27 Nisan 2011 Çarşamba

TEKRAR ÇAL SAM!

Bir insanı anlamak, o insanı tanımaktan geçen uzun ve zahmetli bir yoldur.
O insan ne kadar samimi ise, onu o  kadar tanırsın.
Olduğun kadar da anlarsın.

Zaman zaman içimizden şunu deriz; “Bırak biraz da karşındaki insan seni anlamaya çalışsın…” 

Çünkü bir tarafın çabası ne tanımak ne de anlamak için yeterlidir… Samimiyet yoksa durum tam bir kısır döngüdür. İki ucu kapalı bir dehlizde tenis topu yapar adamı. Bir o yana bir bu yana çarpar, gerçek yolu bir türlü bulamazsın!

Bir şeyler anlatmaya çabalar vaziyette bulursunuz kendinizi, ancak sözcüklerin yetersiz kaldığı an, tanımlanmaya fırsat verilmeksizin yapılan yüksek irtifalı bir geçiştir ki, tüm anlatılanları bir karadelik gibi yutar. Dersiniz ki, “e canım işte anlatımlarım ortada, çaba harcasın insanlar.” O dakikadan sonra çabalara ve o derin sessizliğe “niyet okumalar” dahil olur ki aman diyeyim aman! Kaçmak çözüm olsa derhal kaçarak uzaklaşın diyeceğim… Ama ne var ki kaçmak çözüm değil. Vatan da bizim, insan da!

Kopukluğun başlangıç yeri yukarıda kişiselleştirilmiş ve bireye indirgenmiş tanımlardadır. Çünkü herkesin düşüncesinde o tanımların sembolleri mevcuttur.
İsimlendiririz ve o bir şekildir ya hani,

“dinci”
“ırkçı, faşist”
“Atatürkçü”
“Kemalist”
“CHP – Y-CHP” ve sonra,
“Seçim” falan deriz…

Listeyi uzatmak mümkün. Ben işime gelenleri sıraladım. Bu adları okuduğunuzda kafanızda neler şekilleniyor merak ediyorum. Ve biliyorum bu denli kült ve yanı sıra bu denli hayatın içine gark olmuş sözcükleri bile dillendirdiğimizde ya da yazılı bir metinde gördüğümüzde her birimizin kafasında farklı şekiller oluşuyor. Postmodernist filozoflardan Derrida bu konuya oldukça kafa yormuş. Sanırım retorik denen şu insanı şekliyle çarpan ve bir anda kavrayan yazı yazma olgusu da bu düşünceden sonra daha farklı bir anlam kazanmış olmalı…

CHP’den konuşurken kimileri hâlâ daha 1978’lerin Karaoğlan’ını anımsıyor ve Kemal Kılıçdaroğlu ile arasında bazı bağlar kurabiliyorsa Derrida çok haklıdır… Asker kökenli biriyle Atatürkçülük ve Kemalizm konusunda konuşurken size “Kemalist ile Atatürkçülük arasında ne fark var?” diye sorabiliyorsa kendini tanımlamak konusunda acz içindedir. Bu durumda anlamak için önce kendi tanımını ortaya koymalıdır. Bursa Nutku’nun Nutuk’a sonradan eklenmiş olduğunu söyleyerek, “Atatürk gençleri teröre teşvik etmiş olamaz” … gibi bir söz öbeği de aynı tanımazlıktan ve donanım aciziyetinen kaynaklanır zira…

Tabii ki konuyu “anlamak ve dert anlatmak” ekseninden ele almamın nedeni, gerçekten samimiyetine inandığım fakat kült şekillenmişliklerle giden insanların çokluğudur. “Duymak istemeyen kulak sağırlığı” ete kemiğe bürünür ve bu kez sözcükler o dehlizde tenis topundan farksız bir halde çarpadurur… CHP=laiklik kalıbından yırtarak altı okun diğer oklarına da zihin yoluyla icabet edenlerdense, soru gelir:

“ Eee o zaman hangi partiye vereceğiz oyumuzu?”
 
Ben bu kısır döngünün, bu seçim sistemi ile daha çok çok uzun yıllar sürebileceğini düşünüyorum. Çünkü takım tutma havasında gelişir oy verirkenki tutum. Bu adaylar ne zaman halk tarafından belirlenir, ne zaman milletvekili aday adayı olmak sadece cebinde tomarla parası olanların hakkı olmaktan çıkıp halkın da siyaset yapmasına izin verilir, işte o zaman bu halk neyin ne olduğunu kavrar, bilir. Ama bu şekil bir seçim sistemi insanları siyasetle ilgilenmek konusunda bezdirmiş ve kolayından fanatik birer taraftar yapmıştır ancak… Emperyalizmin işine gelen de budur.

