18 Eylül 2011 Pazar

AFERİN!

Bu hükümetin ne zaman başı sıkışsa konuyu döndürüp dolaştırıp kadına getirmesi artık klâsikleşti.

Türban, türban türban...


Neredeyse 80’den beri her hükümetin şu veya bu şekilde ya gündeme getirdiği ya da başa çıkmaya çalıştığı(!) bir konu olmuş ve ne kadar güzeldir ki, gündemi meşgul edebilmeyi başarmıştı. Ancak bu hükümet zamanında ne var ki o kadar fazla gündeme geldi ve o kadar çok tekrarı yapıldı ki, artık insanları o kadar da fazla etkilememeye başladı bu “türban” konusu...


Şimdi artık yeni ufuklara yelken açmanın zamanı gelmişti. Daha vurucu daha çarpıcı konularla gündemi oyalamak adeta farz olmuştu. Ne de olsa kadınların etekleri altına sığınmak her daim işe yarar bir durumdu.  Neyse ki bu kez buluş HSYK’dan geldi ve “iş yükü” bahane edilerek “kadını tecavüzcüsüyle evlendirelim de iş yükü azalsın” gibi gündemi alt üst(!) edecek bir konu bulundu.


AKP PKK ile müzakereler mi yapıyormuş, NATO’nun Ortadoğu katliamına ortak mı oluyormuş, Vatan ellerimizden mi kayıyormuş kimin umurunda? O çok beğenilen köşelerden bile “kadın kadın” sesleri yükseliyor. HSYK’nın bu saçmasapan çıkışına gözlerimizi kapatalım demiyorum tabii ki. Ama



Ortadoğu’nun jandarmalığı yapılırken,

AKP PKK ile pazarlıklar yapıyorken,

Memleketin çivisi bu denli çıkmış iken,

Ordumuz terörist muamelesi görüp gerçek teröristlere “özgürlük savaşçısı” deniliyorken,

En açık şekliyle koskoca bir memleket tecavüzcüsü Amerika ile evlenmiş ve adeta balayı keyfi sürüyorken,

Neden hâlâ daha kadınların etekleri altına saklanıyor bu yazarlarımız?
Üstelik bu yapılan “sözde muhalefet” adı altında gündeme getiriliyor. Çok yazık!

HSYK için ise söylenecek söz bile bulamıyorum. Kendi yakınlarının başına aynısı gelsin ve onları tecavüzcüleriyle evlendirsinler bence. İş yükü azalmış olur hem. 

Allah sizin tepenizden baksın e mi?

Konuyla ilgili sorularım ise şunlardır;

1)     Tecavüzcüler birden fazla ise kız kime verilecek? Ya şundadır ya bunda mı oynayacak hakimlerimiz yoksa kısa çöpü çekene mi verecekler kızı?

2)   Tecavüz edilen zaten evli ise kendi kocasından boşattırılıp tecavüzcüye mi vereceklermiş acaba kadını? E iyi de o zaman iş yüküne yeni işler biner?!


Bir de kadına şiddet uygulamaları için Kamu davası açılmasın buyurmuş HSYK. Adamlar yememiş içmemiş düşünmüşler işte...

Bravo HSYK!

Aferin çok çok iyi düşünmüşsün!


15 Eylül 2011 Perşembe

İKİNCİCİDEN YENİ ATAK...

GazeteVatan 14.9.2011 tarihli bir haberinde,


`Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, göreve geldikten 3 ay sonra bakanlığa neşteri vurdu. Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren KHK ile, “Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun” yürürlükten kaldırılarak, bakanlık merkez teşiklatlanması yeniden yapılandırıldı. Yapılan değişiklik ile bakanlığın görevleri arasından,
“Atatürk Milliyetçiliği’ne, laik sosyal hukuk devletine bağlı vatandaş yetiştirme” çıkartılırken, Bakan’ın görevleri arasında yer alan “milli güvenlik siyasetine” bağlı olma şartı da yeni KHK’da yer almadı.` Deniliyor…

Hazretin bu kararı KHK (Kanun hükmünde kararname) kapsamında oldu bittiye getirilmiş ve konuyla ilgili ne bir toplumsal uzlaşı ne de meclis içi tartışma yapılmıştır. Bunun adına olsa olsa “faşizmle at koşturmak” denir.

Mayıs 2011 tarihli “Sürreel bir yap-boz” adlı yazımda 22 Ağustos internet sansürünün (paket internete geçişin) pornoyla falan alakası olmayıp amacın da çocukları ahlâka aykırı yayınlardan korumak olmadığını yazmıştım. Ve,

“Şimdi düşünün Anayasamızın ilk dört maddesi değiştirilmiş ve Türk-kürt Federe Devleti gibi akıllara ziyan bir proje hayata geçmiş… Atatürk Milliyetçiliği diye bas bas bağıran bizlerin Türk Milliyetçiliği, Kemalizm gibi sözcükleri kullanmamıza müsaade edilir mi? Kemalizmi savunmak anayasal bir suç haline gelmez mi o zaman?” diye sormuştum.

Aynı haberde zorunlu din derslerine dokunulmayacağı Dinçer’in açıklamaları arasında. Bu kararda aynı zamanda “lâik, sosyal hukuk devletine bağlı vatandaş yetiştirme de kaldırılmıştır. 


