25 Aralık 2012 Salı

tek tip saçaklar altında


içinde şablon  gizli, geçmiş
fotoğraftaki martıyı oraya kim koymuş?
Yağmur soğuk ayazlarda oysa
dik bir açıyla kurşundu algılara
tek tip sağanaklarla
tek tip saçaklar altında
ıslandık.
o enlem ve boylamda
bulutlar bıraktık ardımızda
ve sözcükler üstelik
sığmamıştı batmakta olan
o küçük filikaya.
er ya da geç kaldık malûm yalanlarla ki,
yakaladım kendimi
o bakışla aynada.
İçinde iç güzelliğinden hallice
basmadan entarisiyle
bir giz, ıslanmış…
gel gör ki elde var şimdi,
lodos vurgunu seyir defteri
ve üçüncü dünya ülkesi kırsalında
gözetim insana dairdi.
gizlice teşhir edilirken
edilgen bir röntgen filminden
bir hayat, belki bir aşk ya da bir acı,
o denizin kıyısında okunurken bulurum
aynılıkları.

“tek tip saçaklar altında”
j.ak
25. Aralık.2012

12 Aralık 2012 Çarşamba

kırık kimlik


kırılıp dökülebilir inanç
yol kapanır yıkıntılarla
gerçek, saklana durur ağızlarda
ve tarafsızlık tarafında
süslü yalanlarla.
düşünceler içilebilir
tıpkı yeminler ve ilâçlar gibi şifalı,
yarasın. ki onca çaba,
gitmesin boşa.
sözcükler ve büyüyen gözler
sözcükler ve yere doğru bakan yüzler…
ısrarla görüyorsa birileri
inanır buna diğerleri.
kimi, ihanetteyken üzerindeki tanımlara,
tanımsızdı cüzdanda duran bozuk para.
ve es kaza evde kalırsa
o bir yanı kırık kimlik
dönüp de almaya
ihtiyaç duymayanız
şimdilik...

“kırık kimlik"
j.ak
12.12.2012

31 Ekim 2012 Çarşamba

tek gün geçmiş


kırık bir geçmişi oyalar zaman
sadece tek gün geçmiş olmalı ardından
batık sözleri ayıklıyordum
adımlarımdaki kanlı yaradan
ki döndüğümde seksen dokuzundaydı
barut kokulu bir an.
en sevilen karelerde yaşanırken göç
öç alınıyordu bütün kanatlardan.
ve üstelik
yaşam derdindeyken  yolcular,
filmden atılmıştı, en canlı parçalar.
sayamadım kim bilir bu kaçıncı tekrar
hazırdı yol kazalarına hep, gardiyanlar
derin uykulara zorlanırken o en derin sevdalar
yedi uyuyanlar gibi korktular
dönüp de yola bakmaya
sararmış örtüler olup örttüler sonra
sandıktan çıkanlarla üzerimizi.
her defasında 
daldık gittik biraz daha
bilgiyi satanlara 
ki,
boyunlar güç, yoktan seçene…
ve kumdan saat örte dururken amforayı
ayıklıyorduk hep batık bir yazıyı
kazımışlar  üzerine her bir anıyı
beraberce okumalı bir gün
bütün ziyandan gayrı…

“tek gün geçmiş”
j.ak
30.Ekim.2012


9 Ekim 2012 Salı

Türkiye'de Spor Yazarlığı...

Tüm kulvarlarda olduğu gibi spor konusunda da çizgi, kapitalizmin en güçlü enstrümanı olan reklâm olgusu etrafında ağını hazırlamış ve gidilecek yön, mesafe, açı buna göre belirlenmiştir.

Memlekette spor yazarı olmaz olur mu hiç? Basketbol branşında bir Bilgin Gökberk varsa her branşın en az bir Bilgin’i vardır. Konularına kafa yormuş, ne yazması gerektiğini gayet iyi bilen insanlar çok olmasalar da varlar. Ama sistem oyunun kurallarını belirlemiştir ve belli bir uzunluktaki ipi de salmıştır ortalığa.

Tüketime endeksli seyirlikler, sonucu ve alt metni bakımından kitleleri nereye götürmeli ve hangi duygulanımlara sürüklemeli konusunda tüm medya araçlarının takındığı tavır ve giydiği kostüm bellidir. Bunun dışına çıkılarak yapılan işler, yazılan yazılar, okunsalar bile yerleri yukarıda bahsettiğim  “çizgi”nin dışı olacaktır. Kendisine alıcı bulabilse bile aracısını bulamayacaktır. Yani onu kitlelelerin kabulüne arz edecek bir talep olmayacaktır.

Sporun; yenmek, kazanmak, güçlülerin kabul görüp zayıfların elendiği vahşi kapitalizm çarkının dişlilerinden biri olduğunu görebilmek, çok da mikroskobik bir durum olmasa gerek... Bu durumda, neden spor yazarı yok sorusu kendi kendini imha etmiyor mu zaten?

