31 Aralık 2010 Cuma

AĞLAMAK VE GÜLMEK

kapı aralık,
aralıkta ocak’lar
tütmez olmuş
-sanır bazıları-
ki ayıptan öte bir
karalık
hazırcılıktan doğma
aptallık,
ŞU YENİ YIL…


Gülmekle kardeşti ağlamalarımız, Oğuz Aral’lı Gırgırlarımız. Hayatım boyunca biriktirdiğim tek şey gırgır mizah dergisi olmuştur. Şu dost biriktirme lâfına oldum bittim kızarım. “Dost” biriktiriyorsun, insana eşya gibi davranıyorsun. Kendi  eşyalığını  düpedüz ilân ediyorsun? Sevgiler birikmeli oysa…

Ve,

Ellerinin emeğini biriktirmeli insan!

Yüreğindeki duyguyu!

Gözünün nurunu!

Budunun umudunu…

Toparlanmış eşyalar gibi bir başka diyara göçüp gidecek birikenler ve sen üzerine bir çift hatırlatma notu bile koymamışsın aradıklarını bulabilmeye dair.  Ağlamak da içinde gülmek de…


Bölünmenin önünün açıldığı, Cumhuriyet değerlerinin yerle bir edildiği, buram buram faşizm kozasına yamandırılmış, edebiyatta satirin, mizahta hicvin bitirildiği, insanların ağlamakla kardeş tebessümlerinin bile üç kuruşluk palavralarla ancak belli dozlarda verildiği, tuhaf, abzürt, yakışıksız ve zavallı bir “ocak” ki tütmüyor dumanı!!!

Tüm duygular sanki, ustalaşmış bir estetik cerrahın zerk ettiği o felç edici zehri içmiş gibi. Sistem sinsice botokslarken milli iradeyi, insanlar bir kap çorba, sıcak bir ev ve güven derdindeydi… Şaşkın ve ifadesizken tavırlar, “far sıkılmış geyik”ti insanlar. O far ki memleketimdeki tüm “mış gibi”lerin gerçek karanlığından serpilenler, onlar ki sözde   siyasetçiler…


Çalınmıştı balansörleri savunma mekanizmalarımızın, ruh pınarlarımızdan: Gülmek, ağlamak…


Televizyon haberlerindeki trafik kazalarında ölenlere, doğuda kanıyla toprağımı sulayan şehidime, batıda babasının kollarında yanarak can veren biçareye akmaz olurken bir damla bile yaş, Fatmagül’lere,  Yaprakların dökümüne sel oldu ağıtlar, bağırlara basıldı taş(!) 

Gülmek varken katıla katıla,  yolda yanlışlıkla çarpan adama
Bıçaklar çekildi son söz son nokta.

Tahammülsüz toplumlarda, hastalığın en sinsisi yapar insanda akıl esrimesi. Ruhsal dengeler kaybolmuşsa, bir slogan manyaklığı, bir son söz söyleme hastalığı peydahlanır. Tehlikelidir bu fanatizm, TEHLİKELİ !

ağlarken falanca artistin yaptığı role,

göbek atarken sabah eğlencelerine,

ya da bıçak çekerken alakasız birine,

birileri gülerekten,

o far sıkılmış botoks felci yüzüne,

memleketi devrediyor yabancı ellere!

işte bu yüzden;

yeni yılda ağlamak  ve gülmek dilerim ben

denge niyetine,

tüm GERÇEKLİKLERE!

Bir Şiir Olsam


ne kadar bozguna uğratsam 

yüreğimin ritmini, 
o hep aklımla çifte koşulmuş akşam; 
geceyi bekledi kâh,
ve kâh  bir tarla dolusu 
sarı papatya  gündüzde… 
bir parça bıraktım kendimi, 
gördüklerim  karşısında
söz dinlemez oldu
akıl ve yürek.
ne var ki  bu durum
ihlâl etmez sınırları, 
bilerek...

her kurduğum barajın yıkımına telaşlandı 
yüreğimin kırılası parçalarına dadanmış,
fil edâlı iyimser budalalıkları… 
bunların tümünü kendime oynadım. 
tek kişilik gösterimlerin tek seyircisi benim
ve her gün,
kendime bir bis alkışı daha yaptım 
eksilmesin içim… 
Eksilmesin.

böylesi durumlarda 
söz konusu olur mu “af”?  
yaşamın kendisi araf!
buna  cevabım da sorum da
baştan beri saf… 

uzunca bir süreyi 
geçmişe göndermiyorum, 
zaman kadranımın sağanakları 
her damlası!
kurduğum köprünün 
altından geçen nehre katılan.  

bütün hücrelerime sinmiş olanın
yokluğunu taşıyamaz aklım. 
kızıyorum kendime,
izinsiz bir taaruzu andırıyor 
bu garip tavrım. 
ki aşkolsun!

yaşamak, deli cesaretim,  
ve  kendimi bilme esaretim 
okuduklarım anlaşılmaz değil ama, 
aynı paragrafı beş kez okutur imgelemim… 
aklım ister istemez yoktur evinde 
ve kişisel toplantılar yapar kulaklarımda “biz”
o an en işitme engelli ben olurum 
sorulanlara cevabım hep sessiz 
“tekrar eder misiniz?”   
aradığımı bulamazken tam önümde durana, 
en kör göz bendedir o anda
sevdiğim lezzetin tadına varacakken meselâ,
başka bir tat olur düşlerimin örtüsü,
ve derhal gelir hayallerimin sansürcüsü...

dokunamam seslere, 
çünkü tüm keşifler, 
zaten ölüdür
parmak uçlarım 
gitarımın perdesinde o an,
en cesur acizlerden  
sadece dördüdür...
sevgi akar
seslerden bana doğru
ve başımı
döndürür...



“bir şiir olsam”
j.ak
25.Aralık.2010

25 Aralık 2010 Cumartesi

MODERN ÇAĞIN ZEBRALARI

Düşmek en büyük korkulardan biriymiş. Konuyla ilgili değişik değişik yorumlar vardır ama benim aklıma en çok yatanı en bilindik olanıdır. Şöyle ki; Evrilme sürecinde ilk insanların vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç tepelerinde uyumalarının zorunlu olması ve uyku sırasında da ağaçtan düşmesinin kodlanmış bir genetik bilgi olduğu tezine inanırım. Zira paraşütle atlarken ilk atlayış son derece ürkütücü ve zordur. Ancak ne var ki sonra sonra düşmekle ilgili kaygıları bir yana bırakır içinde bulunduğunuz derin boşluk ve orada  geçirdiğiniz belki sadece üç ila dört dakikalık düşüş ve süzülüş zamanında ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunuz gelir aklınıza. Aşağıdaki insanları bu süre zarfında özlemek sizce de garip değil mi? Ama o tek başınalık çaresizlik ve aciziyet başlı başına bir durumdur.

Belki paraşüt değil ama her insanın en az bir doğa sporunu yapması gerektiğini düşünürüm. En azından bir kamp. Dağ tırmanışları da olabilir, çünkü “ben” dürtüsünün ister istemez yitip gittiği alanlardır buraları. Yanınızda gerçekten güvendiğiniz ekip arkadaşlarınız yoksa vay halinize. İş bölümü ve kolektif davranış konusunda değerli bir eğitim alanıdır doğa.