Yapılmak istenenler adeta kör göze parmak sokma kıvamına gelmiştir artık. İnternet sansürü henüz çok belirgin boyutlara tırmanmamıştır. Nedeni “İnternetime dokunma”, “bloğuma dokunma” gibi toplumun genç kesiminde bir anda infial(!) yaratan toplu hareketlenmeler olsagerektir. Ama ne var ki ustalık dönemini yaşayan bilge hükümetimiz durup düşünmüş olmalı ve “olsun canım sırası mühim değil, önce hele bir şu Atatürk’ten kurtulalım da gerisi gelir nasıl olsa” demiştir. “Bugün müfredattan kalkan yarın da yasaklı oluverir o da çok mu zor?”

Toplumsal gidişata baktığımızda görüyoruz ki evet çok da zor gözükmüyor şu dönemde. Siyasetin aylık hatta haftalık oldu bittilerin yerli dizilere eklemlenmesiyle yaşandığı bir memlekette kolay bile sayılabilir. Nasıl olsa diziler yeni yayın dönemlerine başladılar artık.  

İnternetime dokunma diye bas bas bağıran güruh acaba ATATÜRK’ÜME DOKUNMA diyebilecek mi çok merak ediyorum!

Bu yeni kararnameden sonra okullarda olabilecekleri sırasıyla düşünebilmek çok da zor değildir. Andımız kaldırılacaktır. Okullardaki Atatürk büstleri ve fotoğrafları kalkacak ve milli bayramlarda yapılagelen kutlamaların ve coşku dolu törenlerin yerlerinde yeller esecektir. Son olarak da Atatürk adını ağzına alan gençlerin ağzına acı biber sürmek, yetmediği yerde de dayak kötek, var sanırım sırada. Yani yasaklama.


Algı saptırması, dezenformasyon, olayların ve haberlerin manipülasyonu gibi son üç dönemdir alışageldiğimiz yalan rüzgârı adlı film senaryosuyla olsun oyuncularıyla olsun biliyoruz ki azımsanamayacak bir kitleyi peşisıra sürüklemektedir. Atatürk militarizmle özdeşleştirildi herşeyden önce, sonra Türk Silâhlı Kuvvetleri ve Atatürk tu kaka kavramlar yapılmaya çalışıldı. Milletken halklar, halklarken azınlıklar oluverdik. Ara sıcaklarsa sanatçı bozuntularının cep doldurma telaşı ile birlikte sözde ezilmişin ve sözde mazlumun yanında boy göstermeleriyle kucaklayıverdi(!) toplumu. Son seçimlerde Kürt bloğuna oy verip, o da yetmez gibi Aynur Doğan’a koştura koştura destek verenlerin Karadeniz Türkülerini cici kız edasıyla söylemeleri de aynı kucaklamayı yapıverir hatta... Ne sevimli! 

İşler daima çan eğrisinin yasaklama sınırına tırmandığında ki orası tepe noktadır, tepe taklak tersine doğru inişe geçer. Sayın Yılmaz Dikbaş’ın “oh oh çok güzel oluyor” adlı yazısını anımsar ve hatta bir kez daha okursanız, değil umutsuzluğa kapılmak, yepyeni pasparlak bir umudun aydınlığını daha net görebilirsiniz…




13 Eylül 2011 Salı

oysa yol, uzun...

ayakta ağırlar hüznü gece
karanlık sorar tetikçisini gözyaşlarının
artık akmayan duygularla bir, yorgun, kırgın
günler en uzun halindeyken bile
bir kavuşma sahnesinin o sarılma anı kadar kısa
oysa yol, uzun...
ayaklarımızın altındaki o tozun, mavi acılarında
edepsiz siyasetçi çığlıkları yankılanır
boş kulaklar bile, bilir uyku arası sarhoşluğu ki;
her soluk,
satırları dolduran sarı sayfalarında  gecenin
yeni bir göreve kapanır.
ve ayakta ağırlar
nefeslerin yutakta unutulduğu anı gece
sorgu artık tüm çaresizliklere
 ve git gide ağırlaşırken işkence,
koca bir vatan, içinden çoğalır
içine akan ıssızları ile.
biliyor musun? umudu saklamışlar
en kuytu köşelere,
kolları, tersine akmaya çabalayan suları olmuş
satılmaya yüz tutmuş ırmaklarımızın,
anne kucağından koparılmış  bir çocuk gibi
uzanır bize o kollar ve bağırır yaygaracı bir sesle;
“bulun beni, duyun beni” diye.
radyodaki kan anonslarına kılı kıpırdamayanları
anlayamam bir türlü,
hani duyarız ya;
“bir bebek için çok acele” der bazen...
bir bebek işte yahu! bir sübyan
uyan artık ey ahali uyan!
kan kaybediyor bu vatan!
ne zaman uyanırsan,
o zaman elleri uzar yeniden umudun
güm güm çalınan o davulun
keser sahte seslerini
siler bir gün alınlarımızın ak terini,
bırak umut paylaşsın,
tüm eski sevgilerimizi bizimle
ki o tanıştır zaten tek tek, her biriyle.
bilirsin bilgidir en güzel sevgilerin tortusu
uyuduğun bu uyku, suni karanlıkta uyunan
onlarca yıllık gündüz uykusu,
artık uyan!

“oysa yol, uzun...”
j.ak
12.Eylül.2011