31 Temmuz 2011 Pazar

MEMLEKET KANI BİR ŞİİRDİR 1283!




Ey sivil palyaço, ben de şimdi memleket kanı bir şiir demlemek istedim en acı ve buruk olanından...


Dem kapkaranlık olsun ki yüzümdeki acımtrak tebessüm, Temmuz sıcağında hararet kesen asitli bir Amerikan içeceğini içtikten sonraki gibi yavan olmasın. Tadında tat olmasın ki unutmayayım şehitlerimi. Ve ne uğruna uğurlanıp ebediyete gömüldüklerini.


Komutanlar istifa ettiler. Terfi edecek olan askerler birer birer içeri tıkılıyor. Malum gazeteler zılgıt çeker gibi manşetler atıyorlar:


“Karpuz kesecektik!” gibi.

Coşumcu bir yaklaşımdır medyanın son yıllarda burnumuza dayadığı.

Coşumculuk;  Gothe, Herder, Schiller gibi usta edebiyatçıların güzide eserleriyle iz bırakmış bir akım. Adını Klinger’in 1776 yılına ait bir tiyatro oyunundan alan o parıltılı dönem. Romantizm ile aydınlanma dönemi arasındaki bu dönem geliyor şimdi  aklıma  bizim manşet paralatan malum gazetecileri(!) okuyunca... Çünkü coşumculukta duygular mantığın ve aklın önüne geçmiştir. Tabii bizde önemli bir farkla. Bu mantıktan ve akıldan yoksunluk haline bir de hainlik ve nefret karışmıştır. Alın size “emperyalizme maşa olmuş hain coşumcu!” İşte ben bunlara uzunca bir zamandır “bizim coşumcular”  diyorum... 

Bu sıfır kilometre zevat, haine devrimci der, terörist saldırılara “ halkların kendi kaderini tayin hakkı” gibi isimler koyar,  kadın bedenine ipotek koyanları kutsar, kafasına abuk sabuk paçavraları dolayanların özgürlüğünü(?) savunur, borçla borç faizi ödemeyi “ekonomiyi iyi yönetmek” diye satar, her tür ikiyüzlülüğü ve kaypaklığı demokrasi diye tanımlar. Tek söylemedikleri, söyleyemedikleri vatan sevgisi ve Türk Milleti kavramlarıdır...

Nasıl bir oyun oynandığının herkes farkındadır artık. Amatör bir tiyatro topluluğu edasıyla herkes rolünü oynamaktadır. Komutanlara sufleleri verilmiştir şu son replikler için. Tonlama pek olmamıştır ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur. Biz Türk Milleti olarak sürç-ü lisanları affeylemekte gayet sabırlıyızdır.

İhanet bir iki üç değildir ki. Bir Antranik Paşa da içimizden çıkmamış mıdır? 1865 Şebinkarahisar doğumlu bu hain  de Osmanlı’ya karşı kurulan Taşnak çetesinin komutanı olmuştur. 600 yıl Osmanlı’yla hiç bir sorun yaşamadan oturmuş olan Ermenilere şöyle bir baktığımızda kim oynatmışsa o olmuşlar. Bizansın elinde hiç bir şey iken Fatih Sultan Mehmet ile millet statüsü kazanmışlardır ama gel gör ki, Fransızla katolik, Rusla ortodoks, İngilizle protestan olabilen tuhaflıkta çıkarlarını yaşadığı memleketin üstünde tutan tavırlar takınmışlardır hainlik eden bir çokları...


İbret için Antranik Ozanyan’ın biyografilerinin araştırılıp okunması gerek. Zira her kitapta farklı biyografilere rastlarsınız. Hele İnternetteki vikipediada okuduklarım beni şoka soktu dersem yalan olmaz! Türk düşmanı ve katliamcısı bu hain, Ermenistan denilen saçmasapan oluşumda okullarda minicik çocuklara halk kahramanı olarak okutulmaktadır ve Ermeniler seri bir şekilde Türk düşmanlığı ve nefretinin tohumlarını ekmektedirler peydah oldukları o topraklarda...