Takım sporları konusunda da durum buna benzerlik gösterir aslında. Oyun kurucular, forvetler, sayı yapan adamlar… Doğadaki acizlik yoktur ama kolektif davranışın belki de en temel öğretilerinden biridir takım sporları ve çocuk yaşlarda başlamayı gerektirdiği için bu bilinçle derlenir ve toparlanabilir hayat denen koşudaki algılayış. Ola ki zaten herhangi bir branşın uygulayıcısı olabilmiş insanların seyirci pozisyonuna geçtikleri zaman deli danalar gibi tribün tezahüratları yapmayıp sadece oyuna odaklı bir izleme güdüsünde olduklarını, küfretmeyip iyi hareketleri alkışladıklarını görürüz…

Ben bunları neden mi anlatıyorum şimdi? Anlatıyorum çünkü insan doğayı gözü görmeyecek kadar vahşileşmiş, topluca hareket edemeyecek kadar da bencilleşmiştir günümüzde.

Modern çağ ve teknoloji diye insanların önüne konanlar birer nimet olmanın ötesine geçeli uzunca bir zaman oluyor ki o önünde acizlikten kıvrandığımız doğa çoktan kirlendi ve kapitalist sistemin dayattığı tüketim unsurlarıyla da bizler çoktandır, biz olmaktan, takım ruhuyla düşünmekten geçtik, sadece ben olduk.

Ben ve doğa deyince aklıma şu an bir belgeselde izlediğim zebra sürüsü geldi. Belgeselde zebra sürüsü bir nehirden geçmek zorundaydı ve o nehir timsahların o geçiş sırasında orada avlarını bekledikleri türden bir nehirdi. Derken bir timsah zebra sürüsüne rastgele bir hamle gerçekleştiriyor ve tabii ki içlerinden birine dişlerini geçiriveriyordu. Diğer zebralar da olup biteni sadece izliyordu. Doğada neredeyse canlı türlerinin çoğunluğunda varolan davranış, sürü psikolojisi ile hareket etmeleri olsa gerek. İzlerken sürüler halinde, saldırırken sürüler halinde…Ancak edinilmiş genetik kodlar doğrultusunda içgüdüsel güzelliklere de rastlamıyor değiliz doğada. Mesela yaban kazları hem kolektif bir bilinçle  V  şeklinde göç ediyorlar ve türbülansın sağladığı akımı değerlendiriyorlar, hem de yolda yoldaşlarından biri yaralandığı zaman içlerinden ikisi onun iyileşme sürecinde yalnız bırakmayıp ayağa kalkmasında yardımcı oluyor… Bununla beraber göç yolunda kendi gruplarına katılmak isteyen başka yaban kazları olduğunda da asla grup dışına itmeyip, bir arada yol almaya devam ediyorlar.


İnsanlar biz olmaktan geçti geçeli mâlesef ilkellikte sınır tanımayan sürüler halinde izleme sendromuna demir atmış durumdadırlar. Saldırırken sırtlanlar gibi saldırmak, içlerinden bir yoldaş tökezlendiğinde zebralar gibi bakakalmak. Bir türlü  şu gözünü sevdiğim kaz kadar olamayış.  Bütün bu ilkelce egoistçe davranışları da süslü püslü alt metinlere oturtma telaşına kapılma utanmazlığı… Bu utanmazlık içinde toplumu “anlamaz”, “aptal” sanabilme kurnazlığı… İşte kapitalizmin kendi poposunu sağlama almak konusunda ilkelleştirip bencilleştirdiği sosyal salaklıktan öte gidemeyen insan durumu budur ki, partilerin içleri bomboş kaldığı halde bakakalınır…, Gazetelerde yazılar sansürlendiğinde bakakalınır, memleket el değiştiriyordur göz göre göre, buna da  bakakalınır…

Yalnız başımıza düştüğümüz gökyüzünün az ilerisi takım arkadaşlarıyla doludur, ancak şahsi ver kaçlarla takım oyunu asla oynanamaz. Maç, hayatında o sporu hiç yapmamış kişilerce tribünlerden izlenecek denli kolay bir iş değildir… Güzel bir paslaşmanın tadını şahsi bir gol asla vermemiştir. Deli danalar gibi tribünlerden bağırmaktansa  oyuna katılmak ve yarı yolda bırakmamak  olması gereken insani bir davranıştır. Ancak ne var ki standart doğrular, o denli çarpıtılıp güncelleşmiş araçların tekelinde eritilmiştir ki, çalıp çırpmak helâl, ilkeli ve dürüst davranmak enayilik olarak tanımsal bir deformasyona uğramıştır artık…

Tüm bunların izdüşümünde ise;

Ayaklar baş, başlar ayak olmuştur !

23 Aralık 2010 Perşembe

Geçer Canım

karanlık akar gözlerime, izinsiz.
bu gözler,bir yakın gözlüğü kullan der
biraz daha  ileri uzatırken saati.
uykunun da canı cehenneme,
görmediğim düşlerin de.
gözlerim ayrı acır şimdi, ben ayrı
bu devrin çirkefine tanık oldular  diye.
karanlık akar toprağıma izinsiz ve hunharca
sütüyle bereketli doğurgandı o ana
kısır ettiler zorla tek seferlik tohumlarla.
hesabı sorulacak ana katillerinden!
geçer canım geçer nazlım
yeşerecektir sütün ağlama!
karanlık akar, olmaz olası
girer tütmeyen bacasına hanelerin
türküler tatlı yorgunluk,
dumanı ki en onurlu  sarhoşluk...
gözlerimden beterdir şimdi acısı,
sessizliği ise yürek sancısı. 
dinmeyen ırmaklar olacağız seninle
dik dur canım, çağlayacak yine sesin,
ağlama!
uykunun da canı cehenneme
görmediğim düşlerin de.
uyku haram bundan böyle
bu devrin gözlerine,
uyku haram bundan böyle
devrim gözlerinize!


"geçer canım"
j.ak
23.Aralık/2010

22 Aralık 2010 Çarşamba

ŞEFFAF

Tanımlar yaşamın olmazsa olmazı. Hep tanımlarız eğri ya da doğru, iyi ya da kötü.

Kimileri de kendini tanımlar: “Ben çok şeffafım” der biri. Diğeri “dürüst”tür, öteki “yılandan korkmaz yalandan korktuğu kadar” ve bu böyle uzar gider. Bu duruma alt metni oluşturacak  tek bir atasözü geliverir insanın aklına :  “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz…”

Haberler... Sürekli olarak “ben çok şeffafım” diyen biri vardır ya? Şeffafmış… Sözcük anlamını bilmeyenimiz yoktur tabii. Hani cam gibi. Ön yüzünden bakılınca ardı gözüken.


Gerçekten de çok önemsediğim türden bir haber vardı bugün. Kadın Voleybolu’nda alınmış bir Dünya Şampiyonluğu. Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı Dünya Şampiyonu olmuştu ve bundan tek satırla bahsedildi haberlerde. “Bir Türk takımının kadın sporcularının başarısı” belki de yetişmediğinden, son setin son sayısı izletilmemiş olabilir(!) bizlere... Böyle inanmak istiyorum nedense…

Aynı haberlerin içinde bizler için bir de şirinlik hazırlanmış. Halkın içine gidilip, sokak röportajı yapılmış. İnsanlara “mecliste grubu olan kaç parti var?” diye soruluyordu. Verilen cevaplar içler acısı(!?)… Yirmi otuz diyenler çıkıyor, AKP’nin açılımı yapılamıyor güya vb… Yani Dünya çapında bir başarıdan tek satırla bahsedilirken, halkın cehaletini ön plana çıkaran ve cımbızla çekilip konduğu besbelli olan bir sokak röportajı dakikalarca gösteriliyordu:

“Ne kadar da cahiliz!”

Sormazlar mı adama “Hizmet ettiğiniz medya grubunun televizyon kanallarında bu halka ne veriliyor peki?” diye.


