?” dedi. Uyku sersemliği geçmeye başlamıştı ve pencereden kapının sol yanındaki lavaboya doğru seğirtti, yüzünü yıkamak, ağzındaki paslı kuruluğu çalkalamak için musluğu açtı. Su cılız da olsa akıyordu. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı ağzını çalkalarken suyun lezzetini fark etti. İstanbul’da neredeyse kırk yıldır unuttuğu bir durumdu musluktan akan suyun adeta içilebilir bir lezzette olması. Bu cılız suyu iştahla içmeye başladı musluktan. Bavuluna yöneldi, fermuarını açtı. İçinde eşyalarını gördü ve sevindi. Üstelik bir yüz havlusu, temiz birkaç çift iç çamaşırı, saç fırçası, makyaj malzemelerini koyduğu çantası bile vardı. Üzerini değiştirdi. Lavabonun üzerindeki küçük aynada derme çatma ve aceleyle makyajını yaptı.

Dışarı çıkarken bavulunu alıp almamakta tereddüt ettiyse de, almamaya karar verdi. Üzerine siyah bir pantolon ve siyah boğazlı bir kazak giymişti. Gardırobun içinde deri ceketini ve botlarını buldu. En son onları da giyip odadan çıktı. Kapının iç tarafında anahtar vardı. Anahtarı yanına aldı, kapıyı kilitlemeye gerek görmedi. Kapı çıkışında sola doğru bir koridordan geçti. Koridorun sonunda aşağı doğru inen dar ve içe doğru yuvarlak bir merdiven vardı. Merdivenin ahşap tırabzanına sıkıca tutunarak indi. Tek bir merdivendi bu ve inmekle bitmiyordu. Koridordaki ışık bir süre sonra merdiven boşluğunu aydınlatmayacak hale geldi ki, alt katta gün ışığının huzmeleri saçlarını ve yüzünü okşadı adeta, zamanı ayırt edebilmişti nihayet. Sabahtı ve alacakaranlık yerini aydınlığa bırakıyordu. Sabahın ilk ışıklarında buranın küçücük, on beş yirmi yataklı bir butik otel olduğunu anladı. Lobide kimse yoktu. Pencereden gördüğü dar sokağı giriş kapısından da görünce kendini çocuksu bir coşkuyla sokağa attı.

Kaybolmamak için her yere nirengi gözüyle bakıyordu. Dere gibi aşağıya doğru bükülerek inen bu dar sokağı arşınlamaya başladı. Rüzgâr bu küçük sokakların arasında bile kapı ve camların pervazlarında ıslıklar çalıyor, saçlarını kırbaç gibi savuruyordu. Sokak bitmiş ve yol iki yana doğru ayrılmıştı ki, sol taraftaki sokağın, yukarıya ve aşağıya doğru uzanan surlarla kesildiğini fark etti. Surların içinde bir yerdi burası.

Tam surların olduğu yöne doğru gidecekken sağ taraftan bir piyano sesi duydu. İçinde tarifsiz bir heyecan oluştu. Nasıl ve ne şekilde geldiğini bilmediği, hiç tanımadığı bu yerde, işitmiş olduğu bu ses içini öylesine ısıtmış öylesine sarmalamıştı ki, kendini güvende hissetti. Sesin nereden geldiğini bulmalıydı. Sağ tarafa ayrılan yol önce düz sonra tatlı bir meyille kıvrılıyor ve sokağın dar olması nedeniyle geri kalan yönü anlaşılamıyordu. Sesin geldiği yöne hızlı adımlarla yürürken sabahın ilk ışıklarında nihayet karşı taraftan kendisine doğru yaklaşan orta yaşlı bir adam görerek bir şeyler sorabilecek olmanın rahatlığıyla adamın yolunu kesercesine önüne atıldı, “Buralarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı?” Adam gülümseyerek, “Hə, bu küçənin axırına in təzə kutab bişirərlər orda” dedi.

Şaşkınlıktan adama teşekkür bile etmeden sadece başını yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak, yüzüne asılı aptal bir gülümsemeyle koşmaya başladı. Azerbaycan’daydı. Piyano sesinin çok yakınına gelmişti. Hatta piyano sesinin yanında gülüşmeler konuşmalar da duyulmaya başlamıştı. Ne yöne gittiği yukarıda anlaşılmayan sokak tekrar sağa kıvrılmış ve yolun sağ tarafında da kapısı ardına kadar açık bir ev gördü. Piyano sesinin bu evden geldiği aşikârdı artık.

İçeri dalarken en ufak bir tedirginlik duymadı Çolpan. Girdiği yer evin avlusuydu ve piyano sesine karışmış insan sesleri tüm avluyu kaplamış, ipek bir örtü gibi sarmıştı bu dar sokaklı minyatür şehri.