Bizdeyse herkesler Ermeni maşallah! Sorsanız o sokaklara dökülen avanaklara Antranik’in adını bile duymamışlardır. Çünkü bizim okullardaki tarih kitaplarına girmez böyle hainlerin adları. Neden? Neyse, nedenini nasılolsa herkes biliyor...

***

Bir savaşta düşürülmek istenen yegâne güç başkomutandır. Satrançtaki gibi. Şahı kaybeden savaşı da oyunu da kaybeder. İsterse yüzlerce askeri piyonu kalesi şusu busu olsun... 

Ordumuzun generallerine satranç tahtasındaki kalelere fillere ve dahi şaha hamleler yapılır gibi saldırıldı bu mantıkla. Sivil mahkemelerce saçmasapan hileli hurdalı bir oldu bitti ile “esir” alındılar. Onları esir edenler ne bağımsız olduğu söylenen yargı, ne de boynuna yular takılmış kukla bir hükumet! Onlar emperyalist çetelerce bertaraf edilmeye çalışılırken bizim yeni mütareke basını da zilleri takmış göbek atmakla meşgul! Malumunuz her şeyin yenisi var artık. Yeni CHP, Yeni mütareke basını... Taze boka konan sinekler olmaktan vazgeçtiğimiz an hiç birine pirim vermeyeceğiz umarım ki.

Madem hal çaresi başkomutanı yakalayıp esir etmekten geçen kalınca bir köprüydü de neden PKK’ya yıllarca liderlik etmiş Öcalan’ın alınması için Suriye ile pazarlıklar ancak 1998’de yapılabildi? Neden Karayılan haini ininden çıkarılamıyor? TSK kendisi üzerinden uygulanan bu sekiz yaşında çocuğun bile bildiği stratejiyi bilmeyecek başkomutanlarla mı doludur acaba? Hiç sanmam.

Ey Kemalizmin dişlerini  söküyoruz zannedenler; Bilmediğiniz şudur ki Kemalizmin dişleri tıpkı köpekbalığının dişlerine benzer. Her daim düşen dişlerin yerine alttan yepyeni  dişler çıkar ve tuttuğunu da koparır.

Ordu bu vatanı ve Cumhuriyet’i korumakla görevlidir. Görevini er ya da geç yapacaktır. Bu görevin başka hiçbir şeyle “karıştırılmaması” gerektir. Neleri nelerle karıştırdığının farkında olmayanlar, hem komik hem de aptal durumuna düşerler.

Mustafa Kemâl’in askerleri bir yanadır, diğerleri diğer yana... Ve asker ocağı şükür ki hâlâ daha Mustafa Kemâl’in askerleriyle dopdoludur.

Ordudan medet ummayalım diyenlerin askerlerin tutumunu, şu kritik günlerde takındıkları umarsız  görünen tavrı ve istifaları değerlendiriş şekli acımasızdır. Ordu düşmanlığı yapanlar, asla bu vatan ve bu milletten yana tavır almamış ve almayacak olan hainlerdir, kontenjanları da bellidir!  Gözümüzü kapatmayalım bazı gerçeklere. Bir ülke tam bağımsız değilse, isterse o ordu dünyanın birinci en büyük ordusu olsun sonuç şu günlerde yaşadıklarımızdan çok da farklı olmazdı. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Hem nalına hem mıhına tavırlar sergilemek, durumdan vazife çıkarmak  tıpkı bir çinekopun zokaya atlamasına benzer. İnanıyorum ve biliyorum ki Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ne yaparlarsa yapsınlar kimse ele geçiremeyecektir. İçerisindeki gaflet ve dalalet içinde bulunmuş ve bulunabilecek  komutanlarına rağmen... 

1283 her daim oradadır. Tüm harbiyelilerin içinde.

Çünkü “memleket kanı” demlenmiş bir şiirdir, 1283!!!

Ansızın Gelen Aşk...

ben çağırmadım seni
sen geldin ansızın
günler haftalar ve aylar lime lime 
kim bilir 
kaç bin satırı değdirdin yüreğime, 
ansızın...
kolları kucaklarcasına
açıldığında bir pervasızın,
ardından  baka kalınır o aşkın 
ki,
odur artık içinde
an-sızın...


