31 Ekim 2012 Çarşamba

tek gün geçmiş


kırık bir geçmişi oyalar zaman
sadece tek gün geçmiş olmalı ardından
batık sözleri ayıklıyordum
adımlarımdaki kanlı yaradan
ki döndüğümde seksen dokuzundaydı
barut kokulu bir an.
en sevilen karelerde yaşanırken göç
öç alınıyordu bütün kanatlardan.
ve üstelik
yaşam derdindeyken  yolcular,
filmden atılmıştı, en canlı parçalar.
sayamadım kim bilir bu kaçıncı tekrar
hazırdı yol kazalarına hep, gardiyanlar
derin uykulara zorlanırken o en derin sevdalar
yedi uyuyanlar gibi korktular
dönüp de yola bakmaya
sararmış örtüler olup örttüler sonra
sandıktan çıkanlarla üzerimizi.
her defasında 
daldık gittik biraz daha
bilgiyi satanlara 
ki,
boyunlar güç, yoktan seçene…
ve kumdan saat örte dururken amforayı
ayıklıyorduk hep batık bir yazıyı
kazımışlar  üzerine her bir anıyı
beraberce okumalı bir gün
bütün ziyandan gayrı…

“tek gün geçmiş”
j.ak
30.Ekim.2012


9 Ekim 2012 Salı

Türkiye'de Spor Yazarlığı...

Tüm kulvarlarda olduğu gibi spor konusunda da çizgi, kapitalizmin en güçlü enstrümanı olan reklâm olgusu etrafında ağını hazırlamış ve gidilecek yön, mesafe, açı buna göre belirlenmiştir.

Memlekette spor yazarı olmaz olur mu hiç? Basketbol branşında bir Bilgin Gökberk varsa her branşın en az bir Bilgin’i vardır. Konularına kafa yormuş, ne yazması gerektiğini gayet iyi bilen insanlar çok olmasalar da varlar. Ama sistem oyunun kurallarını belirlemiştir ve belli bir uzunluktaki ipi de salmıştır ortalığa.

Tüketime endeksli seyirlikler, sonucu ve alt metni bakımından kitleleri nereye götürmeli ve hangi duygulanımlara sürüklemeli konusunda tüm medya araçlarının takındığı tavır ve giydiği kostüm bellidir. Bunun dışına çıkılarak yapılan işler, yazılan yazılar, okunsalar bile yerleri yukarıda bahsettiğim  “çizgi”nin dışı olacaktır. Kendisine alıcı bulabilse bile aracısını bulamayacaktır. Yani onu kitlelelerin kabulüne arz edecek bir talep olmayacaktır.

Sporun; yenmek, kazanmak, güçlülerin kabul görüp zayıfların elendiği vahşi kapitalizm çarkının dişlilerinden biri olduğunu görebilmek, çok da mikroskobik bir durum olmasa gerek... Bu durumda, neden spor yazarı yok sorusu kendi kendini imha etmiyor mu zaten?

Spor şah, spor yazarları şahbazdır bu durumda...

İşte bugün spor ve siyaset arasındaki bağ, insanları her konuda fanatik birer taraftar haline dönüştürme çabasına çanak tutar. Sistem bir oyun alanı oluşturmuş, oyuncakları da dökmüştür önümüze. O oyuncaklar rengârenktir. Seç beğen al...  

Spor yazarları da oyuncak sepetinden kendi payına düşenleri gereği gibi alabilmişse, sistemin parlayanları arasında yer bulur kendine. Sonuçlar, güçlüler, en ama enler... Sporcu, gözü kapatılmış bir toplumun dövüşçüsü, spor yazarı da gözlerin kapalı tutulmasında gereğini yapabilen olağanüstü bir kalemşördür. Tabi ki müsade edilen şekliyle.

Madem artık spor bu şartlarda önümüze konmuş, onun oyundan koparılıp, kazanma esası üzerine kurulu yapısı, gitgide daha da artan bir ivmeyle tırmanıyor, sanırım ithal sporcuların fazlalığı Türk Sporu’nun da tıpkı diğer üretimler gibi neden durduğuna ya da durdurulduğuna yanıt olacaktır. Ülkede bir üretim olumlu ve başarılı yönde seyrediyorsa, ihraç edilen ürünler sunmalıdır. Ve ihracatı ithalatından daha fazla olmalıdır. Türkiye’de spora baktığımızda ithalatın ihracattan çok çok fazla olduğunu görüyoruz. Bu durumda bakmamız gereken yer direkt olarak altyapılardır. Külüplerin altyapıları.

Büyük küçük ne kadar kulüp varsa, oyuncularının pek çoğu kendi altyapısından gelmez. Satın almanın yetiştirmekten daha ucuz değil ama daha kolay olduğu aşikârdır.