Ben söyleyeyim ne veriliyor:


1)   Aptalca hazırlanmış kadın programları,

2)  Süresi bakımından uzun metraj film gibi, konusu bakımından sığ diziler,

3) Mahalle kıraathanelerinde bile kullanılmayacak bir üslubu benimsemiş yorumcular eşliğinde futbol tartışma programları…
Ki “modern çağın gladyatörleri futbolcular” ve onların özel hayatlarıdır tek mevzuları...



Halk, gününün on ila on iki saatlik zamanını, sadece karnını doyurup, barınmak, ısınmak gibi yaşamsal ihtiyaçlarını gidermek amaçlı bir koşuşturmaya harcamak zorundadır. Trafik teröründen, olası bir kap-kaç cinayetinden, tecavüzden, rüzgarın düşürdüğü bir tabela yüzünden ölmekten “yırtmış”, “muzaffer” bir eda ile girdiği evinde 24 saatinin uyku dışında kalan zamanında da işte seni ve grubuna dahil tüm medya kanallarının  tuhaf programlarını izleyebiliyor ancak.  Kıt kanaat yarı aç yarı tok  hayatında, kitap okumak, sergi, fuar gezmek, sinemaya gitmek, sosyal bir aktivitede bulunmak, yani kısaca insanı insan eden ve estetik değerlerine paralel bilgi donanımını da üst seviyelere çıkartabilecek tüm aktivitelerden de yoksundur  üstelik. Bunu bu röportajı hazırlayanlar da bilmiyorlar mı sanki? Ama “sokak röportajı” diye onca çaba harcanarak hazırlanmış olan  haberin görüntüleri bittikten sonra , başını sağ taraftaki kameraya döndürerek  “ilâhi…” diyor bir de “şeffaf haberci”  alaysı bir tebessümle... Son setin son sayısına minicik bir kareyi bile çok görenler,  dakikalarca bunu gösterebiliyorlar!

Halka ne verdin ki ne istiyorsun? Sunduğun haberin içinde  en azından bir kitabın yazarını tanıttın mı popüler olmayan? Yeni çıkan önemli şairlerin ortaya koyduğu yapıtlardan bahsettin mi hiç?  Bahsedemezsin çünkü  izlenme oranın düşer. Onun yerine Etiler'de açılan bir işkembecidir haber. Açılışa hangi ünlüler  gitmiş, işte halka verilen budur...


Biliyoruz ki bir de Mutlu Türkiye var, “azınlıkların mutlu Türkiye'si.” Tüm bu yaşanan yoksulluğun yanı sıra rahat, huzur dolu hayatlar var. Sinemalar, tiyatrolar, sosyal aktivitenin bini bir para hayatlar… Bu tatlı hayatların sahipleri, çocuklarını özel üniversitelere yollar, diplomalar da diğer satın alınan her şey gibi en kolay şekliyle alınıverir bu yavrulara… İşte bu yavrularımıza da bir şaka hazırlamayı ihmâl etmemiş Uğur Dündar. Kadir Has Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmanın sonunda onlara sürpriz yumurtalar  atmış... Ve Kadir Has'lı gençlere teşekkürü de ihmâl etmiyordu  bu davranışını olgunlukla(?) karşıladıkları için...

Sevsinler!

Siyasetin  cilâlanması gereken yeni aktörleri ile ilgili haberleri de aynı  ustalıkla  tablet tablet  boğazımıza diziyorlar.  Bunları yaparken  kendileri hakkında yaptıkları TANIM  ise hep şu:

İLKELİ, DOĞRULARI SÖYLEYEN,  ŞEFFAF !



21 Aralık 2010 Salı

Kıyılar

kıyılardan gelmiş
düş...
aldığı yarayla
döndüğü yerden,
kararlı karanlığı
mavi olup delen.

bir adımda
dipsiz yardır kimisi,
git git boyu geçmez
diğeri.
bir merminin
soğuk telaşında
ılırken elleri 
düşlerimin,
bakımsızdı 
yüreğim...

"kıyılar"
J.ak
Dönence/Aralık2010

19 Aralık 2010 Pazar

ESER HIRSIZLIĞI

Alessandro Marcello’nun Obua Konçertosu, duygulanım hali nasıl ise onu yaşatır ve insanın ruhunda hayat bulur, ete kemiğe bürünüp sizi de beraberine katar ve bir yolculuğa çıkartır adeta.
Barok müziğin güzel örneklerinden Vivaldi’nin çağdaşı bu bestecinin güzel ürününü benimsersiniz şu veya bu şekilde… Ve ona eşlik edersiniz.

Rönesansın bu sade anlatımından  günümüze doğru yaklaşan yolda kâh bir öpücük kondurur ruhunuza bu güzel eser, kâh bütün uzuvlarınızı sakatlar ve yürüyemez hale getirir düşündürdükleriyle. Çünkü insana dairlik “insan için”lik ve birşeyler anlatabilmek kaygısı son derece sade bir dilde “korkusuzca” aktarılmıştır. Devrim öncesinden bize adeta bir şeyler fısıldar Marcello belki biraz sinsice...

Bundan 341 yıl önce doğmuş olan sanatçı, belki  varoluşunu sorguladı bu eserinde, belki de umutsuz bir aşkı. Ama ne olursa olsun vibrasyondan uzak, gereksiz süslemelerin kullanılmadığı sadeliği, barok'un o şâşâsı içinde belki de tepkilere neden oldu.

Günümüzde sadeliğin ve anlaşılabilir olmanın tüm enstrumanları teknolojiye evrilmiş durumdayken, gerek insan, gerekse onun içinde varolmaya çalıştığı toplum bu kakafonik gürültüden nasibini almıştır. Bu, insanın varettiği büyük keşif sanattan, siyasete bütün dengeleri  aynı potada eritmiştir.

Bu eserin soloisti obuadır. Başka bir enstrumanla icra etmeye kalkışmak, ancak anlatımdaki dolguların içini boşaltmak olacaktır.

Ancak günümüzde varolan ve adı konmuş değerlerin ana dolgusu, değişmez harcı olan enstrumanlarının yer değiştirip “öttürülmeye” çalışıldığını görüyoruz. Yeri değişen dolgu, öylece bıraktığı boşluğa ne konulduğuna bağlı olarak, diğer enstrumanların da değişikliklere uğramasına neden olacaktır. En basit bir yazında bile bu böyledir. Şiir yazarken bile, belki tek bir sözcüktür o dolgunluğu ve anlatımı veren. O sözcük kaldırıldığı zaman, koskoca anlatımın yerle bir olduğunu görürsünüz. Can Yücel'in “rengâhenk”'ine alternatifiniz var mı? Benim yok...

Şu an memleketimde yapılagelen işte tam da budur. Politik anlatımlarda da tıpkı şu an herşeyde olduğu gibi bu ana argümanların yeri bambaşka malzemelerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu liberalizm budalaları ve emperyalizmin çanak tutucuları, ortaya konmuş ve zaten varolan bir eserin tüm enstrumanlarını değiştirmiş, kendileri çalıp kendileri oynamaktadırlar.

Obuanın yerini “zurna”, kemanların yerini “dümbelekler” almışçasına. Hâttâ utanmazca bizlere de “haydi  kalkın oynayın” der gibi bir yüzsüzlük içine girebilmişlerdir.

Reddediyorum!  Ben gerçekliğin dışında bir anlatıma kalkıp oynamam. Üstelik de bu bir “oyun havası” değil. Ancak ne var ki yeni CHP zilleri çoktan takmış ve göbek atmaya başlamıştır bile. İçi boşaltılan kavramlar yeni dolgu malzemeleri ile şekillenerek  varolan eseri bambaşka bir kılıkla icra etmeye çalışacaktır. 
Şimdi soruyorum size bu yorum palavrasının “eser hırsızlığından farkı var mı?”