"ansızın gelen aşk"
j.ak
13.05.2011

24 Temmuz 2011 Pazar

Ey Sevgili... -Vatan-

ey sevgili,
nasıl bir suskunluğa boğdun beni bir bilsen
hani ekmediğim halde üzerinde biten
ayrık otlarını yolmaya çabalarken
yorgun başıma değen öğle güneşine kızıp
ve sonra ellerimle toprağına küsüp
derdimi kısık sesimle anlatıyorum ya şimdi
yılda tek sefer bana açtığın 
o bembeyaz, düştü düşecek tek zambağa, 
bin asır bekler gibi 
tez telâşlarıma boğacak başında 
ve ellerimde toprak kokusuyla...


ey sevgili,
köklerinden akan için için  gözyaşlarını 
duymam mı sanırsın 
ellerim kara topraklarına kokarken?
seni yâr etmişler ayrık otlarına
yanmam mı sanırsın?
seni mâl etmişler, 
duvaksız kirletmişler, ağlama...
"Açlığında hüküm süren" 
kahramanları kadar Galeano'nun
bizlerde de o yürek var
otuz altıdan önceydi, anımsarsın...
ama bu kez acıtarak bastı  
toklar yüreklerimize!
doymak bilmez domuzlar bastı 
felç edilmiş ellerimize!
kara yazılara kara imzalar attı
korumak için para alanlar
üç kuruşa göz kapattı
tepende komutanlar.


ey sevgili ver elini,
masmavi gözlerin, 
Ege'ye bakıyorum şimdi  
dinle derdimi
bütün dağların kalem benim, 
aç bana bağrını...
yıkamak içindir bilirim 
bütün yaralarımızı
sakın esirgemeyesin bizden 
o deli ırmaklarını...
sil gözlerini; 
bak seherin sabahça çiğleri 
tertemiz etmiş bedenini,
sana söz
şu felçli ve bağlı ellerime inat 
ayaklarımla direyeceğim,
olmadı dişleyeceğim gövdenden
o piç ayrık otlarını! 
ezelim ebedim, 
memleketim...
dimdik tut üzerinde yeter ki sen, 
kar beyaz zambaklarını...


"Ey Sevgili -Vatan-"
j.ak
23.Temmuz.2011

15 Temmuz 2011 Cuma

AĞIT


böyle günler yok mu
ölümüne  lânetlediğim
bu saatlerinde  ihanetin
öylece durur  usum yalnız  ve tek
ve yata-yalnız durur  koskoca bir millet.
bir ses arar başım bir omuz niyetine
bir yüz arar yüzüm dost niyetine
hasretini içti tekrar tekrar  yüreğim
al bayrağa sarılı  kınalı Şehitlerimin...
uykularındayken kör seherlerin,
bilmediğim âlemlerinde kollarımı kestim 
utandım ve kapandım,
bu hain devletin
başsız kalmış  omuzları üzerinde
bir yüz bile  bulamadım
aynalarda duran gözlerime
bu yüzden  bakamadım.
bilmeden çoğaldı elimde parmaklarım
her bir Şehidin bugün ben, 
bir parça anasıydım!
öyle kanadı ki bugün gözlerim
bütün televizyon kanallarını lânetledim
öyle acıdı ki bedenim
ya ben de öleyim
ya da bir haini
yok edeyim istedim!
Şehidim, kuzum, vatan evlâdım
sen kızıl-kara toprağısın sevdalarımın,
bilirim ki bağrında, 
bu memleket satıcılarının
ne dirisini ne ölüsünü barındıracaksın,
bilirim merhametsizdir bu hainlere
senin şanlı istirahatgâhın.
Şehidim, kuzum, vatan evlâdım!
öyle acıyor ki baharım yazım
ya ben de öleyim 
ya da bir haini...

"ağıt"
j.ak
15.Temmuz.2011

GÖLGE OYUNU


Kan emiciler, kandan beslenenler, otuz yıldır terörden geçinen kan tacirleri. Mutlu musunuz?  Dün gece yediğiniz yemek boğazınızdan geçti mi?  Ben vereyim bu soruların yanıtını. Hepiniz çok mutlu oldunuz ve domuz gibi de yediniz “yemeklerinizi” eminim bundan. Tek bir damla gözyaşı dökmediniz, dökemezsiniz de zaten, yüreklerinizi nasır bağlamış sizin.