Spor şah, spor yazarları şahbazdır bu durumda...

İşte bugün spor ve siyaset arasındaki bağ, insanları her konuda fanatik birer taraftar haline dönüştürme çabasına çanak tutar. Sistem bir oyun alanı oluşturmuş, oyuncakları da dökmüştür önümüze. O oyuncaklar rengârenktir. Seç beğen al...  

Spor yazarları da oyuncak sepetinden kendi payına düşenleri gereği gibi alabilmişse, sistemin parlayanları arasında yer bulur kendine. Sonuçlar, güçlüler, en ama enler... Sporcu, gözü kapatılmış bir toplumun dövüşçüsü, spor yazarı da gözlerin kapalı tutulmasında gereğini yapabilen olağanüstü bir kalemşördür. Tabi ki müsade edilen şekliyle.

Madem artık spor bu şartlarda önümüze konmuş, onun oyundan koparılıp, kazanma esası üzerine kurulu yapısı, gitgide daha da artan bir ivmeyle tırmanıyor, sanırım ithal sporcuların fazlalığı Türk Sporu’nun da tıpkı diğer üretimler gibi neden durduğuna ya da durdurulduğuna yanıt olacaktır. Ülkede bir üretim olumlu ve başarılı yönde seyrediyorsa, ihraç edilen ürünler sunmalıdır. Ve ihracatı ithalatından daha fazla olmalıdır. Türkiye’de spora baktığımızda ithalatın ihracattan çok çok fazla olduğunu görüyoruz. Bu durumda bakmamız gereken yer direkt olarak altyapılardır. Külüplerin altyapıları.

Büyük küçük ne kadar kulüp varsa, oyuncularının pek çoğu kendi altyapısından gelmez. Satın almanın yetiştirmekten daha ucuz değil ama daha kolay olduğu aşikârdır.

Bu kolaycılığa giden yolda kulüp başkanlarının kulüpleri para konusunda nasıl idare ettiği ortadadır. Spor-iş yasasının olmaması, hâlâ daha başkanların tıpkı birer “ağa” gibi kararlar almasına yol açar. Sporcu ve kulüp başkanı arasındaki ilişki işçi işveren ilişkisi değil, efendi-köle ilişkisidir. Hâl böyle olunca aynı ilişkilerin devamının medyaya da uzanması kaçınılmazdır. Memleketteki spor yazarlarının her biri bir spor kulübünün amigosu gibi davranarak, yazılarını da bu sevgi(!) ve sadakatle(!) yazarlar. Methiyelerle sayfalarını şenlendirirler, sonuçlarla, kişilerle uğraşır dururlar.  Kişiler genellikle yıldız diye adlandırılan futbolculardır. Kolay değildir tabii, onca para akıtılmıştır bu falanca yabancı oyuncuya. Özel hayatı, saha içi performansıyla at başı bir seyirde gider ve taraftarların bunlarla ilgilenmesi sağlanır kolayca. Medya, halk bunu istiyor’larla işin üzerini örbas etmiş, perde arkasından kıs kıs güler. Bu kulüplerin de işlerine gelir çünkü hiç biri istemez altyapı sorunlarıyla, tesis yetersizlikleriyle, sporcu yetiştirmedeki başarısızlıklarıyla falan ilgilenilmesini, bunun ifşa edilmesini.

Sözün özü, sağırların birbirini ağırladığı bir ortam zaten uzun yıllar önce yaratılmıştır ve bu düzeni kimse kimseye bozdurmaz.

İşte bu yüzden Türkiye’de spor yazarlığı bir illüzyondan ibarettir.

Yapılan "taraftar kalemşörlük"tür sadece... 

Gerçek yazarlar üzerine alınmayacaklardır bilirim. Üzerine alınması gerekenlerse asla bu yazıyı görmeyecek(!), bilmeyecek(!)lerdir..




Jale ALTUNEL



talan

caddelerin belli nirengileri
her biri insan seli
yola her revan oluşta yüzleri yabancı, yüzlerine
ve çoğu kere de selâmlamadan geçtiler
gökdelenleri.
aceleciydiler aceleci,
toplu taşıma araçlarında okuyorlardı
malûm gazeteleri
o gazeteler ve televizyonlar ki,
savaşa hayır çığlıklarıyla yollara dökülen yüzbinleri
yok sayarken
hayvanlar ölmesin diye haklı bağrışanlar üzerinden
prim yapıyorlardı
halkın koyunluğuna dair.
anlayamıyordum anlamayanları
oysa modaları yaratanlar her zaman
modacılardı.
kaç Türkiye’nin sabahı olduk gamlı,
bahar ve yaz mevsimlerinde en çok
güneşimiz utandı
diyeceğim o ki
aşinalıklar bu ara çokça azaldı.
meselâ Radyo Binası bile satılıkmış BM’ye
Nazilli’deki Sümerbank, ilk işleriydi hani
acel tecel sildiler bütün izlerini
değişti okuldaki kitaplar müfredatlar
güneşimiz karardı.
“geldikleri gibi giderler” demişti Haydarpaşa’da
on sekizde,
en çok orası yok edilmek istendi...
memleketin yeni çehresine
yüz sürdü ayinleri anımsatırcasına
kimileri.
ve o kimileri çok sevdiler parayı
tüketirken en pahalı  benzinini Avrupa’nın
en pahalısına biniyorlardı arabaların
bu mutlu halleriyle
milletime ikide birde
koyun diyorlardı üstelik.
anlayamıyordum bu anlamayanları
oysa modayı yaratanlar her zaman
modacılardı…