Şu ana kadar AKP’nin uyguladığı ekonomi politikaları için Y-CHP’li Binnaz Toprak “AKP akıllı davrandı” demişti. Kendileri iş başına gelince de aynı politikaları devam ettireceklerini söyleyerek kanımızı emenlere yeşil ışığı yakmıştı. Daha sonra da Y-CHP’nin Doğan medya grubu tarafından bolca reklamının yapılması süreci var zaten. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatleri arasında şüphesiz ki en çok üzerine konuşulan ve popülerliğini başka hiçbir vaade bırakmayan şu “aile sigortası” konusu var. Tabii böyle bir vaat olur da diğerlerine bakılır mı hiç? Birer satırla geçiştiriliyor diğerleri. Benim dikkatimi çekenler, seçim sistemini değiştirecekleri, barajı düşürecekleri, dokunulmazlıkları kaldıracakları(!)…

Yazıya başlarken samimiyetten ve irtifa farkından doğan türbülansın söylemleri bir karadelik gibi yutmasından bahsettim ya hani? Ve dedim ya niyet okumalar tam burada başlar diye. İşte şu an aklıma buna benzer binlerce samimiyetsiz ve “insanı aptal yerine koyan ifade” geliyor.

Oysa bu üç vaadi neredeyse tüm partiler her seçim öncesinde vermiyor mu? 

Seçim yasası değişecek,
dokunulmazlıklar kalkacak,
baraj % bilmem kaça inecek… 

Seçim vaatleri, bir klâsik Amerikan filmindeki o unutulmaz repliği getirir aklıma; 

“Play it again Sam!”


20 Nisan 2011 Çarşamba

İstanbul'un göbeğinde Türk Bayrağı indirmek...

Kerameti İstanbul'un göbeğinde buna  gözyuman idarecilerde aranması gereken eylemdir.
 
İzin verilirse adam gelir bayrağını da indirir, başka şey de yapar. Küfretmenin pek bir anlamı yoktur yani.

"Burası aşk bahçesi değil diyen polis" atlantik ötesindeki imamın polisi olduğunu günden güne göstermektedir. (imamın ordusu)

İktidar da ABD'nin iktidarıdır zaten. Bu milletin iktidarı değil. Etnik milliyetçiliği burnumuza soka soka bir hâl olan kendileri değil miydi yıllardır? Al işte sana etnik milliyetçilik yapan yüzü gözü bağlı pekekeeeli sürüsü. Memnun musunuz şimdi yarattığınız saçmalıktan? Evet tabii ki herkes memnun. Alan da memnun satan da.

Ulus devlete karşı olan bu yetmez ama evetçiler, kürtçülük yapan güruh, buna karşı bir başka "ulus" devlet kurmanın peşinde.  Bu nasıl bir paradokstur anlayan beri gelsin. Bunu da kendi iradesiyle yapabilecek gücü ve aklı yüzlerce yıldır bulamamış ancak ABD'nin götüne yaslanmak suretiyle hayata geçirmenin peşine düşmüş bir zavallılık. Ki bu konuda ABD sadece kendi yüz yıllık plânını gerçekleştirmenin peşinde. Sana bir faydası olsun diye yapmıyor yani yaptığı şeyi. Benim toprağımı, suyumu, enerjimi çalarken bu hırsızlığa senin ağzına çaldığı bir parmak balı paravan ediyor. Hepsi bu.


E madem bu kadar kararlıydın da neden kendi iraden ve aklınla yapamadın yüzlerce yıldır bu işi? Böyle yangından mal kaçırır gibi kurulmaya çabalanan devlette o yüzlerce yıldır sürdürdüğün toprak ağalığı aşiretler, şıhlar şeyhler bir anda temize mi havale olacak? Kadın hakları konusunda birden bire üst levellara mı zıplayacaksın? Madem indirilen Türk Bayrağı'ndan bu kadar gocunma halindesin, neden o bayrağın altındaki meclise girmek için kıçını yırtıyorsun? Ya öyle ol ya böyle. "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!"