Türkiye’de bir iç savaşı kızıştırmaya uğraşan tacirler bunun leblebi çekirdekle yapılmayacağının farkındalar. El altından yapılacak silâhların ticareti kimlere ne kazandıracak? Aranızda bunun rant hesabını da yaptınız mı? Yapamadıysanız onları da şike yapmaktan tutuklatacak mısınız yoksa? Günlerdir bikbiklenip durdunuz şike diye. Gündeme bakın ne kadar eğlenceli!  Peki at yarışlarında yapılan şikeleri neden kimse soruşturmuyor? Yoksa o rantın geliri güzel mi dağılıyor? Ya da “kontrolsüz güç güç değildir” yaklaşımı ile AKP bu ranta da mı göz dikti kim bilir? Öyle bir paranın aktığı her yerdeler ki zira, insana başka türlü düşünme şansını adeta tanımıyorlar zaat-ı muhteremler... Bakırköy’de meşhur bir jokey rahmetli halamların komşusuydu. İyi sporcu ve tertemiz bir ağabeydir. Ama küçükken hiç anlayamazdık neden dev gibi korumalarla gezdiğini, eve bile onlar tarafından getirildiğini... Paranın girdiği her yerde şike vardır. Boşu boşuna futbolcuyu “Modern Çağın Gladyatörü” diye adlandırmıyorum. Milan ve Juventus da aynı sebeple düşmedi mi? Ha sonra ne oldu peki? O ülkelerin futbolu pir-ü pak mı oldu? Yoo... Olmadı tabii. Aynen devam, şikeciler ve şike tüyoları... Ancak ne ki o ülkelerde gündemi bizdeki gibi alabora etmedi bu konu. Suçlular yakalandı cezalar kesildi hepsi bu. Deniz Feneri yolsuzluğu davası gibi sessiz sedasız sürüp gitmişti o davalar o ülkelerde. Ama bizim memleketimizde iktidar işine gelen davayı gizli saklı yürütürken, işine geleni de ayyuka çıkartıp gündemi onunla doldurmayı ve milleti uyutmayı beceriyor. Mevzu paranın büyüklüğü ile alakalıysa Deniz Fenerinde dönen para Fenerbahçeyi kim bilir kaç kez satın alırdı? Kaç kez?! Ama konu bölücülüğü Fenerbahçe Galatasaray’a bile çekmek konusu olunca, hem de şu özerklik ilânı arefesinde, tadından yenmedi doğrusu... Özellikle yazmayıp beklemeyi tercih ettim gelecek olan bombayı. Alın size bomba. On üç şehit ve bir özerklik ilânı. Ama Fenerbahçeydi Galatasaraydı, yöneticilerin yaptıkları zırva açıklamalardı derken bir yandan dalgalar halinde(!) sürüp giden tutuklamalarla dil ve akıl tutulmasının en uyuşturulmuş seyrini yaşıyoruz bir yandan da...


Cambaz bu kez kocaman! Bu cambaz daha ne kadar şişebilir ki acaba? Futbol bile siyasete cambaz edilebiliyorsa bir sonraki bombanın cephanesini merak ediyor insan. Ya cephaneyi fena halde tüketmiş bir AKP vardır ortada ya da... Ya da milleti aptal yerine koymayı şiar etmiş bu leş kargalarının sıradaki mönüsünü afiyetle yiyeceğizdir...


Yeni anayasa, emperyalizmin yeni çanak tutucularının taşeronluğu ile oylanırken cambaz bu kez halkın tamamı yapılmak isteniyor olmalı. Bu senaryonun teorik kısmını saklamanın en güzel yolu küçük gruplar halinde başlatılacak olan bir iç savaştır. Ve bu leblebi çekirdek ya da çakıl taşı ile yapılsa bile işin içinde önemli bir ticaret vardır ki biliyoruz ne leblebi, ne çakıl taşı, ne de karanfille yaptırılacaktır bu kargaşa. Bundan sağlanacak rant, bu ticareti yapanların  evlatlarına mezar taşı parası olur inşallah!