17 Aralık 2010 Cuma

İZ

çaresiz değil erim
ama,
kimbilir neresindesin
önceliklerinin.
farklarsa herdaim
eksilenidir bir sevginin.

yarışlar coşkundur
başla komutuna kadar
karın boşluklarına
bin kavgacı kaplan katar.
yola çıkıldığında,
ek de burda eksilen de
susayan da, acıyan da.
sonlanan sahte yoldur,
varış yazısıyla.
görmekse bunu zordur
çıkışlar hatalıysa.

savuşturulmalıdır,
boşa sür'at yapanlar
tavşan edasıyla gelip
tempoya hız katanlar
hız kesen varsa eğer
onu da atlatmalı
okumadan geçerek
forma reklamlarını...

bizim tempomuz belli
hızımızsa yeterli
yüreklerde devrim ruhu
bitmeyecek bu koşu!


"iz"
J.ak
17.Aralık/2010

16 Aralık 2010 Perşembe

SAK BEKLE

resimler acıtır 
aldanışları.
fotoğraflar,
kıl payı es geçerler
en coşkulu o ânı.

ayrıntılar şimdi,
en yavaş seyridir
yörünge-nin.
ardından yetişerek
el sallar umut
gece gibi örten,
ve gündüzken
sıcak kolları,
sak beklenir
sarılması
sessiz ve çisil.
ve saklı karanlıklarda
yağmurca umut hızlanıp,
acıtmalı
resimler gibi.
yıkarken tüm
aldanışları,
bu kez sağanak olmalı...

"sak bekle"
J.ak
16. Aralık/2010

13 Aralık 2010 Pazartesi

NEYİ ANDIĞINIZIN FARKINDA MISINIZ?

Ahmet Kaya ölümünün 10. yılında görkemli bir anma töreni ile anıldı.

Kimdir Ahmet Kaya?

Sanatçılığı çok mu ileri boyuttadır biz mi anlayamamışızdır acaba? Şarkı sözlerine bakıyorum, yok öyle bir ahım şahımlık "başım belâda silahımı unutmuşum helâda"(!) gibi  garabet liriklerle karşılaşıyorum... Peki müzikalite bakımından mı çok zengindir merhumun eser(!)leri?
 
HAYIR!  

Müzikal anlamda da türkü diyemeyeceğimiz o berbat karışımın yani arabeskin bozuk ve zavallı popülizmine kapılmış ahenksiz, asla "sanat" sözcüğünün içini dolduramayacak türden karalamalardır beste diye milletin önüne konanlar...

Şu an aklıma Kerim Çaplı'nın babası, büyük opera sanatçımız koloratur soprano Azra Çaplı'nın ilk eşi Erdoğan Çaplı geldi. Kendisi büyük bir jazz üstadıydı ve Ali Baba'nın Çiftliği adlı gayet basit melodileri olan eğlenceli bir beste yaptı çocuklar için... Çocuk bestelerinde, çocukların kolay algılamaları ve akıllarında tutabilmeleri için özellikle yapılagelen bir uygulamadır bu basit müzikal cümleler. Ancak  Ahmet Kaya gibileri, yaptıklarıyla basitin de ötesine  geçer ve komik olurlar ancak...

Yani Ahmet Kaya deyince söz yok beste yok, o yok bu yok.  Ee geriye ne kaldı ki? O zaman  savunduğu şeylere bakıyoruz haliyle. Ne demiş rahmetli? "Kürt realitesini benimseyeceksiniz" Kürt realitesi deyince benim aklıma feodaliteden başka hiç birşey gelmiyor. Şimdi ben oturup 12 yaşında zorla evlendirilen kızların durumunu mu benimseyeceğim yoksa ağalığı mı? Ya da şıhları mı? Kürt realitesiymiş...
Bu veciz sözün üzerine bir de "vatanın bölünmezliği", "bağımsızlığı" gibi ara sıcakları da ihmal etmiyor kendisi tartaklanınca. Ya biridir ya diğeridir düşünceler. Bir laf yumurtlayıp sonra yan çizmek kıvırmak işte bu kafadaki hainlere mahsustur. Şimdi yaşıyor olsaydı "vatanın bölünmezliği" gibi bir lafı bu adamın ağzından asla duyamazdık, çünkü bu zihniyete mensup bölücü hainler ardlarına aldıkları rüzgârla palazlanmışlardır ve pupa yelken kirli amaçlarını korkusuzca dillendirmektedirler.

Bu anlattıklarımın tabii ki bu bölücü zihniyetteki kişilerle bir ilgisi yok. Çünkü onları ve yıllardır ne yapmak istediklerini gayet iyi biliyoruz artık. Benim bir türlü hazmedemediğim bu anma töreni ve buna iştirak eden sanatçı(!)larımızdır. Herbirinin gözü yaşlı idi anma töreninde. Sanki Atatürk anılıyormuş gibi... Koştura koştura onurlu bir görev bilinciyle işgüzarlık eden bu sanatçıların adlarını bir kez daha anmayı istemiyorum ki içlerinde beni ciddi anlamda hayal kırıklığına uğratanlar da vardı...

Bu nasıl bir aymazlık bu nasıl bir görmezden gelmektir? Bu memlekete neler olduğunu görmek bile istemeyen gözlerini günlük popülizmin kanına ve parasına bulamış o zavallılara artık sanatçı demeyeceğim... Bu davranışlarını esefle kınıyorum!

Bu memlekette saygıyla anılması gereken onlarca isim var gerçekten anılmayı hakeden. Onlar için neden düzenlemiyorsunuz böylesi törenleri? Örneğin bir Azra (Çaplı) Gün  için... Dünya çapında bir sesti kendisi. Bunun gibi niceleri unutulmuş giden değerlerimizdir bizim. Ama ben söyleyeyim neden anmazlar, çünkü popüler değildir o isimler. Böyle bir tören yapılsa bırakın  insanları basının bile ilgisini çekemezler. Onlar albümlerinin satış kampanyası gibi gördükleri bu "deli rüzgar"ın politik ikiyüzlülüklerine yaftalanmasına da utanmazca boyun eğerler. Bu gözünü para bürümüş gündelik hırsların peşindeki zavallılara sanatçı mı diyeceğiz peki bundan sonra da? 

Bu 40 a yakın sözde sanatçı aylardır Silivri'de suçunun ne olduğunu bile bilmeden yatan Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan için kılını kıpırdatıp bir söz etmiş mi? Bir  duruş sergileyebilmişler mi? Üstelik bu Silivri'deki insanlar bölücülük falan da yapmadılar, adam da öldürmediler mesela bir Yılmaz Güney gibi... ve bu vatanın bir karış toprağına da asla kastetmediler bir "Ahmet Kaya" gibi... 

İşte  popülizmin  sığ  sularındaki bu sözde sanatçılar, memlekette olup bitene gözleri ve vicdanları körelmiş bir biçimde,   koşa koşa  ancak  Ahmet Kaya gibi  bir bölücüyü anmaya gidebilirler! Onlar ancak kendi gündelik ve ucuz hesaplarını düşünürler çünkü... Eminim anma töreni sonrası ilk işleri, gazete manşetlerinde kendileriyle ilgili görsel ağırlığı fazla olan haberlere bakmak ve kısa günün  kârına(!)  sevinmek  olmuştur. 
 

YAZIKLAR OLSUN!!!