Bir de duruma diğer cepheden bakmak gerek tabii. Bu iktidar ve onun YSK'sı acaba bu 12 bağımsız milletvekili adayının vetosu kararını alırken, bütün bu taşkınlıkların olacağını hiç mi bilmiyordu?
Hayır,  gayet iyi bilir bilmez olur mu hiç? Nedir o zaman?

1 Mayıs mitinglerinde işçilere, YGS'deki kopya skandalına karşı duran liselilere yapmadığını bırakmayan polis, neden o bayrak oradan inerken dut yemiş bülbül gibi izledi?  Arzulanan nedir? Toplumsal bir infial mi hedeflenmektedir? Yeni mağduriyetlere zeminler mi hazırlanıyor kürt faşistlerinin azmasına müsade edilerek?

Bu sadece danışıklı bir döğüştür.

İzin verilmek koşuluyla oynanan danışıklı bir döğüş.
Bir de infial yaratılarak buradan bir mağduriyet maması çıkarttık mı, tamam işte...

Bundan iyisi şamda kayısı!




Sonuç olarak memlekette gelinen yer hiç de iç açıcı değil.

İETT Otobüsü şöförü Taksim'in göbeğinde otobüste biraz birbirlerine yakın duran bir çifti ahlâk polisliğine sıvanarak otobüsten indiriyor. Belediye otobüsleri kimlere hizmet verir, bu ülkede vergisini vermek belediyelerden hizmet almak için yeterli değil mi? Maalesef artık değilmiş.


Yine bir lojman parkında bir polis bu kez birbirine biraz yakın durdular diye nişanlı bir çifte "burası aşk bahçesi değil" deyip, bir de ekip çağırmakla tehtid edebiliyor. 


Kürt faşizmi artık iyicene gözü dönmüş bir biçimde benim bayrağımı indirebiliyor ve kolluk kuvvetleri de buna ancak su sıkmak suretiyle mukabele ediyor...

Bir yanda birbirine sımsıkı sarılmış dinci yobazlar var...














Tıpkı resimdeki gibi biribirine sımsıkı kenetlenmiş. 
Atlantik ötesinden esen rüzgârı da ardına katıp yıllardır esip gürlüyorlar... 
Bir yanda eli kanlı kürt faşizmi. Aynı pupa esen o rüzgârdan nasiplenerek biribirine kenetli sıkı sıkıya bağlı ve topluca hareket edebilen örgütlü bir güruh...
Diğer tarafta solcu geçinip, "yetmez ama evet" diyen ve hangi akla hizmet ettiği besbelli  asalaklar sürüsü...

Yapılanlara kızamıyorum nedense artık. Bizler ne kadar BİZ'iz?  İşte bu soruya verecek hiçbir yanıtım olamadığı için ancak KAHROLUYOR ve UTANIYORUM! 
Çünkü "sözkonusu vatansa gerisi teferruattır" sözü maalesef sadece kenar süsü olarak kalmaya mahkum bırakılmış. Çünkü ne zaman toplu bir hareket yapılacak olsa, bunu her türlü manüpilasyona açık hale getiren salaklar ordusu iş başında. Ve bir post kavgasıdır ki  korkarım  memleket bitecek, bu zırvalıklar  bitmeyecek. Çok yazık!

Bayrak indirenler, otobüsten adam indirenler, aydınlarımızı katledenler çok olur daha.

Biz de ayrıksı duyarlılığımızla daha çoook izleriz!

Şu badem bıyıklılar kadar olamadık. 

Yuh olsun BİZ'e!




16 Nisan 2011 Cumartesi

Ağızdaki Sakız Kadar Değeri Olmayan Sanat...

Sanat iktidarın iki dudağı arasında ve cakkada cakkada çiğnenen bir sakız kadar değeri yok. Ertuğrul Günay, Sümeyye Erdoğan'ın tiyatro krizinden sonra, yeni inciler yumurtlayarak, heykel krizinde düşmüş olduğu basiretsiz durumdan, iyi bir çıkışla kurtulma çabasında ve o melun ansıdan kurtulabilmenin peşinde sanırım.

 

Yine bir taşla iki üç kuş. Edilen lâflar çok çarpıcı. Mesela "Devlet sanatçılığı Sovyetler'den kalma" gibi. Şimdi düşününce sadece tiyatrocular mıdır bu Devlet Sanatçılarımız?

 

Devlet Opera ve Balesi var mesela. Bu oluşum, içerisinde operacıları baletleri balerinleri birçok klâsik batı müziği  sanatçılarını da barındırır. Tiyatrolardan dem vurarak, "zaten özel tiyatrolara destek veriyoruz" demiş Ertuğrul Günay. İyi demiş de, hangi özel tiyatroların devletten yardım aldıkları ortadadır.