On üç evladımız şehit edildi. Hangi ve kaç paranın hesabı daha önemli olabilir ki bundan? Televizyonlar Merih’den yayın yapıyor gibiler. Anlamak mümkün değil. Neredeyse dansöz oynatacaklar. Hangi kanalı açsam yüzsüzlük diz boyu. Pişkin pişkin sırıtan yüzler hiç birşey olmamış gibi. Bir kanalda romantik komedi filmi var, diğerinde bir dizi vs. Sonra birileri çıkıp köyün delisi gibi özerklik ilân ediyor kendi çapında. Ben de dün gece krallığımı kurdum, yarın birkaç kişinin canına kıyıp bu durumumu ilân etmeyi düşünüyorum. Çünkü o kadar kolay. Ya da oralardan öyle gözüküyor. Kim bilir?..


Terörden beslenen besleme köpekler söyleyin bana hangi ve kaç para on üç canı öldürmeyi mübah kılıyor gözünüzde? Memleket on üç askerden mi ibaret sanıyorsunuz? Malum basın bu ölümlerden TSK’yı sorumlu tutmuş. Savaş uçağımız bombalamış askerimizi. Bunlar birer hain klâsiği olarak tarihe geçmeli. Ne yapıldıysa TSK yaptı zaten değil mi? Gladyo yaptı, derin devlet yaptı. Yani eli kanlı  terör örgütü PKK neredeyse kimseyi öldürmeden otuz yıla yakın bir süreyi geride bıraktı. Yani otuz beş bin civarında askeri ve onca sivili hatta Serap Eser’i falan hep TSK ve derin devlet öldürdü. G.Doğu’da el kadar bebeklerin eline taşları da TSK veriyordur kesin. Taksim’de kreşe molotoflu saldırı yapmak, Mersinde anaokulu bombalamak hep derin devletin işi. E madem öyle de bu gerizekâlılar neden dağdaki hainlere özgürlük savaşçısı gerilla gibi isimler takıyorlar? Bu ne yaman çelişkidir böyle? Her lâfa bir yanıt zinciri artık saçmalığın doruklarına tırmanmıştır. Öyle ki neredeyse kaleşlerinden çıkanların mermi değil karanfil olduğunu savunacaklar.


TSK için ise hep şunlar deniliyor. “Bi’ bitiremediler şu terörü ah şu TSK!!!” Terör kan emicilerin gelir kapısıdır. Kolayla bitmez. Silâh ve uyuşturucunun ticaret zincirindeki besili hain tosuncuklar, hep şike yapılsın ister çünkü. Hakem Amerika olduktan sonra şikenin biri bin para. Terör yasası derler bitmez. Kurşun sıkan teröristi vurdu diye askere dava açılır, “neden belden aşağıya ateş etmedin” diye soruşturulur ve hatta suçlu falan ilân edilir. Ama öte yanda eli kanlı katiller davul zurnayla karşılanıp çadır mahkemelerince serbest bırakılır. TSK’nın Kandil’e girmesine izin verilmez, neredeyse TSK’nın nefes alıp vermesi bile yasakken bir de yüzsüz yüzsüz TSK bir türlü terörü bitiremedi lâf ebeliği yapılır. 

Verin bakalım TSK’ya tam yetkiyi sonra oturup gün sayalım birlikte... Acaba çift haneli rakamlara gelebilir miyiz?

Hiç zannetmiyorum. Ama birileri kan içmeye devam edecek, şamar oğlanı olmaya meraklı PKK ve onun sevicileri Amerika’ya o koca götünü yaslayacak ve bir de üstüne “Biz özerk olmuşak” edebiyatı yapacak! Tam bir komedidir bu. Ama trajikomedi...


Ey kan içerken kahkahalar atabilen hain!

Bu millet o koca götünü dayadığın Amerika’yı falan tanımayacak günün birinde.  O zaman da gülebilecek misin böyle? Kork! Türk Milleti’nin neler yapabileceğini iyi bilirsin sen. İşte o yüzden kork! Değil on üç asker, bin üçyüz onüç askeri de şehit etsen bu millet dimdik duracak. Ama sen iyi hatırlarsın ey hain! Hani o gerilla dediğin dağdaki çapulcu topluca öldüğü vakit leşleri hiç bir yere sığmayıp top sahasında teşhir edilince nasıl tırstığını anımsa! Terörün nasıl da şıp diye bitiverdiğini. Çünkü sen korkaksın! Arkanda Amerika olmasa bir bok beceremezsin! O gerilla dediğin pespayenin o yıllarda nasıl da korkup teker teker teslim olduğunu anımsa ve kork!