Bu kolaycılığa giden yolda kulüp başkanlarının kulüpleri para konusunda nasıl idare ettiği ortadadır. Spor-iş yasasının olmaması, hâlâ daha başkanların tıpkı birer “ağa” gibi kararlar almasına yol açar. Sporcu ve kulüp başkanı arasındaki ilişki işçi işveren ilişkisi değil, efendi-köle ilişkisidir. Hâl böyle olunca aynı ilişkilerin devamının medyaya da uzanması kaçınılmazdır. Memleketteki spor yazarlarının her biri bir spor kulübünün amigosu gibi davranarak, yazılarını da bu sevgi(!) ve sadakatle(!) yazarlar. Methiyelerle sayfalarını şenlendirirler, sonuçlarla, kişilerle uğraşır dururlar.  Kişiler genellikle yıldız diye adlandırılan futbolculardır. Kolay değildir tabii, onca para akıtılmıştır bu falanca yabancı oyuncuya. Özel hayatı, saha içi performansıyla at başı bir seyirde gider ve taraftarların bunlarla ilgilenmesi sağlanır kolayca. Medya, halk bunu istiyor’larla işin üzerini örbas etmiş, perde arkasından kıs kıs güler. Bu kulüplerin de işlerine gelir çünkü hiç biri istemez altyapı sorunlarıyla, tesis yetersizlikleriyle, sporcu yetiştirmedeki başarısızlıklarıyla falan ilgilenilmesini, bunun ifşa edilmesini.

Sözün özü, sağırların birbirini ağırladığı bir ortam zaten uzun yıllar önce yaratılmıştır ve bu düzeni kimse kimseye bozdurmaz.

İşte bu yüzden Türkiye’de spor yazarlığı bir illüzyondan ibarettir.

Yapılan "taraftar kalemşörlük"tür sadece... 

Gerçek yazarlar üzerine alınmayacaklardır bilirim. Üzerine alınması gerekenlerse asla bu yazıyı görmeyecek(!), bilmeyecek(!)lerdir..




Jale ALTUNEL



talan

caddelerin belli nirengileri
her biri insan seli
yola her revan oluşta yüzleri yabancı, yüzlerine
ve çoğu kere de selâmlamadan geçtiler
gökdelenleri.
aceleciydiler aceleci,
toplu taşıma araçlarında okuyorlardı
malûm gazeteleri
o gazeteler ve televizyonlar ki,
savaşa hayır çığlıklarıyla yollara dökülen yüzbinleri
yok sayarken
hayvanlar ölmesin diye haklı bağrışanlar üzerinden
prim yapıyorlardı
halkın koyunluğuna dair.
anlayamıyordum anlamayanları
oysa modaları yaratanlar her zaman
modacılardı.
kaç Türkiye’nin sabahı olduk gamlı,
bahar ve yaz mevsimlerinde en çok
güneşimiz utandı
diyeceğim o ki
aşinalıklar bu ara çokça azaldı.
meselâ Radyo Binası bile satılıkmış BM’ye
Nazilli’deki Sümerbank, ilk işleriydi hani
acel tecel sildiler bütün izlerini
değişti okuldaki kitaplar müfredatlar
güneşimiz karardı.
“geldikleri gibi giderler” demişti Haydarpaşa’da
on sekizde,
en çok orası yok edilmek istendi...
memleketin yeni çehresine
yüz sürdü ayinleri anımsatırcasına
kimileri.
ve o kimileri çok sevdiler parayı
tüketirken en pahalı  benzinini Avrupa’nın
en pahalısına biniyorlardı arabaların
bu mutlu halleriyle
milletime ikide birde
koyun diyorlardı üstelik.
anlayamıyordum bu anlamayanları
oysa modayı yaratanlar her zaman
modacılardı…

“talan”
j.ak
09.Ekim.2012

"Dünya değişiyor, sen ben değişiyoruz şekerim!"


Geçen sene hani şu bir gecede alınan kararlardan biri alındı. Kanun Hükmünde Kararnameyle Milli Eğitim’in millî olan tüm değerleri yok edilmek için, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirmeyle ilgili madde tarihin karanlık sularına gömüldü.

Bu yıl derhal kollar sıvandı ve hazır iş bu hâle gelmişken 4+4+4 denilen eğitim modeline geçildi. Seçmeli dersler, hacılar hocalar derken bir de 66 aylık bebeleri annelerinin koynundan söküp alma telâşına girildi. Doğrusu bu geçişlerin bu kadar alelacele olabileceğini düşünmemiştim. Hazmettirilmeye çalışılır sanmıştım, oysa lokmalar, yine ağzımıza, burnumuza yutkunmamız bile beklenmeksizin tıkılıyor.

Geçen yıl bu konuyla ilgili yazdığım bir yazıda, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirme maddesinin KHK ile kaldırılmasının önümüzde bir engelden çok, çocuklarımıza “Atatürk’ü doğru anlatabilmek” için iyi bir fırsat olduğunu söylemiştim… Baktım ki bazı yazarlar “Çocuklarınıza Atatürk’ü anlatın!” gibisinden çağrılar yapmaya başlamışlar. Bir GÜNAYDIN daha borcumuz olsun…

Değişim olmalı esasen. Şener Şen’in baş rolünü oynadığı muhteşem bir film vardı hani. “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” diye. Orada Şener Şen’in bir repliği vardı; “Dünya değişiyor, sen ben değişiyoruz şekerim” diyordu… Vallahi bizim memleket de durduğu yerde durmuyor uçuyor mübarek değişmek ne kelime!