“talan”
j.ak
09.Ekim.2012

"Dünya değişiyor, sen ben değişiyoruz şekerim!"


Geçen sene hani şu bir gecede alınan kararlardan biri alındı. Kanun Hükmünde Kararnameyle Milli Eğitim’in millî olan tüm değerleri yok edilmek için, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirmeyle ilgili madde tarihin karanlık sularına gömüldü.

Bu yıl derhal kollar sıvandı ve hazır iş bu hâle gelmişken 4+4+4 denilen eğitim modeline geçildi. Seçmeli dersler, hacılar hocalar derken bir de 66 aylık bebeleri annelerinin koynundan söküp alma telâşına girildi. Doğrusu bu geçişlerin bu kadar alelacele olabileceğini düşünmemiştim. Hazmettirilmeye çalışılır sanmıştım, oysa lokmalar, yine ağzımıza, burnumuza yutkunmamız bile beklenmeksizin tıkılıyor.

Geçen yıl bu konuyla ilgili yazdığım bir yazıda, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirme maddesinin KHK ile kaldırılmasının önümüzde bir engelden çok, çocuklarımıza “Atatürk’ü doğru anlatabilmek” için iyi bir fırsat olduğunu söylemiştim… Baktım ki bazı yazarlar “Çocuklarınıza Atatürk’ü anlatın!” gibisinden çağrılar yapmaya başlamışlar. Bir GÜNAYDIN daha borcumuz olsun…

Değişim olmalı esasen. Şener Şen’in baş rolünü oynadığı muhteşem bir film vardı hani. “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” diye. Orada Şener Şen’in bir repliği vardı; “Dünya değişiyor, sen ben değişiyoruz şekerim” diyordu… Vallahi bizim memleket de durduğu yerde durmuyor uçuyor mübarek değişmek ne kelime!

Harp Okulları’na önümüzdeki yıldan itibaren, İmam Hatip mezunlarını da alacaklar misâl…

Tabii hay hay buyursunlar girsinler... Ama benim şu kötü işleyen aklım yok mu?!

Hemen bugün okuduğum bir habere dikkat kesildim ister istemez. Haberde deniliyor ki, memurlara hem müjdeli, hem de üzücü haber… Allah Allah(?) deyip okudum nasıl bir müjde bekliyormuş memurlarımızı ve niçin üzüleceklermiş diye…

Esasen bizi yönetenler öyle mükemmeliyetçi öyle çalışkan, öyle ince eleyip sık dokuyan kişiler ki; İşini doğru lâyığıyla yapana zamlı tarifeler uygulanırken, işini iyi yapamayan (neye göre kime göre belirtilmemiş) memur, memuriyetten şutlanacakmış,mış…

Harp Okulları ile ilgili komplo teorim şudur; Bir süre sonra bu okullara İmam Hatipli olmayanları almayacaklar. Ya da bir süre sonra İmam Hatipli olmayanlar parmakla gösterilebilecek bir azınlık haline dönüşecek.

Bunca gidişata baktığımda şu 4+4+4’le ilgili de bir komplo teorim daha yok değil.

Şimdilik 12 yıl zorunlu eğitim olarak görünen bu sistemin zaman içerisinde İlk, orta ve lise olmak üzere üç kademeyle adlanarak dileyen ailelerin kız çocuklarını 4 yıllık ilk okul dönemi sonrası “bazı koşullar altında” okuldan alabilmelerinin önünün açılacağını düşünüyorum açıkçası. Zira 5.5 yaş+4 yıl eşittir dokuz (9)... Hani Hz. Aişe’nin Hz. Muhammed tarafından resmen haremlik olduğu şu malûm yaş…

O’nun (Hz. Muhammed’in) yaptığını yapmak, dînen sünnet olarak nitelenmektedir bilindiği üzere.