 

Devlet tiyatroları dünya klâsiklerini döndüre döndüre oynarlar.  Bu son derece evrensel oyunlar ufuk açan ve estetik değerleri artıran özellikler taşımasının yanısıra politik anlamda da kafa açarlar. Peki ya şu devletin her yıl destek verdiği özel tiyatrolar ne yapar? Hâlâ daha vodvil türündeki o sığ ve belden aşağı kalın hatlı mizah anlayışıyla ya da seksist belirleyicilikler üzerinden dram içeriğine sahip oyunları oynarlar. Etliye sütlüye karışmazlar yani pek. Tam da günümüzün faşist siyasetinin istediği doğrultuda oyunlar yazılır ve oynanır. Hatta iktidara beğendirme kaygısı taşıdığını bile görürüz zaman zaman...

 

Opera ve Baleye gelecek olursak, estetik değerleri yücelten, son derece çağdaş ve ruhu tamamlayıcı sanatların, içiçe girmiş halini görürüz. Müziklerle danslarla ve seslerle... Peki bunların özelleri var mı? Elbette var. Ancak son derece yetersiz ve olması gereken disiplinden çok uzaktadır. 


Tabii bu konuyla uzantılı akla hemen bu sanatçıların yetiştiği Devlet Konservatuarları geliyor. Devlet Tiyatrolarının kapatılması durumunda bu okullara da ihtiyaç kalmadığı öne sürülebilir ve bu eğitimin de özel üniversiteler tarafından verilmesi gibi bir inci ile karşılaşabiliriz ikinci üçüncü hamle olarak. Kaçınılmazdır bu trafik...

 

Ancak memlekete biçilen kıyafetin siyasal islâm oluşundan yola çıkacak olursak, o balerinlerin, baletlerin kostümlerini düşünün bir. Mesela bir Ay Işığı ya da Kuğu Gölü, zaman zaman partnerlerin sevişmelerini, son derece nahif ve zarif bir biçimde anlatan temaları da içerir. Bu görsel şölen, insan bedeninin hareket mühendisliğiyle, estetik değerlerde buluşma noktasıdır ki seyrine doyum olmaz...

Ancak şöyle bir yumurtlanılan incilere bakıyoruz ki biri çıkıyor:

"Müslümanlıkta sevişmek yoktur" diyor mesela. 

Diğeri çıkıyor:
 
"Dekolite giyene tecavüz ederler" diyor.

Sonra başka birileri çıkıyor:
 
"Osmanlılarda öpüşmek yoktur" diyor.

Şimdi tabii insanın aklına bunlar yığılınca Devlet Tiyatrolarında oynanan o çağdaş oyunlardan tutun da, o Mavi Tuna'nın eşsiz ikliminde bir sevişmenin estetik mucizesinin sahnelenmesini düşünün bir... 


Olacak iş mi!?


Çok mu paranoyakça oldu bu yaklaşımım bilmiyorum ama, lâflar ortada, bahane hazır, Ertuğrul Günay'ın bu bahaneye atlaşyış şekli de ortada... 


Bu yasaklanmaların ardı arkası kesileceğe benzemiyor. En azından bir yol haritası belirlenmiş durumdadır. Önce söyleniyor, dillendiriliyor,  sonra yavaş yavaş tepkilere göre hayata geçiriliyor. Seyirci olmaya devam edildiği sürece de yaşamsal alanların sınırları siyasal islâm temelleri üzerinden belirlenmeye devam edilecektir. 




                                            
                                     Durmak yok, yola devam!

 


Sanat sosyolojisinin, coğrafya ve din sosyolojisiyle  iç içe girmiş tarihsel yürüyüşü ve günümüze gelişi konusunda hep Avrupa rönesansının o asla yakalanamayacak olan güzelliklerine gıpta eder dururdum. Şimdiden sonra oyunları da dansları da kitaplardan okuyup, videolardan izleyeceğiz sanırım.

Bu nasıl bir çöküş, nasıl bir yok oluştur ki, sanat faşizmin ağzındaki sakızdan bile daha değersiz?
  


Çok yazık!