11 Aralık 2010 Cumartesi

Dolgu

düş artık kolumdan güç
yorulmayı anımsa uyku
gümüş aktı, bir zamangezer,
itaatsizdir böyle durumlarda
saatler.


dirim,

sivri uçlu keskin kayalarla,
tozlu paslı toprakla,
karışması boy boya  
edin yolda ırmakla...

ister yeşillenip biten ot ol
çöp ovalarının üstünde,
ister sahilde bir yol
insanın doldurduğu,
kaçıncı katındasın
kazdığın dipsiz çukurun
doğaya sor.



sonu beklemek,
sırdan kanatları 
en güzel takıların.
yaprağı amber kokulu süsü
sayfaların.
dolgusu acımsar,
ürkek bir aşkın
gümüş, toza çalar
vahşetin 
sere serpe karnında
ve nabzın
seyir odalarında... 

"dolgu"
j.ak
11.Aralık/2010      


 Ƹ̵̡Ӝ̵̨̄Ʒ

3 Aralık 2010 Cuma

Oksijen Borçlanması

bu memlekette yaşamak
farklı istikametlere
aralıksız ve süratli koşmak
oksijeni bile
borçlanır oldu halk
nefes nefese.
rüyasızlık delilik belirtisiymiş
-diyor doktorlar-
gündüzlere sarkıt
dünden artanlar
hayallerse
kreatin fosfat niyetine
yutturulan,
yapay mamalar...

"oksijen borçlanması"
j.ak
3.Aralık/2010

1 Aralık 2010 Çarşamba

BİZ

                


               













                        kalem aydınlıktır,

                        kalem çare.

                        kimler yazdırırsa

                        kafalara hapishane,

                        kopartıp da uçmak...

                        yırtıp da aşmak

                        BİZ'den göğe

                        zorunlu bir ırmak!

                       "biz"
                        j.ak
                       31/10/2010

SARINTI

bilir misin?
ne zordur için için
birşeyler yaşamak.
küçücük kırıntılar toplanır
ve biçim verilir tek tek.
koca bir besin yaratırsın bundan
ve tıpkı bir çocuk gibi
bayram şekerlerini
bitirmekten korkan,
durmadan onları sayıp duran.
sahiplik duygusudur düpedüz,
güvenli tarafından
karanlıkta esnerken
ağzını kapatmayı unutup
son anda kendinden utanan.
hayallerde bile
gururlanmak zorlaşır o an.
bilir misin?
açık vermemek adına
söylenen sözcükler
ele verirler bazen.
ki sözcükler
oyuncaklarım benim
en sevdiğim,
bir çırpıda ardarda dizdiğim.
bu ara eldeki sözcüklerleyim
el veren ve ellerimden gelen...
bir süreliğine
beni tuttum kendimde
vade doldu saat geldi
son verdim esirliğime.
sahipsiz ne var ne yoksa
alaca sabahlara ekledim
korkusuz ve hür
hayallerimdeki
en küçük kırıntı bile şimdi
okyanus kadar gür...

"sarıntı"
j.ak
1.Aralık/2010

Ƹ̵̡Ӝ̵̨̄Ʒ

BUĞU

"Herkes içeride ve
Silivri'dekilerin
Herbiri hürdür
Gerçekte..."


buğulanmış bir camı
dış yanından silmek demek
büyükçe hasret.
sokaklardan duymamaksa
açıktaki  esaret.

ey susup da oturan,
kapladığın yer ve
arşınladığın yol şimdi,
zincirlenmiş ruhunun
sabırsız soluklardan
akmaması demektir
bulduğu sığ oluklardan.
tek başına soğuktan,
donuk bir çiğ olup
yapışması kör dama
fersiz tek ağaç gibi...
uzak-batıdan gelen
gökgürültüsü yüzünden
duymadığın kendinsin sen
en önlerden gözükmeyen.
uyan artık kur saati

gözü açıp duymak vakti.

bir güneş anlatırlar şimdi
orada hür kanatlar
ve hüzmeler gülümser,
dağlanır tüm yaralar.
ışıklardır sıcacık,
ağaçların inancı
ışıklar ki ceylinlerden
ormanları sürüyen.


"buğu"
j.ak
1.Aralık/2010

26 Kasım 2010 Cuma

SANATÇI?

Son günlerin dikkat çeken ve iç burkan haberiydi Türkiye'de son yedi yılda KADIN CİNAYETLERİNİN yüzde 1400 oranında artışı.

Cinayetlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki yoğunluğu, töre cinayetlerini feodal yapıyı sorgulamamızı gündeme getiriyor elbet ama bir de toplumsal çanak tutucularımız var son yedi yılın iktidarlarıyla kolkola girmiş iktidar sanatçılarımız gibi.

İbrahim Tatlıses sahnede 12 yaşında bir kız çocuğuna "küçük or..." demiş. Balçiçek Pamir de bu durumu kınayan bir yazı yazmış duyarlı davranıp. Ancak Feodal köklerinden ve parasının gücünden aldığı ilhamla olsagerek İbrahim Tatlıses bir de Balçiçek Pamir'i arayıp "kalemler kırılır" demiş!

Kalemler kırılır... Bu sözü açık açık herkesin gözü önünde söylemek bir "tehtid" değildir de nedir? Bu tehtid karşısında bu ülkenin savcılarının tepkisi ne olacak bunu merakla bekliyorum.
Bu ülknin valisini bile sahiplenmeye kalkan İktidar görevini yapmayan -ihmale uğratan- savcıları için ne der peki? Ben söyleyeyim tabii ki hiçbirşey.

İbrahim Tatlıses'in küçücük bir çocuğa söylemiş olduğu sözcüğün anlamını bilmeyenimiz herhalde yoktur. Peki nedir bunu söyleten? 12 yaşında bir çocuğun "kadınlık potansiyeli" mi? "Kadın yaşı"nı İbrahim Tatlıses 12'ye mi indirmiştir kendi beyin cidarlarında acaba? Yoksa bu zaten onun tanıdığı bildiği bir algılayış şekli mi?

Bu iktidarla sprint atan siyasal islam, kadının değerinin ne olduğunu her fırsatta burnumuza burnumuza sokuyor zaten. Rakamlar ürpertici, ancak halkın büyük bir çoğunluğunun "sanatçı" diye adlandırdığı isimlerin pervasızlığına adeta çanak tutmak ve kolkola girmişlikleriyle kadın üzerinden oynadıkları oyun hiç de tesadüfi değildir. İbrahim Tatlıses'in ettiği laftan savurduğu tehtidlere kadar hem de.

Ataerkil kafalı "adam kadın"larımız ve bunların Tatlıses dostu sanatçı(!) geçinenlerinin önümüzdeki günlerde ne inciler yumurtlayacaklarını merakla beklemekteyim. O 12 yaşındaki kız için "ama" ile başlayan Tatlıses'i savunucu iktidar yalakası o sanatçı bozuntularının duyarlılıkları ve sanatçılıkları nereye kadarmış bakalım ve görelim...

HANGİ SOKAK?

Kuvvetli olmak, insan hayatına uygulanan şiddet ve onun buna karşı durabilmeye olan duruş yeteneği bir çeşit. Bu şiddete herkesin aynı kuvvette bir duruş sergileyebilmesiyse imkansız. Kimilerine çok yorucu gelen, kimilerine kolay gelir. Duygusal boşluklar zaman zaman yeri doldurulamayacak çırpınışlara sürükler. Hayat her olgusuyla birlikte kesintilere uğrar ve ne iş ne zaman çarpılıp da gücü toparlayabilir hayatın "yoldaki" o çarkında...Düşünmekse bulunduğunuz eksende ancak daha sofistik çıkarımlar yapmayı beraberinde getirir. Düşünceler derinleştikçe daha da zorlaşır gücü üretebilmek ve bu durumda duygular sakatlanır.

Kapitalizmin dayatması olan tüketim çılgınlığı insanları anlık heveslere sürüklemek bakımından dizilerle reklamlarla ve hatta sokaklarla soslanır. Son yıllarda yaşamın anlamı "anı yaşamak" olarak algılanmıyor mu birçoklarına göre? Evet anı yaşa gitsin. Kolayca üretmeksizin ve düşünmeden. Sadece anı yaşa. "carpe diem"...