Neyse bu kadar da kötücül düşünmemek lâzım. Bu eğitim sistemi(!)ne böylesi aptalca, pedofilikçe, canice bir düşünceyle girişmemiştir mutlaka bizi yönetenler. Bu, benim gibi art niyetli, kötü kişilerin sanrısıdır muhakkak. Ama yine de memleketteki hali hazırdaki çocuk gelin nüfusu düşünüldüğünde ve bunun 12’lere 11’lere indiği görüldüğünde o bazı koşulları ister istemez düşüyor insan, elde değil. Ailenin onayı ile gerçekleşen yığınla peşkeşi zaten yaşamıyor muyuz ki?.. Diyorum ya bunlar “kötü düşünce sahibine aittir” minvalinde benim hüsn-ü kuruntularım olarak kalır umarım… Umarım!

Sözün özü, son ahvâl ve şeraite baktığımızda, tam bir memleket trajikomedyasıyla karşı karşıyayızdır…

Memurlar gözünün üstünde kaş olduğu üzere işten çıkarılabilecekler. Bunu demiş miydim? Neyse bir daha dememde bir sakınca görmüyorum. Ve memur ne yaparsa, (nasıl bıyık bırakırsa, kafasını nasıl bağlarsa..) zamlı tarifeden yararlanacak, onu parantez içimden düşünüyorum şimdilik…

Asker, polis ve diğer sivil devlet memurları süratli bir biçimde değişime sürüklenirken, bu arada kızlarımız da 9 yaşında ilköğretimi bitirmek gibi bir değişimden nasiplenecekler !..

Che'nin doğumgünüymüş bugün. Onun şu güzel sözünü anarak selâmımızı yollayalım; 

"Özgürlüğün önündeki en büyük engel, halinden memnun kölelerdir" demiş... 


İşte yandaşların paraya tapan eyyamcıların neye uğradıklarını şaşıracakları bir Türkiye uçurumu yaratılıyor ki tam bir dipsiz kuyudur bu. Suriye konusunaysa hiç girmeyeceğim... Çünkü tüm bunlarda olduğu gibi dış politikalarda da kendi kararlarımızı vermiyoruz ki!


Jale ALTUNEL
9.Ekim.2012

2 Ekim 2012 Salı

vapur edası

sarı tonda serenatlar duyduk
adları hep kayıp.
minibüsten vapura giderken
her durak,
daralmış yüreğin
boynundaki ipi,
gevşetir artarak.
şimdi deniz seviyesinde
derin bir nefes günü,
ve sırtımda artık 
ıssız bir gömü
ölüydüler  çoktan, 
sarı tonlarım ölü,
buruk kırık tatların
tadına varmıştım çünkü.
saklamıyordum üstelik
kendimden bile bunu
kabullenmek yenilgiyi
bazen  en zoru.
vapurda,
vakur bir eda patlattım!
yasakladılar ama,
bir de sigara yaktım.
deniz miline vururken 
zamanı Marmara,
kısılarak söner bir serenat daha,
şu iskeleden ayrılırken
iç ufuklarımda...

“vapur edası”
j.ak
02.Ekim.2012


30 Eylül 2012 Pazar

neyse ki

rüzgâra aşina kısık gözlerimiz
terk etti çoktandır gölgelerimiz
buralarda dalgalı hâlâ deniz
neyse ki boğulmamıştık henüz
sepetlere doldurulmayı reddetmişiz
satılık değildir ilânını yakamıza takmışız
bedenim karar verir dedi bir dost
kaçta uyanacağıma
ve en engelli yoldur müzik, kendimize varmaya
hep kendiliğindeydi hüzünlerimiz,
belki bu yüzdendi böyleliğimiz
yoklara aşina uzunca bir süredir yüreğimiz
saklandı kim bilir kaç kat derine içimiz
duyulmuyor hiçbir ses ve kendi seslerimiz
neyse ki dip sarhoşuyuz henüz
sırf bu yüzden belki de,
bazı sözleri anlamazdan gelmemiz,
ve uzun hikâyelerin, 
sonunu kestirmemiz.

“neyse ki”
j.ak
30.Eylül.2012


15 Eylül 2012 Cumartesi

kiraz çekirdekleri


bin yıl geçmiş olmalı üzerinden
ama, dün gibi aklımda
pazardan şu kadar kilo satın alınmış
bir kese kâğıdı kirazın hüznü.
ağacımı bırakmıştım orada
ve ışıltısı yakamozların
kalmıştı parmaklarımın
ve saçlarımın arasında.
kulaklarım, duymayan kulaklarım.
tüm sesler peşim sıra düşmüş, düştüğüm o yollara
balık olmayı öğrendiğimde kendi sularımda,
susuz ve çaresizdim ben
İstanbul Kırsalı'nda.
artık kirazlar pazardaki tezgâhtan
ve kulaktan dolma doğruların,
ince ve kırılgan belinde buraların lodosu
dayanıksız bir şemsiyeyi tutarken yüreğim,
ağlarını yakıyordu  üzerinde 15B yazan otobüs, gençliğimin.
ve o kiraz çekirdeklerinin,
çöp kutusuyla buluşma anında –ki her biri basket bu arada-
kararım kesin;
satın aldığımız kirazlar nereninse,
ben onları hiç sevemedim...