12 Nisan 2011 Salı

Yürek İklimi

yaşam dolduramaz bazen
yapılan o süslü tanımların
altlarını.
koskoca korkular bile
eridi gitti
onlar buzdan dağlardı sanki
içimizdeki.
ne bir ot bitebilir
bu evrilmiş yürek iklimlerinde
ne de artık

binbir rengârenk çiçek,
toprağımıza serilir...
tekrar görüşülmeyecek biriyle
görüşürüz diyerek ayrılmak
gibidir.
dil sürçmesi de değil,
yazım hatası falan da
gönül sürçmesidir bu düpedüz
gönül sürçmesi...


"yürek iklimi"
j.ak
12.Nisan.2011

Seçim 2011

rüzgârın terkinde
memleket çocukları
çocuklar çiçek gözlü
al-beyaz, umut sözlü

ellerinde mendiller,
olmuş deli divâne
uçuşur ellerinde
kadın Anadolu'nun...

kapıldı güruh kandı
sandık çoktan kapandı,
bütün roller kapıldı
sana figüranlık kaldı.

umut sözlü mendillere
eski şarkılar yazıldı
yeni baştan dinle diye,
zil takıp oyna diye.

en eski oyunlar yine,
yeni baştan yazıldı
sen aldanasın diye,
sen avunasın diye!

kapıldı güruh kandı
sandık çoktan kapandı,
dönüyor aynı devran
olma artık figüran!

"seçim 2011"
j.ak
12.Nisan.2011

11 Nisan 2011 Pazartesi

dokunmuş...

dinlerken ayrılıkları,
gencecik bir sabah
soğuruyor
olmayan notaları ve
yerdeki çiğ damlalarını.
ellerim bir çakıl taşına uzanırken,
uzuyor da uzuyor.
söylenmemiş sözlerimin
pandomimi koca ellerim.
duymadığım tüm sesler için
dans eden soytarıdır şimdi
hint kınalı kalemim.
küçük bir tebessüm diler gibi
aklımın ziyan,
yâr alanlarından...


bir 

onbir onbeş güneşi kurutur
damlalarımı
ve bir vapur kalkar aynı saatte.
göğsümdeki kafeste
beraber ve ayrıyken
taş,
vapur,
güneş,
kalem ve ellerim,
ben yalnızca
bir şiirdim,
yazılmadan okunmuş
sessizliğe dokunmuş,
tek başına bir şiir...

"dokunmuş"
j.ak
11.Nisan.2011

Adım...

sadece gelmişim, bilmeden
adını ben koymadım attığım çığlıklarımın
büyürken ellerim, saçlarım, yüreğim,
küçüldükçe küçüldü adları,
tüm değerlilerin
ki ben koymadım.
namusun, darağaçlarının, ar ağaçlarının
törelerin, yörelerin, katliamların, savaşların
adlarını ben koymadım.
özgürlüğü özledim durdum,
ve hep peşinden koştum ama
adı vardı yalnızca kitaplarda o da,
ben koymadım.
kaç ağacın hamuruyla
kondu ki benim adım?
bilmiyorum sayamadım,
ki her bir yaprağın kokusunda
kayboldu sözde karanlıklarım.
bir yosun tanıdım, bir deniz, bir gökyüzü,
her bir yaprak, 
yakınlaştırırken bana ölümü...
bir zaman tanıdım sonra,
bir de güneş ki, adını ben koymadım.
ben geldiğimde, vardı her biri
gideceğim yeri tarif eder durur kimileri
adını ben koymadım.
kurallar oldum ve kadın
ve anne ve bir çift meme
adını ben koymadım.
oluk oluk din oldu heryer,
kin oldu, öfke, nefret...
adını ben koymadım,
ben koymadım adını!
yürek çarpıntıları oldu sonra içimde
ürkek.
kırıldı can evimdeki
cam, çerçeve,
ağaçların ve yaprakların yalancısıyım
adını ben koymadım aşkın.
ben sadece
bende alıkoydum
en yüce sevdanın adını
dakikada altmış kez
devrim atan bu yüreğe
topyekün doğdum, 
memleket diye...

"adım"
j.ak
11.Nisan.2011

10 Nisan 2011 Pazar

Beyaz Türkü

bak tozlar yağıyor üzerine
unutulanların
altın sarısına çalıyor parlak sesleri

konuşulmayanların.
hep bir ayağı aksıyor
şu günbatımlarının 

ve
soğuyor en sıcak mavi
gecenin öpücüğüyle...


bak, bahar dansları yapıyor
üç günlük düşünceler
ateşler mermi mermi
dansa ritm tutuyor.


ellerim,
aşiyanı olur
barış güvercinlerinin.
duyuyor musun?
kanatlarından
birer taş attılar denizlere
bembeyaz sesleri
dalga dalga yayılsın diye...
tozlar yağıyor üzerine tozlar
pürtelaş kanatların.

sönüyor yavaş yavaş
sahici karanlığım.

ellerim kuvvetli, 
emektardır ellerim.
boyamak isterler şimdi
karalanmış defterleri, 
kefen beyazlarına,
kefen beyazlarına...