Geçenlerde çok güzel bir yazı okudum. "Facebookla kalkıp, yatamayanlar" başlığını taşıyordu bu yazı Cem Yağcıoğlu Edebiyat gazetesinde yayınlamış. Yazıya genelde anlatmak istedikleri bakımından katılmamak elde değil. İnsanların "an be an" değişen paylaşımlara değişken beğenilerle "bir anda, birdenbireliğine" haklı serzenişler yapmış yazısında.

Doğrular ve doğru bir hayatı "doğru yaşamak", bir taraftan da Cenk Taner'in "Yanlış bir hayatı doğru yaşamak, kaç yazar şimdi suda balık olsak" diye devam eden, sözlerini de kendisinin yazdığı o güzel bestesi geliverdi aklıma. Tebessümlerim gıpta etmekle karışık değişik duygulara sevketti.

Hayat zaman zaman hem ekonomik hem duygusal açmazlara sürükler insanı. Ben bu durumda Okan Bayülgen'in de "HEEYYY UYUMA TÜRKİYEE HAYAT SOKAKLARDA!!!" tarzı şahane söylemini son derece elitist ve duyarsız bulurum. Tamam Okan Bey çıkalım sokağa da nereye çıkıyoruz gecenin o saatinde? Siz bugün Türkiye'de gece gece sokağa çıkmanın bedelini biliyor musunuz ki? Cem Yağcıoğlu'nun da -gerçekte son derece hak verdiğim yazısında- bize kırlara gitmemizi, sokaklara çıkıp bir duvar ustasına "kolay gelsin" dememizi salık verdiğini okuyunca aynı o "doğru hayat" ve aynı elitist yaklaşımı hissettim. Ben İstanbul'da oturuyorum. Bulunduğum yerle kır arasında bir saatlik yol mesafesi var. Oraya gidersem içeceğim çay ancak bir "yorgunluk çayı" olacaktır. Fare kovalamaya gelince, tarlaya ne gerek var belediyelerin yıllardır "bir türlü alamadıkları sel önlemleri" sayesinde emin olun her yağmurda caddelerde kovalıyoruz kedi büyüklüğündeki lağım farelerini!!! carpe diem yani...

Hal bu iken hayat tüm kesintilere rağmen birşekilde yaşanır. Nereye bakarsam bakayım düşünmekten ziyade sadece "nefes alıp verebilen" ve temel ihtiyaçlarını "ancak" karşılayabilen ve buna mukabil "anı yaşayan" insanlar görüyorum heryerde. Facebook, sokaklar, işyeri, heryer!

Yaşamak Türkiye'de çok uzun zamandan beri insanların "sadece ve ancak" temel ihtiyaçlarını giderebilecekleri oranda yaşamalarını dayatan ekonomik dayatmalardadır. Bu durumda facebook "ucuz tarafından" SAKATLANMIŞ RUHLARIN malesef buluşma ve "yalandan da olsa" biribirlerine omuz vermeye çabaladığı bir paylaşım(!) ortamı kahretsin ki. İyi ki bu güzel yazıyı facebook sayfamı (tam da yazıdan birkaç gün evel) kapattıktan sonra okumuşum...

Sözün özü Türkiye'de yaşıyoruz. Sokaklarda ya da evlerde bir kır kahvehanesinde ya da internette. Durum "insanlar" boyutunda malesef aynı. Herkes anlık ve perakende bir formda kat kat örtündüğü tüllerin içinde nefes alıp verebilmek gayretinde. Sevgiye saygıya ne zaman ne de mekansal anlamda yer kalmış yüreklerde. Varsa yoksa yaşamak, ama eğri ama doğru. Temel doğruların yerini pragmatik düşünce tarzı ve hatta oportünizm almış. Bu durumda "hangi sokak?"

24 Kasım 2010 Çarşamba

Duvar

seçimler
gibileriyken hayatın,
kırılma noktalarıdır
verilenler ve alınanların.
yazılanlar ve okunanlar,
sezileridir algıların
ve hep gölgesi.
gölgeler,
eski bir duvar ustası
göz göre göre
duvarlar örer/böler ki,
çarpma'dır sağlaması.
konformist bir şiir rahatlığında
dünlerin rahatsızlığı.
içyazılarını yazıyorum işte ben
ilkyazımın.
haydi trafik polisleri
çevirin yolumu
son süratteyim
ya durdurup kesin cezamı
ya ben bodoslama,
giderek yükselen
giderek yakınlaşan
içinden geçemeyip
içine giremeyeceğim
o duvarda öleyim,
ilkyazımla çarp-ıl-ıp...


"duvar"
j.ak
24.Kasım.2010

23 Kasım 2010 Salı

KADIN'A

"söz meclisten içeri
iç dağları devrileli"

zordur "insan" demek,
ne zaman yater ne sabır
ne kadındır, ne  erkek
aynı su ve havadan
farklı farklı anadan.

korkusu, yağız bir akıncı
ezberlerin töre sarnıcı
hayat, sancılı bir haylaz.
insan olmadan kadın
insan olmadan adam
olunmaz.

iç dağlar.
taşarsa  bir tutam gün.
dem, yeraltındaki kötü tanrılara inat
sırdaşı olur ölümlülüğün.

mahallenin delikanlısı,
ve neclası
sakız kokulu travmadan
akıl sağlığı açmazlı
bir aşka düşerse
kitleseldir  rövaşata.
adam, kadın, durum,
biberiye soslu
lezzetsiz çorba.

ey kadın,
benzersen günün birinde
olmamış bir adama
insanlığını arar durursun
kendini buna adama
kendi kurbanın olursun.

"kadın'a"
j.ak
23.Kasım.2010

19 Kasım 2010 Cuma

Yeti

başlangıçlar bazen,
alır götürür sağaltılmış
gökyüzünden,
mavi benekleri.
hzılıca akarlar omuzlara
ağırdır artık yük.
oluruna bırakmayı sevmem
içimdeki sesleri.
onlar düşleri sabahların
onlar kağıttan evleri 
kalabalıklarımın.
nerede ve ne zaman konusunda
ayzaymır hastası olsun. -bir kez-
yol kenarında bir han
bir fincan sohbet
ve bir yol olsun uzaklar, uz.
çaresizlikler aşılmaya gayret!-olsun-
bir acı eklendi ki
tüm yükümün üzerinde yükü
böyle de yürümeli.
koşabilmeli.
alışkanlıklar,
hızlıca edinilip
üzerinden şöylece geçilmiş
hayat dersleri...
kaybolursa ve kırılırsa
yüreğinin türküsü
yolda,
rastladığın yerdeyim.
omzundaki yükü
hafifletirim.
yara almışsa umutların
geri ödemesizdir
ve güvenilir
sevgi dolu,
ağrılara alışkın adımlarım...

"yeti"
j.ak
19.Kasım.2010

Hoşça kal...

iskeleler  var
gönül eğimlerinde,
harçlar doldurmaz
boşlukları.
saygı olup yağarsa,
öğrenir
hak vermeyi
gözyaşları.

ezberleri unutalı,
güneşli
bir ilkbahardı -düş-
inançların ekilip
sevgilerin
biçildiği
bizden bir topraktı.

dolmayacak boşluğu
bilebilmek,
aşılması gereken
koskoca bir set
hoşçakal demek -benim için-
büyük cesaret.