"kiraz çekirdekleri"
j.ak
15.Eylül.2012

2 Eylül 2012 Pazar

tek derdimiz düşlerimiz olsa


her zaman oturduğumuz yere girdim, bir spor çantayla
ve tıka basa dolu, ağırdı çanta
...

protesto dönüşü ben önde sen arkada,
koşuyorduk polis korteji arasında
tek derdimiz vapuru kaçırmak olsa
koşmazdık belki
...

iyi gördüm seni, bir ağlama nöbeti sonrası
yemek yediğini söyledin elinde ipekli
kenarları iğne oyalı bir eşarpla...
“bu, tanınmamak için” dedin
“sokağa çıktığımda!”
kimi uykular karadır bilirsin kapkara
keşke dedim, keşke bilip gelseydim yanına
kimi uykular uyanıkken uyunur derdik.
tek derdimiz düşlerimiz olsa,
öyle hızlı yürümezdik!
...

yükü hafiflemiş bir çanta,
kurumuş çoktan içindeki terli forma
sanırım almadım, bıraktım onu orada
çıkarken seninle, sevinçle ve kol kola.
döndün de selâmlaştık mı,
gittin de vedalaştık mı bilemedim.
her iki durumda da çünkü
kavranır eller ve sarılır gözler.

“tek derdimiz düşlerimiz olsa”
j.ak
1.Eylül.2012

10 Ağustos 2012 Cuma

rehâvî makamlı...


içi görünmeyen cam bardaklardınız yeşil ve mavi
soldan anlaşılan sol anahtarıyla sınırlı gibi
 ne tarafa doğru yatıktı girdiğimiz halk kütüphaneleri,
ve nerede battı anımsamıyorum bindiğimiz gemi?
isimden türemiş tamlamalarıyla hayatın
sıfatlı üremiş çocuklarına verilen adlardınız
herdaim  inatçıdır;  umutlarınız,
bilmem kaç saatlik konuşmalara bile
bir türlü sığamadınız.
rehavî  kaygılara hasret  tebessümle,
elimdeki acıyı sakladım durdum
gözümden kaçmaya çabalayan hüznüm,
yarı uykuda çeker  saçlarımdan ki
on binlerce kilometre yoladır geri dönüşüm
yalan mı, gerçek mi bilmediğim
o korkulu yeryüzüm.
yaprak kokmuyor,  düştü belki
ne zaman battı anımsamıyorum bindiğimiz gemi.
“şerefe” sesleriyle
aşk şiirleri yankılandı boş bardaklardan
ve kırıldılar hep çok vurulmaktan.
siperlendik kavgamızda,
cephane;
doğrulardı, hani gidiveren dört yanlışla...
derdim sığmazken küçük aklıma
kıskandım zaman zaman kaygılarınızı, acılarınızı
ve memleket aşsızken,
ölüp ölüp bitmenize aşksızlığınıza,
ölüp ölüp bittim...

“rehâvî  makamlı”
j.ak
10.Ağustos.2012

3 Temmuz 2012 Salı

meğer



O yaz  Ağustos böceklerinin en çılgın şarkılarını söyledikleri bir yazdı. Bir semt, bir pazar, kızgın beton yığınları... En eski uykulardan derin bir sohbet var ki,  gerçek oydu belki de. Hâlâ o sokağın başında, o kopkoyu sohbette bulurum kendimi ki, geçenlerde o sokaktan geçtik birlikte. Mutluluğun hüznüydü o an. Ya da hüznün mutluluğu. Hiç bir çaba boşa gitmez deyip duruyordu bir ses kulaklarımda. Bilinç altı, bilinç dışı ya da bir linç girişimi... Sadece bir an. Her biri birer fotoğraf karesi gibi ve biribirlerinden kopuk. Oysa o koyu sohbet hiç bir zaman geçmemişti aramızda. Gerçek oydu, gerçek fena oydu o an.


Deniz kuşlarını ilk farkettiğimde onlar için şiirler yazdırmıştı o farkındalık. Çünkü yazdı. Değirmendere’den kopamayışım bu yüzdendir belki de. Aklıma geldikçe, sanki oralarda hep yaz mevsimini yaşamışım gibi hissederim  kendimi. Kışa dair tek anımsadığım okul servisi ve en arkadaki yerimden ön çapraza dalıp dalıp gittiğim renkler var. Turuncu ve haki yeşilin biribirine en uyumlu renkler olduğunu düşündüren renkler. Ne çok sevmişim o renkleri ben meğer...