"beyaz türkü"
j.ak
10.Nisan.2011

9 Nisan 2011 Cumartesi

Soru...

baş kaldıracakken bir soru,
ayağından
bir zincire vuruldu
yürüdü ve
sürtünmenin etkisiyle
yoruldu.
uykusuz, aç ve bitkindi
soru.
yol, ekinleriyken güvenin
biliyordu gideceği yolu.
oysa
sert bir ayaza saf durdu
ayağından zincirlenmiş
soru.
göç çığlıkları yaklaşırken
sıcak kuşlarının
aldandı ayazlarda kalmış
erik çiçeklerindeki
binlerce doğru...
ve yutkundu sadece
yorgun,
ayakları zincirlenmiş
çırılçıplak
bir soru...

"soru"
j.ak
09.Nisan.2010

7 Nisan 2011 Perşembe

Tozlu Raf...


harıl harıl ve bir solukta okundum.
sayfalarım koptu kâh,
kâh notlar düşüldü üzerime
altı çizildi dediklerimin,
her paragrafta mühürlendim.
tam ortama konmuşken  bir ayraç,
içyazılarına  yürek dolusu 
bir dem döküldü
şiirli yerlerimin.
eğip sayfalarımı hiç bükmeden,
sıcak bir meltem esintisine 
selam durdum
kurusun diye döne döne
şu hamurum...

bitene değin ellerinde,
en iyi dostun olabilmeyi 
umdum...
ama şimdi bilirim ki
tozlu bir rafındadır yerim
şehir kütüphanesinin.
bitti sonlu hikayelerim.

ne kadarına gelebildiysem
düşün evreninin,
o kadarımı alıp 
gittin benim...

"tozlu raf"
j.ak
07.Nisan.2011

Yalnızlık

sevgiye aç
bir bedenin
kucağını açmasıdır,
yalnızlık.
sonunda sarılır insan
son gayretiyle ona.
özgürlüktür çoğu zaman da;


"kanım kurumuş 

olur mu ki ölürsem,
cesedimi bulduklarında?"


o öyle bir özgürlük ki
parlak sulara çeken

büyülü geceler gibi:

- öğleden sonra boş musun?
- belki...


bir aşk yaşamak ister
bazen insan.
yanında bir can,
teninde bir ten.
konuşulmak
ve hatta umursanmak ister.
öyle ki,
es geçer bırakırsın
güzelim yalnızlığını...
tanımlarını hayatın,
ve hatta tüm duygularını
yeni baştan yaşarsın.
unutursun terk ettiğin
o en iyi arkadaşı.
ama birgün bakarsın ki;
aşk,
umursamıyor artık seni
duymuyor iç sesini
tutarsın işte o an
en derinine aldığın,
dipsiz nefeslerini
ve  dönüp
bir de bakarsın ki,
yalnızlık ardına kadar
açmıştır sana
kocaman gövdesini
gayet çıplak, samimi...

vefalı bir dost gibi,
yaslanırsın omzuna 
yalnızlığın,
anlatırsın tüm acizliğini
dökersin oluk oluk içini
o daima
sessiz ve usul 
dinler seni...

"yalnızlık"
j.ak
07.Nisan.2011

6 Nisan 2011 Çarşamba

Vals

Strauss'dan
bir vals var kulaklığımda
kıstım bir parça,
kararlı adımlarla
yürüyüp giden
ayaklarımın ritmini
bastırmasın diye
varlığıyla...

oysa
yüz metre öteden tanınır
soyunmuş bir şair
izinsiz ve çıplak
gezmeyi bilir.

hanımlar var, eski valslerinde
Strauss'un
dans ediyorlar şimdi
ortakulağımda sesleri kısık
bir-ki-üç, bir-ki-üç...
ve beyler,
fısıldarken beylik lâfları
kulaklarına
şık bir hamleyle
o eşsiz
eş değişimi yaşanıyor
on dokuzuncu yüzyılda.

oysa
hareket etmeksizin
tadına varılabilir bir müziğin
çünkü notalar
tam birleştiği yerinden gelir
akıl ve yüreğin...

yalın ayakları üşümüyor
ortak-ulağımın!
karanlık soğuğuna
götürdüğü  gümüş,
yalnızca parlayan bir ayna
sevgisi de nefreti de
kendi görüntüsüymüş,
müş...