Avluyu çepeçevre saran kare yapının birinci katında tırabzanlara tutunarak belinden aşağıya düşecekmiş gibi sarkan güzelce bir kadın kahkaha atarak el salladı Çolpan’a. “Həəyyy gəl bura, gəl sənallah!” İşaret parmağıyla avlunun sağından yukarı çıkan merdiveni gösteriyordu. Çolpan merdivenleri hızlı bir şekilde çıkarak kadının yanına geldi. Kadın genç ve güzeldi. Su yeşili kaşe eteğinin üzerinde etek boyunda nar çiçeği renkte bir tunik, içinde beyaz boğazlı bir kazak, kazağın üzerinde de altın renginde iri halkalı ucu etek bitimine kadar sallanan kalın metal bir kemer vardı. Saçları geriye doğru krepeli, omuzlarına doğru dökülüyor, yumuşak kumral rengi, zarif bir kıvrımla narçiçeği tuniğinin üzerine düşüyordu. Çolpan’ın hızlı adımlarla yanına gelişine sabırsızlanıp, tutunduğu tırabzandan öne doğru güç alarak koştu ve Çolpan’ın ellerini tuttu “Gəl əzizim içəri gədək” diyerek Çolpan’ın tek bir söz söylemesine soru sormasına bile meydan vermeden çekiştirerek onu evin geniş holüne soktu.

İçeride akşamdan kalma bir partileme hali vardı. Dört erkek üç kadından oluşan bu grup, piyano eşliğindeki tatlı sohbetlerini adeta bitirmek istemiyor, son birer kadeh daha kırmızı şarap içmek için Çolpan’ın gelişini bahane ediyorlardı. Çolpan orada kendini yıllardır tanış olduğu insanlar arasındaymış gibi rahat, konforlu ve samimi hissediyordu. Gözü odanın sol tarafında kenarı duvara yaslanmış piyanoda ve kendisine arkası dönük olarak piyano çalan adamdaydı. Adam Çolpan için kopan patırtıyla çalmayı durdurup piyanosunun başından kalktı. Döndü ve Çolpan’a doğru yaklaştı, “Nəcesən aycan, bizi xoşbəht əledin, xoşgelmişsin” dedi. Çolpan, kalın aşağı doğru uzanmış bıyıklı, geniş favorili kemerli burunlu beyaz tenli ve anlamlı bakışları olan bu adamın elini sıkarken bir elini de onun omzuna koymuştu. Adam da aynı şekilde sol elini Çolpan’ın omuzuna koydu ve “Sizə təzə yazdığım mahnımı icra ətmək istəyirəm Xanım” dedi. Çolpan atıldı, “Adı? Adı ne acaba?” Adam hiç düşünmeden cevapladı “MART”...

Çolpan ona ikram edilen bir kadeh şarapla beraber, masanın üzerinde akşamdan kalma atıştırmalıklardan yemeye koyulmuştu ki orada duran gazeteye ilişti birden gözü. Gazete kril harfleriyle yazılmıştı ve üzerindeki tarih 1977’ydi. Derhal piyanosunun başına, yeni bestesini çalmak üzere oturan adamın yanına giderek, “Doğru mu bu gazete? 1977 yılında mıyız? Sizin adınız ne?”diye sordu. Adam kalender bir kahkaha patlattı, “Nolsun ki sən hansı ildə olalım istəyirsən? Biz hər vaxtta olarık. Mənim adım Vaqıf” dedi ve bestesini çalmaya koyuldu...

Çolpan telefonuna alarm zili olarak yüklediği Vaqıf Mustafazade’nin Mart adlı bestesiyle tatlı uykusundan uyanmıştı. Rüya mıydı gerçek miydi tüm bunlar? Yatağından kalkıp perdeyi araladı, sokağa baktı. İstanbul İdealtepe’deki evindeydi. Göğe bakarak gülümsedi ve gözlerini kapadı. Tek bildiği şuydu ki; Vaqıf Mustafazade yaşıyordu...

Işıklar içinde uyu Vaqıf. 
JALE ALTUNEL 
Nartugan/2018

bizim dansımız

aşk emekçisiydi
renklerin dansı bir ara
tekmeler atıldı birden
ayaklarına
coşkuyu parçaladı emekçi, 
o acıyla
ve çocukça bir ludist edasıyla.

sarı sendikanın
ara bulucusu gibiydiniz
aşk karargâhında.
şuursuz, esrimiş, etobur.
patronla hemen ortak olur,
renksiz bir dans satın alır,
satardınız sonra
beş misli fiyata.

bilir misiniz?
aşk emekçisidir
renklerin dansı hâlâ
kâh selâmını alır Şehriyar’ın
Haydarbaba’dan
kâh bavulunu taşır bir göçmenin
Orta Asya’dan.

acıya dayanıklıdır dostum
renklerimiz
ne eğilmekten anlar
ne bükülmekten, sözlerimiz.
kızıla döndüğünde
gönül dağında gök kubbemiz,
turkuaz türküler yakacağız
aşktır mürekkebimiz.

“bizim dansımız”
j.ak
19. Aralık. 2018

7 Aralık 2018 Cuma

göçmen kış


söz yorgunluğunda uzun gece
soğuk,
histeri nöbetinde
gözkapakları tahammülsüz
ve son falsoyu verip
son sözlere,
kornerden gol edasıyla
yolladık gözden kulağa sanki,
küpe niyetine.

davasından habersiz
bir göçmen işçi
şu yağmur.
getirdi tarlalara yollara, bağlara
koskoca bir bozkır
ve söz yorgunluğunda bu ara
haklı bir dava.

davasından habersiz
bir haklılık,
gönül dağında birikmiş kar.
bıraksan,
memleketin en güzel havzalarına
damarlarından dolar
ama
öyle yüksek haykırdınız ki
çığa döndü hak
ve altında kaldı söz.

“göçmen kış”
j.ak
7.Aralık.2018


1 Aralık 2018 Cumartesi

MEMLEKET






                                                                                                      "Memleket"

                                                                                                   JALE ALTUNEL
                                                                                                     30 Kasım 2018