Geriye dönüş yolunda kaybolup gider yolunu bulan sular gibi sürü sepet ben'ler. Konuşmaya hiç ihtiyaç yokmuşçasına, ne düşündüğüm sanki bilinmek zorundaymışçasına bir boşvermişlikti o. “Benim bir hayatım var!” gibi bir söz öbeği, olmayan bir beklentiye ancak bu kadar net yanıt verebilirdi ki, hâlâ şaşırabilmenin  iyi bir şey olduğunu bile düşündürebilmişti bana... Fiyasko da burada başlamıştı bana göre. Hiç bir beklenti yoktu ki zaten. Olabilir miydi? Olabilirlik konusunda nasıl bir profil sergilediğimin canı cehennemeydi. O kadar hesaplı yaşamasını becerebilseydim benim adım da “akıllı” olurdu hem. Yaşam öylesine hızlı akmıştı ki o zamana değin, kimler hangi yollardan nerelere vardılar ya da vardıklarını sandılar, bilemedik doğrusu. Anlamak, anlatılarla oluşabilecek bir durum belirleyicisi değil ki. Bir sözcüğün fotoğrafı herkese farklı görseller oluşturduğu sürece de bu böyle kalmaya mahkûm... Oysa ona yüklediğim görev fütursuzcaydı, kendi gibi bilmeliydi beni. Çünkü ben onu öyle bilmiştim. Öyle...


O yüzdendi anı tozlarını havaya doğru saçıp savurmalarım. Onlar benimdiler ve ancak benim tasarrufumda o kadar yükseğe atılabilirler, ancak o derece saçılabilirlerdi...


Suyu zamanında verilmeyen bitkiler gibi büyümüş ve serpilmiş olmanın hezeyanlarıydı ilgiye ve konuşulmaya muhtaçlık, ama herkesten de saklanıp durmuştum nedense. Bir kez bile maçımı izlemeye gelmemiş olan anneme de dahil olmak üzere, gereksiz bir ayrıntıdan ibaret kaldı bir süre sonra herkese dert anlatmak. Kâşifler devri çoktan bitmişti, bu yüzden de kimseye bahsetmedim keşiflerimden. Renk körlüğü bile keşifler arasındaydı ve yeşile mavi, turuncuyaysa sarı denmesine dayanmıyordu bu yürek!


Nasıl da üzülüyorum sahaya sıçma hissiyle çıkmış o kız çocuğunun tribünlerde annesini ararken takındığı o şaşkın ve çaresiz tavra şimdi. Saçlarımla oynama tikim ilk kez gözlerim tribünleri kolaçan ederken oluşmuş ve antrenörüm herkesin önünde “önüne baksana ne yapıyorsun?!” diye azarlamıştı beni. Sesler bir anda buza kesmiş ve yalnızca topun parke zeminde yankılanan ritmi kalmıştı kulaklarımda. Korkmaktan korkmanın saçmalığını, tribündeki reddimle harmanlayıp, her bir seyircinin sanki bunu biliyormuşçasına bana hiç gözükmeyişleri ve tüm antogonist duygularımın harekete geçmesi, davranış bozukluklarımın tamamına zemin hazırlayabilir miydi? “Kavgalar hayatın olmazsa olmazı.” yolunda bir bilgeliğe(!) çanak tutabilirdi belki. Konuşarak anlaşmak olanaksız. Çünkü herkes bağırıyor. Örnek aldığım herkes. Annem, antrenörüm öğretmenim.


Mehmet Çolak. Türkçe öğretmenim. En çok onu seviyorum. Şiveli olmasına karşın Türkçe’yi çok düzgün kullanıyor. Mevsim geçişlerinde üzerindeki kıyafetlerin naftalin kokmasına, ispanyol paçalı gabardin pantolonunda iki ya da üç çizgi olmasına, renk uyumundan bîhaber  olmasına karşın, temiz pak bir adamdı. Kemerli ve kanatları iki yana doğru yayvan bir burnu olmasını, sürekli olarak onu işaret parmağıyla karıştırıyor olmasına bağlayışıma hâlâ gülerim. Mehmet Hoca, müzik öğretmenimiz olmadığı için müzik derslerine de girerdi ve notaları asla doğru sesleyemezdi. Bunu bilir ama ona hiç bir şekilde söylemez, dersi anlatmasını izlerdim sadece. Öyle sert ve ani dönüşler yapardı ki önemli bir şeyler anlatırken, kalın bağlanmış kravatı onca kısalığına rağmen havada bir yay çizer, ön sırada oturanlara hafif bir rüzgâr estirebilirdi tütün kokusuyla karışık. Bu adamın doğru bildiğinin ardında bu kadar sert ve keskin durmasıydı bekli de tam olarak ona hayranlığımın nedeni. En çok önemsediğim ders Türkçe olmasına ve adeta kımıldamadan onu dinliyor olmama karşın günün birinde konuşanın ben olduğumu sanıp yüzüme sert bir tokat aşkettirmiş olması, “yanlışlıkla birine vurmayı” legal hale getirmişti  gözümde ve keşiflerden de sadece biriydi... Kazayla adam ölüyor lâfını haklı kılmaya çalışan otoritelerce yıllardır bu millete neler yapıldığına anlam vermek ve aradan sıyrılıp kazık kadar olunca bunların tamamının insana dair işler olduğunu anlamak ve sonra da mizahî bir anlatımla “az gelişmiş ülkenin az gelişmiş çocuklarıyız”a montelemek son derece yakışıksız esasen. Ama neylersin, dere kenarında yetişen koyu yeşil maydonozlarız biz, en keskin havalarda bile dimdik ayakta kalabilen... Tıpkı ayakta ölen bir paranoyak gibi, durum kollarken bulduk hep sonra kendimizi...