"vals"
j.ak
06.Nisan.2011

5 Nisan 2011 Salı

İÇ SİN...

bir tarihten
bir biz sürüsü aktı,
yediklerimiz bir karar
aynı topraktı
kendi içtiğimiz
iki koca ırmak,
içirilense nifaktı.

derken bir pişirimlik
diyecek düştü dile
pişirildi ağır ateşlerde.
göz akından  yayılırken düşün,
tuzlu tatlı
ekşi ve acı diye
ayrılmıştı görünüşün...

her bir başka görüşün,
kuyusu kazıldı,
kuyular derinleştikçe
yankısından duyulmadı
tek tını.
hain  ve yalan gözlerden
nefret aktı.

eriyor koca orman,
bir değil,
bin yerinden.
vuruyor düşman.
çakılmış sabotaj ateşleri
karanlıklardan!

değerli taşlarıdır bu yurdun
kör kuyulara  tıkılan
yanmaz  haykırışlarıyla
kalem olup parıldayan...
ağaçlarımız var günahsız
yemyeşil ve yanmayan!
kökleri atlı birer süvari,
yağmur ormanlarından…

yıkayacak günün birinde
yağmurları gök kubbenin,
yıkasın!
alnımızdaki duman karası
yepyeni tarihlere ağarsın!
yağsın ki yağmur
taşsın kör kuyular,
yükseldikçe yükselsin
yazık dolu o yazılar...

İçsin bu topraklar
tertemiz yağmurları içsin
ki her karışı bu yurdun,
canlarımızdan 
iç sin!


"iç sin"
j.ak
05.Nisan.2011

4 Nisan 2011 Pazartesi

Linç

yokluğun;
en kalabalık haliyle
üşüştü bu kez 
üzerime...
ne nefesim yeter 
kaçıp gitmeye,
ne de yorgun ayaklarım...
adını hiç koyamadım
şu kalabalıkların,
kaç kişiydiler
sayamadım;
olmaz olası yoklukların.
üzerime çullandılar önce,
linç edildi aklım.
farketmeden onlar,
bir çift kanat oldu
umutlarım...
iğnelendiler sonra,
alt köşesine
soldaki boşluğumun...
ve kaçıp  gidebildi!
ve uçup
şiirler söyledi içinden
kapanmış dudaklarım
aklımda can çekişen,
o ölümcül
hasretlere...

"linç"
j.ak
04.Nisan.2011

2 Nisan 2011 Cumartesi

Neye Niyet, Neye Kısmet...

Memleket yönetmek deyince ne anlıyoruz? Bizim memleketimiz bugünlere kadar kimler tarafından nasıl yönetildi? Şimdi nasıl yönetiliyor? Seçim yarışlarında hangi  partilerin boruları ön planda solo ötüyor? Ya da hangilerinin borusunun ötmesine izin veriliyor?

Bu soruları herkes soruyordur. Yanıtlarını da üç aşağı beş yukarı biliriz. Peki biliriz de neden hâlâ daha bir türlü işin gerçeğine uyanamayıp ayılmayız ki şu tatlı uykularımızdan?

Emperyalizm nedir? Kapitalizm nedir? Medya kuruluşları neye hizmet eder? Halk neye itibar edip nelerin peşinde koşar? Sosyal adalet neyi gerektirir? Sermaye ve güç dengeleri çarkı nasıl çalışır?


Bu soruları da sorar sorar dururuz. Cevaplarını da biliriz. Ama hâlâ daha kurtuluşun bir partiye oy vermekle gerçekleşeceği yanılsamasını niçin yaşarız?

Türkiye borç batağına saplanmış durumda. Ve her yıl bu borç katlanarak çoğalmakta. Öyle bir hale gelinmiş ki artık, borçla, "borç faizi" ödemek durumuna gelmişiz. Borç faizi ödemek koşuluyla hem varolan borcumuz katlanarak büyüyor, hem de sağlık, eğitim, iş imkânı oluşturacak yatırımlar yapmak gibi halkın refahı için gerekli ihtiyaçlarımız karşılanamaz hale geliyor.