"hoşça kal"
j.ak
18.Kasım.2010

 Ƹ̵̡Ӝ̵̨̄Ʒ

17 Kasım 2010 Çarşamba

SANCI

zırhlı ve koşar adım
yoluna kim çıkarsa çıksın
savunmasıdır "sürat"
bir gergedanın
ezilmekle kalmaz
basıp geçtiği çiçek
bir kez daha bitmez
odur artık gelecek.
egolar zırhlı tugaylar
gergedanın boynuzunda.
nereyedir bilinmez
sağır ve kör koşularda.

"sancı"
j.ak
17,Kasım-2010

15 Kasım 2010 Pazartesi

ANLAŞ'I

anlamak zaman alır
anlamayı
durmadan saat
iç susmaz.
sessizliği katarsan
sohbete,
düşün.
konursa sözcükler
aynı an ve süratte
duyulmaz olur
gürültü
"ben"niyetine.
havaleli ve ağır yükler
kaybolur,
lüks olmaktan
çıkarsa üzüntü.

"anlaşı"
j.ak
15.Kasım.2010

14 Kasım 2010 Pazar

SIRA GELDİ

"uyurken ya da uyanıkken
beklerken ya da aniden"

iliklerimdeydi,
sıra bugün bendeydi.
sabırsız bir ihanet telaşında
alınır son yoklama
hücreler yokuş aşağı aldanışlarıyla,
kanla beslenen etoburları aklın
varoluş köpükleri değil onlar
cadı kazanlarının.
iliklerimdeydi
ve bugün sıra bendeydi.
kulaklarımda
bir aydın refleksi karıncalanır
yapma! yapma!
istemsiz ataklar
ritm bozukluğu yaratır
yanlış bir reçete gibi,
ölümcül.
iliklerimdeydi
bugün sıra bendeydi
sis bulutu bu yağmur değil
güneşin adı değişecek
sporun, sanatın, uygarlığın.
kadının.
adı değişecek, kız çocuklarının.
yaradılış, gökgürültülü bir fanatizm
sen yanlış adrestesin bugün
ey faşizm!

"sıra geldi"
j.ak
14/Kasım/2010

13 Kasım 2010 Cumartesi

KABUL-Ü ZERK

nisan öpücükleridir yağmursu
"şerefe" derkenki bakışların
kul boyutlu gömüyümdür sende hala
kollarından ta yanına çekilesi.
üzülmek lüks dedim lüks.
bilmez gibi davranma kızını
almışken hızımı bir kadeh daha
sonra bir...
şu kalabalık biliyor musun
içindeki koskoca olmazların.
yüzüme bak konuşurken
bilirsin en çok ama en çok
seni ikna ederim.
gün yüzü görmemiş ayetler gibisin
tarafımdan yazılmış
bu benzerlik katlanılmaz yapar
beni sana.
seni çok seviyorum
ilahi baba...

"kabul-ü zerk"
j.ak
12/Kasım/2009

11 Kasım 2010 Perşembe

KİREMİT BLOKLARI

tozdur  çatınızdaki
kırmızı kiremitler
deli rüzgarlara kapılır
uçar giderler
kaldı ki düzensizliktir
düzen
sorgusu zamanla çıkar
istifinden
yargısız infazları olur
ardışık algıların
neresindedir bilinmez
kiremit bloklarının.
sabahlar mı çok küstah,
günbatımları mı alıngan
anlamak mümkün olmaz bazen
zorlar yaşanmadan
biri çaresizim der
biri kayıtsızım
bu yüzdendir belki de
Allah-Sızım!


"kiremit blokları"
j.ak
11/Kasım/2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

DEFTERLER

Cezayir Sokağı'ndan
Büyükparmakkapı'ya
yazılmamış defterler
açıldığında.

herbiri tutulan çeterenin
insan yüzleri yüzlerle akan.
tabelası değişmiş bir dükkan,
Taksim'de yabancılaştırma efekti.
çıkmaz akıldan eski silüeti
yerlerde vardı sarı-mor minderleri...
defterler açıldığında,
-ki hiç yazılmamışlardır aslında-
çevirirken lime lime yırtılan
sayfaları var sözlerde yaşanan.
gitgide duyulmaz olur ayak sesleri
kulaklara mumyalanan yalancı bir gül gibi.
şarkılar söyler tam o sırada
güzelim sokak müzisyenleri...
defterler, içleri boş/alanların
defterler müzikli kartları yaşananların.
sökmek istersen kulağındaki yalanları,
olasıdır muhtemel kan kayıpları.
nerede ve ne zaman duyarsan duy
sendeletir insanı
alışılmadık bir huy
"iyi misin? iyisindir, iyi ol"...
işte bu,
en güzel rol.



"defterler"
j.ak
10/Kasım/2010

9 Kasım 2010 Salı

SEZİ

bir ses bir haber,
ıssızlara sürükler
giydirilir bazen
bir deli gömleyi
bazen,
yürürken öylece yolda
olursun kaybolmuş biri.

gönül koymaz
böyle şeylere
bir deli.
ve alıkoymaz
içindeki sözcükleri.
kendi kanatlarından
ışık saçıyorsa
pervane böcekleri,
üç saatlik uyku kadar
yeterli.

içinin en uzak köşesinden
bazen kanarsın.
karanlıklar
bıçak gibi kesiyorsa
herşeyi anlarsın.
"duramaz  karşı
yapraklar rüzgarlara"
sen,
kendi sakinliğinde
sımsıcacık uçarsın...


"sezi"
j.ak
9/Kasım/2010

8 Kasım 2010 Pazartesi

YOL

"taşıyabileceğin kadarsa yük,
ancak o zaman indirebilirsin".

hiç gidilmedik yerlerde
dallara dolanan meltemin
ezberindesin.
taşınamayanı yükün, ezer.
ne can kalır ne ezel
sis çökmüş Abant'da
bu sessizlik deler.
hem yıllar çabuk,
hem ben çok yavaşım.
yorulmuşluktu belki
edemediğim savaşım.
hızlıca dağıldı sisi buraların
göğsümde yeri var
bir nefeslik dumanın.
kırgın değilim oysa
bunu en çok sen anlarsın
gözlerim bile
kapanır taşıyamazken kapaklarını,
ben oradayımdır bilirsin.
yarı uyku
yarı hayat
göçebe çadırıdır bu paslı tat.
en kötü günlerimiz için:
"en kötü günümüz öyle olsun" diye
içelim.
nasıl olsa hâlâ anlarsın.
döverken hayat tüm o kararları
her biri bir başka adım
da değildi.
farkı var mı söyle şimdi
erken bir şubat güneşi olup
ağaçlarda çiçekler açtırmaktan?
ve farkı var mı kendi takımının forvetine
gole giderken, çelme takmaktan?
 kırgın değilim...
yavaşça tartıp hayatı
olduğu yere bırakabilirim.

"yol"
j.ak
8/Kasım/2010

5 Kasım 2010 Cuma

Ağlamak

hazmetmektir.
yeni doğmuş bir bebeğin
ciğerleri genişler ağlarken,
bir yetişkinin
duyguları.
hazmederken ağlamak
dakikalarca,
hiç birşey yapamamanın
yükünü hafifletir.

"ağlamak"

j.ak
1/6/2010

SESİNTİ

"sözcükler başıboş bırakılmış çocuklarken"


elini tutabildiğim her saniye'nin
bir parça efendisiyim.
içimse,
ikindi güneşleriyle oynaşan
o uzun gölgelerin
sabırsız ve arsız sesi.

düşün ara sokaklarında
geçimsiz bir ukaladır sabah rüzgarı,
bir öpücük
kondurursa yanağıma,
yağmur damlalarıyla sarlak,
o zaman isimsizim.
adı yok başıboş şiirlerimin
bugün ve yarınların
kim bilir kaçıncı tecridiyim.

öğrenmek zaman alıyormuş sesleri
renklerin dansı deymezse söze
kırar canevini,
buz gibi bir son hece.