Seninle sohbet etmeyi çok özledim. Ki hiç etmemiştik. Bunu söylemiş miydim bilmiyorum. Hep üstünkörü konuşmalar nedense. Ne kadar kendimi ortaya koyma çabasında olduysam, o kadar ele verdim sakat taraflarımı. Gereksiz bir çırpınış bu tabii ki. Ama bazı refleksler hiç değişmiyor, tikler gibi tıpkı. Ben hâlâ dert anlatmak ihtiyacında olduğum zamanlar, saçlarımla oynarım...


Depremde zarar görmemiş oturduğumuz ev. O evin birinci katındaki balkon kesinlikle daha büyüktü eskiden. Sokaklara doğru gitar çalmak, tribünlere karşı top oynamak kadar anlamsızdı ve gözlerim kimselerin geçmediği o yolda aslında yalnızca bir kişiyi arar dururdu. Çünkü "Let it be" sıkı parçaydı...


Bir semt, beton yığınlarından yüzüme vuran sıcak, oralarda bir yerlerde olmak ve cesur ama aciz parmaklarımla çalmaya çabaladığım gitar neredeyse bir tapınma aracına dönüşüyor, zaman öylece duruyordu. Çizik bir plâk gibi aynı yerden başa sarıyordu kavgaların süt dökmüş bir kediye dönüşünü tekrar tekrar dinlemek. Bir yanı tereddüt, diğer yanı limitsiz güven.


Ne sanat ne metafizik ne de diğer değerler derman olmuştu o yazın sonunda yaşadıklarıma. Ki bir yanda emek ucuzladıkça, diğer yanda konforun arttığı bir dünya gitgide meşrulaştırılmıştı göz göre göre. Kaygı, önüne geçilmez bir duyguydu artık. Uyku zamanları azaldıkça, karanlık anlamsızlaşıyor, gece o güzel büyüsünü yitirdikçe, ben de yitip gidiyordum sanki... Bir süreliğine buralarda olamayacaktım ve bunun kimseyi ilgilendirmediğinden de olabildiğince emindim. Nasıl olsa dertleşmek benim işim değildi, bu yüzden rahattım. Ekmek almaya bile çıkmaksızın aylarca evde olmak, hiç canımı sıkmıyordu. Evde televizyon, internet, telefon gibi iletişim araçlarının olmaması da umurumda değildi. Eve gelen dostların çağrılarını yanıtsız bırakarak dışarı çıkmayı istemememin ardında neler olduğunu daha sonra öğrendim ki, kendimden korkmayı, korkmaktan kormak kadar saçma bulduğum için o kısmı da es geçtim... Okumak bile huzursuz ediyordu. Başladıktan iki sayfa sonra sinirlenip kenara atılmış kitaplar mezarlığı, kütüphanenin en alt rafıydı ve oraya  konuyordu bir ihtimal elim deyer de belki daha sonra okumaya katlanabilirim diye... Bir çoğunu sakince okudum  bir ara, sinirlenmenin oldukça yersiz olduğunu anlamıştım. Odada dekorun bir parçası gibi öylece oturmak ve hiç bir şey düşünmeden karşı duvara bakmak, yapılabilecek eylemlerin en doğrusuydu. Kavganın ve dövüşün en büyüğü, en canhıraş, en yaralayıcı olanıydı. Renkleri, hele turuncuyu ve hâkiyi asla algılayamadığım bir dönemdi o yaz sonu, ki her şey gibi geldi, geçti gitti. Ben oralarda değilken gitti üstelik. Onu uğurlayamadım bile...


Ardıma bakmaya fırsat bulamadım. Çünkü önümde beni  girdap gibi içine çeken bir tempo oluşmuştu. Ayaklarımın feci bir şekilde koktuğunu hissettim. Doktor bunun nedeninin hareketsiz bir yaşam olduğunu söyledi. Ben ve hareketsizlik... Neyse ki ayaklarımdaki o iğrenç kokudan bir ay sonra eser kalmadı. İlginçti insan denen organizma. Şartlara göre kendini şekillendiriyor, alışageldiğinin dışına çıkılınca değişik reaksiyonlar verebiliyordu. Tabanları  iyice yağlamıştım artık. Dışarısı olabildiğince hızlı ve gündelik bir ritmle akıyordu. Yakalayamıyordum. Bir ara hırs yapıp içine girmişliğim bile vakidir ama bir süre sonra öylesine anlamsız geldi ki... Bu inanç ve güven kaybını sorgulamam gerekiyordu. Anlaşılmak gibi bir kaygım kalmamıştı ama anlamak önemliydi.