Bu durumdan çıkar sağlayanlar kimler peki? Bir avuç yabancı ve yerli tefeci!

2011 yılına şöyle bir haberle girdik, Türkiye'deki dolar milyarderlerinin sayısı on kişi artmış... Ne kadar güzel haber değil mi? Zenginlik gani memlekette. Peki fakirlik ne âlemde? Memleketin yarısı aç. Fakirlik de artmış yani. Ama öyle on kişi falan değil tabi takdir edersiniz...

Son bir haftadır şu kendisi basılmadan yayınevinin basıldığı kitabı tartışıyoruz ya hani. O kitabı internetten indirip okuyun arkadaşlar. Ben yarısını geçtim. Bilmediğimiz çok fazla şey yok içinde. Ama önemsiyorum yine de. Neden önemsiyorum? Bunların derlenip toparlanması bir emektir birincisi bu. İkincisi de cahil bir halkın dogmatik bilgileri nasıl baştacı edebildiği ve bu dincileşme hareketini emperyalizmin nasıl da güzel bir maşa haline getirebildiğini çok güzel anlatıyor "bir kez daha"...

                                                                            
                      

Korkulması hedeflendi demiştim. Bu sözümün arkasındayım hâlâ. Çünkü temelsiz iktidarlar güçlerini daima yarattıkları korku imparatorluğundan alırlar.

Nedir temelsiz iktidar? Halkı için hiçbirşey yap(a)mayan iktidar, temelsizdir. Yapmayan demedim, yapamayan dedim.

Sebep gırtlağa kadar borçlu olmaktır. Öncelik borç faizi ödemek olursa tabii ki hiçbir parti hiçbir şeyi halkı için yapamaz hale getirilir. Harcamalarınız ve bütçeniz daima öncelik borç faizlerini ödemeyi gerektirecek şekillerde ayarlanır. Hâttâ bu da yetmeyip bazı politik tavizler vermeniz gerekir. Bir anda anadilde eğitim tartışılır olur, bir anda andımız birilerinin gözüne batar. Türk sözcüğü lugatlarımızdan ve hâttâ anayasamızdan çıkartılmaya falan kalkılır...

                                                                              
                      

Bugün hepimiz biliyoruz ki medya Türkiye'de ve dünyada "en büyük güçtür." Kimlerin elindedir peki bu en büyük güç? Tabii ki büyük sermayedarların ellerindedir. Sermayedarların hedefleri nedir? Söyleyeyim, sadece paralarına para, güçlerine güç katmaktır. Sıcak paranın kesilmesi işlerine gelir mi peki? Tabii ki bu hiç de istemedikleri bir durumdur. Cevap "Hayır." O halde büyük sermaye gurupları dediğimiz yerli kapital, emperyalizmin neyi olmak durumundadır? Tabii ki UŞAĞI!


Medya halkı herdaim bu doğrultuda yönlendirmek zorundadır. Ve büyük tiyatro, her zaman halka bu şekliyle oynatılır.

                                                                                  
                         

Ancak ne var ki halk aptal değildir. Bu durumu anlayabilir. O zaman başka birşeyler gerekir ki halk, parasızlığını eğitimini, sağlığını, refahını değil de  başka şeyleri düşünsün. Neleri düşünsün mesela? Mezhepleri düşünsün, etnik kimlik siyasetiyle soslanmış ayrıştırmaların yanlısı olup, birbirini yesin, hiç bir parti emperyalizme ve kapitalizme karşı olmadığı halde vatandaş bu partilerin birbirinden farklı olduğunu sanarak sağda solda partizanlık yapsın, ha bütün bunlar yetmiyorsa, o zaman imdada tv. dizileri yetişsin ve halk bir ağızdan sorsun "fatmagül'ün suçu ne?" ya da halk en ucuza nerede hürrem yüzüğü satılıyormuş bir koşu gidip alsın!

Kafa karışıklılığına hiç gerek yoktur oysa. Borç gırtlağa kadardır. Çözüm partilerde değil, tek tek insanlardadır. Herkes bilgilenecek, bilgilendiğiyle kalmayıp etrafını çekip çevirecek, bu borç ödenerek bitmez diyebilecek idareciler çıkana değin de bu sandık demokrasisi palavrasının figüranı durumuna düşmeyecek...

Gerçek kurtuşuş Kemalizm'dedir. Tam bağımsızlık olmadan halk gerçek refaha kavuşamaz...


                                                                             
                         

Jale Altunel,
02.Nisan.2011