Hiç tanıyasım yoktur o özerkliği bunu iyi bilesin! Kalıcı olsun diye ağlaşıp duruyordunuz  geçenlerde şu sözde özerklikten bahsederken. Nasıl da biliyorsunuz ama değil mi? Nasıl da iyi bellemişsiniz Türk Milletini?

Çünkü o dediğin şey kalıcı ol-ma-ya-cak! O yüzden çok sevinme, biliyorsun ki er ya da geç... 

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Şerh-i Yurt

Şerh-i Yurt...

Gün dünden sorulur ki, ''ardına bakar gün...'' Yâr olur topraklar, bağrına basar insanları. Kahramanlıktan ve sevdadan kopar türküleri  ozanların. İnançlar ve dogmalar her ne olurlarsa olsunlar sevdaya dairdir hep yazılanlar ve sevdadan olma acılara, hasretlere koşulur o yazmalar. İnsana ve doğaya titremiyorsa gönüllerin o en tiz teli, ne yurt ne de bir ilâh alıp götürebilir  vicdanların seslerini. Her daim derim ki, insan ve doğa sevgisidir miras. Bunlar yoksa ne vatana beslenir kara sevdalar ne de kalemin o kurşunî soğuğunu ısıtır, yürekten akla kurduğumuz  köprülerdeki barajlar.


Bir şerhimiz var, bir açıklamamız. Bu diyar bizim candan olma tek yârımız. Yaramız var. Soğuklardan üşümüş yaşlarımız. Yaslarımız var bizim, karalar bağlatmış kan kırmızı topraklarımız, şerhimiz var bu topraklarda, son sözü söylemektir en  doğal hakkımız. Sözlü anlatımlarla başlar bizim edebiyatımız. İslâmiyet’in çok öncesinden gelir taşı gediğine koyma sanatımız, taşlara yazıldı ilk yazıtlar ki hepsi bizim yazılarımız, şerhimiz var! Memlekettir bizim yârımız sevdamızın olmadığı yerde çünkü biz, her dem yarımız...


Bir şerhimiz var bir mektubumuz, vatandır dostumuz ve halktır tek umudumuz, bu kısrağın en doğusundan gelir, ortasında çağlar ozan soyumuz ve destanlar içirir kana kana binlerce yıldan getirdiğimiz berrak suyumuz. Dilimize şeker çalmış sevdalarımız. Kızılca bir kıyamet gibi düşünce bir genç kızın gür memesine yemenisindeki al oyası, divâne bir aşığı oyalar elindeki gül ağacı bağlaması,  gök kubbeye seğirir o an aşık nefesi, yürekleri dağlar  binlerce yıllık  yanık ve gür sesi...


***

Nereden gelir nereye giderizin yanıtları; Edebiyat denen  uçsuz bucaksız denizlere çağlayan  pınarları izlemekte saklanır.

Türk Edebiyatı tarihinde uzunca bir zamandır bilinen en eski metinler olarak çıktı karşımıza Göktürk Devleti zamanının Orhun Yazıtları... (Bilge Kaan, Kültigin ve Vezir Tonyukuk anıtları.)

Ancak  bildiğimiz üzere ne ilk yazılı metinler, ne de ilk yazılı edebiyattır Türk bodununa ait olan o yazıtlar. Zira otuz sekiz harften oluşan bir dizge vardır  Orhun Yazıtları’nda ve  a-o-u-ı  kalın seslileri ayrımsanarak  sessiz harflerle bir uyum dahilinde (ses uyumu ) kullanılır.