Ancak gelinen yerde gördüm ki, kimse kendini anlatmıyor, herkes kendini adeta pazarlıyordu... Kimileri dini kullanarak, kimileri Atatürk’ü, Kemalizm’i kullanarak pazarlıyor, kimileri de devrimciliği ve solu kullanarak yapıyordu bunu... Asgari maaşların 700 tl. civarında olduğu yarısı aç bir memlekette hergün 50 lira 100 lira hesabı birahane masalarına bırakarak, yardıma gidenleri de o masalara meze eden devrimcilerle(!) dolmuştu ortalık... Meğer... Ya da hep öyleydi. Hep öyle!


Kurulan tüm cümlelerin kapı kulu askeri meğer!..
Bu dünya oyun oynamak için gerçekten de çok darmış...
Bizlere kimse oyun alanı bırakmamış.
Ben o renkleri ne çok sevmişim meğer... 
Derin derin sohbet etmeyi de çok özledim üstelik. 
Ki bilirsin, daha önce hiç sohbet etmemiştik...


“MEĞER”
j.ak
3. Temmuz.2012


                                                                                        

2 Temmuz 2012 Pazartesi

adresler


yıllardır aynı adreslerde yokluk
ve kayıtsız burjuva rehavetinde
verilen her soluk
makarnalar yağdı ödüllü nobelli
bardaktan boşanırcasına,
şimdi artık
hepimiz şuyuz, buyuz...

aşk da kurban gitti bu arada
dur durak bilmeyen inanç tutkusuna
sessiz düşünebilmeyi başardığımda
bir ara uğrarım yanına.
unutmadım oysa dile kolay
kim bilir hangi çocukluğumda
verirken bakkala,
iki ekmek bir gaste parasını
içimden mırıldanırdım
malûm Lennon parçasını.

yıllardır aynı adreslerde,
mülkiyet meltemi eserken ılık ılık,
ılımlı bir ab grubu programı başlar
ki  hiç bitmez
ki hiç bitmez...

“adresler”
j.ak
24.Haziran.2012


31 Mayıs 2012 Perşembe

GÖKKUCAĞI

tepemizde bir çardak,
çaresiz  aminler sızar
üzerini örten
hasır  deliklerinden.
ne fırtına, ne yağmur, 
ne çamur deyer
ve hasır altı devleri
devir daimleri bu yolların
iyimserlik sıkça müdavimi
olmayacak duaların
duygular, 
ellerine  karışmış aklın 
ki,
emekler gibi nasır...
ve emeklerken
söze yazılan tek satır,
hüzmesinde niyet yağmurlarıyla
yıkanır.

“gökkucağı”
j.ak
31.Mayıs.2012



25 Mayıs 2012 Cuma

dün


soğuk düş etkisi cemre
iz sandık aynada.
karar karartmasına dünkondu
adı değişmiş
günün.
unuttum üstelik; hüzün,
kaçıncı yıldönümün?
bağırtılar boynumda
ölümcül birer düğüm.
çare infaz edildi!
yalnızlık serbest
sürtermiş ayağımız
bilmediğimiz dillerde.
zamansız bir günbatımı
yaramızı örtermiş
ol emri öldürürken umudu
karar karartmasına
dünkondu.

“dün”
j.ak
06.Mayıs.2012

13 Nisan 2012 Cuma

kan basıncı


sözcükler rampa çıkışlarda
artıyor mütemadi kalp vurum sayısı
ki tempo yanlış,
kimler varmış, turnikede ıskalanmış
solgun sesler meğer birer barikatmış.
yenilmek oysa yalnızca yanılmak
ve tozlu ayaklarından bir çift sözü
yokuş aşağı atmak.
şu tiyatro, bu kitap
ve falanca festivalken
sözleri derleyen,
su faturası, ev kirası
ve çocuğu yetiştirmedeydi
terleyen.
engelli koşuların devrik tahtaları,
bilinmeyen yerdedir şimdi
varış levhası
Avrasya romantizmi de bir yere kadar,
köprüleri sallar
aynı tempoda koşanlar.
unuttum gitti, nerede kalmıştık
sözcükler rampada, bir teknik molada
dengesizlik kaçınılmaz
kan basıncı artınca
unuttum sahiden nerede kalmıştık?..
yenilmek oysa yalnızca yanılmak
tozlu ayaklarından bir çift sözü
yokuş aşağı atmak.
sakince yürüyene
koşarak yenilmişiz
yanyana bile oysa
gelememişken
yoldaki sözcüklerimiz...

“kan basıncı”
j.ak
13.Nisan.2012