"sesinti"
j.ak
5/11/2010

AFOROZ

iyilik denen bu meret
neredendir nedir
diye
çok kafalar yordunuz
gecikmeli ayinlerin
o bildiğiniz hapları
esir almış
ayakta uyuyanları.
fakirlik denen illet
zamanla salgın.
görüldü ki zahiri iyi
küskün ve dargın.
küresel ilahlarınız
perşembe pazarındaki
hırdavatlarınız
ve tetikteyken
başucu kitaplarınız,
talandı
ağlayan suratlarınız.
yeni nesil yeniler
bir yandaysa iyiler
maybaşlara taaruz
her daim
levh-i mahfuz!

yollar, kur
yollar, nur
karşı mıydı aynı mı okur?
karşı mıydı aynı mı durur?
aforoz bir gecede bile
siyahın tonları
her zaman
zuhur...


"renga'foroz"
j.ak
5/11/2010

3 Kasım 2010 Çarşamba

SIZINTI

çürürse
yalnızlığın kemikleri,
bir sabah ayazında
bulursun kendini
yokuş yukarı otamalarda.
otuz altı buçuk santigrat dereceli
umutlar dolaşır
ciğerlerinde,
belki sorumsuz
belki biraz sahte.
tavır patlatmak kendine
şöyle dursun,
misafir edalı
toplantılar vardı
sızlayan kemiklerde.
yüreğine dert anlatmak
şöyle dursun,
fıtratı,
zaten sende..


"sızıntı"
j.ak
3/11/2010.

1 Kasım 2010 Pazartesi

GERGEF

"en parlak sesiyle
gökgürültüsü"


yağmayacak yağmurun
düğümü boynumda
ve
vebali,
küllerimden çıkacak
küçücük bir tohumda.
anlatmadım artmadım.
bilirim ki gelecekte
kendime söyleyeceğim
bu şarkıyı.
söz ve müzik vesaire...
kapı aralığında
buzdan bir gölge
duruyor öylece
bilirim ki
durmaz, kalmaz
o sağanağın altında.
seyirde yüz'üm,
seyirde göz'üm
sözcüklerde yaz'ı
bendeki güz sancısı.
renkler var dahası
yaralar
kucak dolusu
isimler oyalanmış kenarında
bir gergefin tonusu...
içim der ki
"kendin değil,
BEN söylerim"
ancak,
ılımlı bir şizofren
yapabilir
böylesi bir fren.
en yorgun saatleri gecenin
en zayıf
en feminen,
sorusuydum ben,

kendime.

"gergef"
j.ak
1/11/2010

31 Ekim 2010 Pazar

AYŞE ANNE'M

yanımda Ayşe anne
Çanakkale'nin Alçıtepe Köyü
Son Ok mevkiinden.
sene kırkdörtken tarlalara
kurşuna gidilirmiş yağmurdan sonra
Sait Bakkal'a satmak için
kilosu on kuruşa...

pazarı pazartesiye bağlayan gece
günler geceler birbirine sürgün
ve diz boyu sohbetimizden tarihçe...
günlerden bugün
yine konuşuyorduk
mahrem konulardan
"düştü" dedi "gözümden edyan
bu bir işkence,
varsa şuranda bir parça vicdan
etmezdin kendine karı,
dokuzundaki kızdan."

anası yatalak kalınca Çanakkale'de
almış götürmüş onu bir öğretmen
gezilmiş okulları köylerin
dümdüz...
vakfı bile var şimdi
adı Züleyha Aytüz.
Ayşe anamın analığı,
öğretmiş besbelli ona
soru sormayı!

"ayşe anne"
j.ak
31/10/2010

BİR KADIN Kİ...

ani elektrik kesintileri,

olası kalp sekteleri

ve med-ceziri izlemeye gelen

romantik insan birikintisinin

bir anda deniz suyuna gömülmesi

gibi tesadüfler,

o kadının bu dramatik ve

imkansız durumuna açıklık getirdi.

oyunbozanların değerli bir üyesiyle

pazar kahvaltısında

idrar yolları iltihaplanmalarına karşı

melisotu ve adaçayı söyleşisini,

oyunu masanın altına saklamak suretiyle,

"allahaşkına!!!" efektleriyle süsledi.

oyu oyundan olma koyun,

içinden 3 kez tekrarladı.

”şeytan kulağına-şeytan kulağına…”

dudak hareketlerinden anlaşılıyordu.

Dilini ısırdı en son.

kutsal apış arasını

kadınsal bir bacak bacak üstüne atma şekliyle

"örtmeye" koşulandırdığı

horizantal  dağarcığından  

bedenine serpeledi.

bu haliyle salaktı.


"bir kadın ki"
j.ak
31/10/2010

29 Ekim 2010 Cuma

SENİN İÇİN

şu aciz günlerimde
kaybolanları bulmaya çabalıyorum.
dağınık olmam
aradığımı bulamamam demek değil.
kimi müzik dolabından çıkıyor,
kimi  koltuğun ardından
-hani hep oturduğun-

bulduklarıma inanamıyorum
bir şey ararken başka bir şey bulursun ya
unuttuğun hani.
“sen ve ben” ortak yapım her biri
anılar, diğer evlâtlar.
biz yokken kaybolmamış hiç biri.

bugün bir iyilik yaptım.
kaygıları dolaşmaya çıkardım ön bahçeye
oyuna dalar,
geri dönmezler bakarsın…

gece gözlerini kapadığında
beni düşün 
olmadı dertop et ellerini yanağının altında,
uzan karnıma…

 “senin için”
  jak,
 14,Mart/07

IRAK

“Yaprakları geniş
çiçeğin kıyameti.”
                        
damarında can suyu
dost çığlıklarıyla çalkantılı.

yeşilin en koyusuna
yakınların derin kuyusu yaban.
Mayıs güllerinde
hıdrellez paraları ki
çöl ateşleridir
orada yanan.

temkinli gülüşler, katliamın sağdıcı.
kara sıvıdan
geniş tabanlı çiçeklere
yeşilin en koyusu, aktı.

boya/sızdı gözler.
ana/sızdı
can suyu damarların.

gülüşler domuz kapanı.
gül kokulu meleklerin
nefesleri omuz akını
ve
dost çığlıklarıyla
çalkantılı.

“kahverengilik, topraktan”
Irak için...
j.ak
02,Nisan /07

28 Ekim 2010 Perşembe

KUMUL


daha kaç kez örteceğiz 
kızıl kara geceleri
kaç tarihler gömülü
ekinleri gökten çıkma.
yazarlarsa yalan tarihlerini
sağır kulaklar,
Çin malı gramofonların iğnesinde 
yok olmaya mahkumdur
taş plaklar...
ağırsa yürekler
eller boş kalmaz
taşıyorsa 
binlerce kilometreden bir avaz,
tarih unutmaz.
kimileri ezbere bilir türküleri
kimileri zamandan çalar
kırkları, ellileri
ozanlar karış karış destanlarken
İda'nın platosunu
kimileri model alır
Lykia'nın senatosunu.
hacılar yürürken
kırk kilometrelik dik yokuşu,
en mağdur ve en masum oluverir tabu.  
parlak dişleri ve fikirleriyle
tebessüm ederken,
Ada'nın yavrusu.


"kumul"

j.ak

28/10/2010

25 Ekim 2010 Pazartesi

1-0


onlar ne kadar emin
ahenksiz bir sunu
hadi al bunu
geride kalana bakmayın
orada duran
ırzına geçilmiş

                 beyin
gözyaşları.
toparlanın gidiyoruz
taş misali suda
umutlar sabrın adaşı
devam et yolcu katlin sıra dışı...

"1-0"
jak,
3/kas/99