Harp Okulları’na önümüzdeki yıldan itibaren, İmam Hatip mezunlarını da alacaklar misâl…

Tabii hay hay buyursunlar girsinler... Ama benim şu kötü işleyen aklım yok mu?!

Hemen bugün okuduğum bir habere dikkat kesildim ister istemez. Haberde deniliyor ki, memurlara hem müjdeli, hem de üzücü haber… Allah Allah(?) deyip okudum nasıl bir müjde bekliyormuş memurlarımızı ve niçin üzüleceklermiş diye…

Esasen bizi yönetenler öyle mükemmeliyetçi öyle çalışkan, öyle ince eleyip sık dokuyan kişiler ki; İşini doğru lâyığıyla yapana zamlı tarifeler uygulanırken, işini iyi yapamayan (neye göre kime göre belirtilmemiş) memur, memuriyetten şutlanacakmış,mış…

Harp Okulları ile ilgili komplo teorim şudur; Bir süre sonra bu okullara İmam Hatipli olmayanları almayacaklar. Ya da bir süre sonra İmam Hatipli olmayanlar parmakla gösterilebilecek bir azınlık haline dönüşecek.

Bunca gidişata baktığımda şu 4+4+4’le ilgili de bir komplo teorim daha yok değil.

Şimdilik 12 yıl zorunlu eğitim olarak görünen bu sistemin zaman içerisinde İlk, orta ve lise olmak üzere üç kademeyle adlanarak dileyen ailelerin kız çocuklarını 4 yıllık ilk okul dönemi sonrası “bazı koşullar altında” okuldan alabilmelerinin önünün açılacağını düşünüyorum açıkçası. Zira 5.5 yaş+4 yıl eşittir dokuz (9)... Hani Hz. Aişe’nin Hz. Muhammed tarafından resmen haremlik olduğu şu malûm yaş…

O’nun (Hz. Muhammed’in) yaptığını yapmak, dînen sünnet olarak nitelenmektedir bilindiği üzere.

Neyse bu kadar da kötücül düşünmemek lâzım. Bu eğitim sistemi(!)ne böylesi aptalca, pedofilikçe, canice bir düşünceyle girişmemiştir mutlaka bizi yönetenler. Bu, benim gibi art niyetli, kötü kişilerin sanrısıdır muhakkak. Ama yine de memleketteki hali hazırdaki çocuk gelin nüfusu düşünüldüğünde ve bunun 12’lere 11’lere indiği görüldüğünde o bazı koşulları ister istemez düşüyor insan, elde değil. Ailenin onayı ile gerçekleşen yığınla peşkeşi zaten yaşamıyor muyuz ki?.. Diyorum ya bunlar “kötü düşünce sahibine aittir” minvalinde benim hüsn-ü kuruntularım olarak kalır umarım… Umarım!

Sözün özü, son ahvâl ve şeraite baktığımızda, tam bir memleket trajikomedyasıyla karşı karşıyayızdır…

Memurlar gözünün üstünde kaş olduğu üzere işten çıkarılabilecekler. Bunu demiş miydim? Neyse bir daha dememde bir sakınca görmüyorum. Ve memur ne yaparsa, (nasıl bıyık bırakırsa, kafasını nasıl bağlarsa..) zamlı tarifeden yararlanacak, onu parantez içimden düşünüyorum şimdilik…

Asker, polis ve diğer sivil devlet memurları süratli bir biçimde değişime sürüklenirken, bu arada kızlarımız da 9 yaşında ilköğretimi bitirmek gibi bir değişimden nasiplenecekler !..

Che'nin doğumgünüymüş bugün. Onun şu güzel sözünü anarak selâmımızı yollayalım; 

"Özgürlüğün önündeki en büyük engel, halinden memnun kölelerdir" demiş... 


İşte yandaşların paraya tapan eyyamcıların neye uğradıklarını şaşıracakları bir Türkiye uçurumu yaratılıyor ki tam bir dipsiz kuyudur bu. Suriye konusunaysa hiç girmeyeceğim... Çünkü tüm bunlarda olduğu gibi dış politikalarda da kendi kararlarımızı vermiyoruz ki!


Jale ALTUNEL
9.Ekim.2012

2 Ekim 2012 Salı

vapur edası

sarı tonda serenatlar duyduk
adları hep kayıp.
minibüsten vapura giderken
her durak,
daralmış yüreğin
boynundaki ipi,
gevşetir artarak.
şimdi deniz seviyesinde
derin bir nefes günü,
ve sırtımda artık 
ıssız bir gömü
ölüydüler  çoktan, 
sarı tonlarım ölü,
buruk kırık tatların
tadına varmıştım çünkü.
saklamıyordum üstelik
kendimden bile bunu
kabullenmek yenilgiyi
bazen  en zoru.
vapurda,
vakur bir eda patlattım!
yasakladılar ama,
bir de sigara yaktım.
deniz miline vururken 
zamanı Marmara,
kısılarak söner bir serenat daha,
şu iskeleden ayrılırken
iç ufuklarımda...

“vapur edası”
j.ak
02.Ekim.2012