Anlatımalar hem akıcı ve mükemmel, hem de şiirsel bir dille aktarılmaktadır. Bir yazılı anlatım  bu seviyelere kolay kolay gelemez. Yüzlerce yıl o dilin akıcı bir şekilde kullanılıyor ve yazılıyor olmasını gerektirir dil bilgisi kurallarını oluşturmak. Yani Türkler batılıların herdaim empoze etmeye çalıştığı gibi cahil barbarlar topluluğu değillerdi. Yazın, uygarlığın en açık kanıtıdır çünkü.  Savaşmak barbarlık olarak adlanıyorsa  ilk taşı en günahsız olanlar atmalıdır yüzyıllar öncesinin Türk Devletleri’ne... Yenilmezliğin adı barbarlıksa, varsın çelişedursun batı kendi yalanlarıyla, koskoca bir uygarlık vardır ortada. Türk hitabe sanatının ilk ve en mükemmel örnekleri olan bu eserlerde yalın ve keskin üslubuyla Türkçe'nin zengin ifade gücünü görürüz.

Edebiyat dili yüzlerce yıl Türk Milleti'nin zevkiyle işlenmiş, ortak söyleyiş değeri kazanmış ve bir kavmi millet olma bilincine ulaştırmıştır.

Sosyal  bakımdan insanlık tarihinin en anlamlı mezar taşlarıdır. Bazen kuvvetli bir hitabe diliyle bazen bir tarihçi anlatımıyla bazen de lirik bir söyleyişle Türkçe'nin o dönemdeki tüm renkliliğini yansıtırlar.

Türk Edebiyatı'nın yazılı örnekleri olan bu eseler, sağlam cümle yapısı, zengin sıfatları ve fiilleri, köklü, güçlü tamlamalarıyla Türk yazı dilinin başlangıcını milâdın ilk asırlarına götürebilecek kalıntılardır.

Sözcüklerin zenginliği, oturmuş cümle yapısı, yeni oluşmuş bir dil kimliğinden çok uzak; Aksine yüzyıllardır işlenerek şekillenmiş köklü bir dil görüntüsündedir.

Hatıra türündeki bu eserler taşlar üzerine yazıldğı için kısa ve etkili ve bir biçimde yazılmış, nice tarih kaynaklarının aydınlatamıyacağı kuvvetli tarih çizgileriyle yeni nesillere uyarılar ve öğütler aktarmıştır.


***


"Kaan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için, bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, fena imiş... Türk beyler, Türk adını atmışlar, Çin beylerinin adını almışlar. Çin hakanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler."



"Türk budunu... sen aç olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın, harap, bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın. Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken'i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın. Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Türk budunu, kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi. Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu." 




"Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü, güzel hediyesi, uzak kavimleri yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayar imiş. İyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne, güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü." (Orhun Abideleri-Muharrem Ergin)

***

Bilge Kaan yazıtında, tarihin tekerrürden ibaret olduğu gerçeği yüzümüze bir tokat gibi çarpar.

Yazıtlarda radikal bir şekilde göze çarpan bir başka konu ise halk ile yapılan mertçe hesaplaşmadır. Tüm kusurlar ve eleştiriler keskin bir dille açık açık söylenir. ( Tamamı okunup incelenmeli tabii, burada belirgin örneklere yer verilmiştir.)Üçüncü alıntıda anlatılan ise, bir verip on almak isteyen sömürücü devletlere karşı uyanık olmak öğretisidir ki, şimdilerde de tarihsel önemini korumaktadır. Ancak ders alanlar olmadığından olsa gerek, bir alıp on vermeye devam ediyoruz...

Tabii ki ders almak isteyenin yüzlerce yıl öncesine Göktürk-Orhun yazıtlarına gitmesine de gerek yoktur. Yakın tarihimiz yanı başımızda duruyorken ve tüm dünyaya ders olmuş bir destan olan  İstiklâl Savaşımızı tarihe  yazmışken bir tek bizim işbirlikçilere pek birşey ifade etmiyor olmalı bu durum... Canımız ise yürümesine hâlâ izin verilmeyen bilgelerimize, aydınlarımıza yanmaktadır  bir taraftan! Emperyalizmin en çirkin yüzü de bu değil mi zaten?

Kül Tigin yazıtında :

“Türk, Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Üstte gök çökmezse, altta yağız yer delinmezse Türk Milleti, senin ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk Milleti vazgeç, pişman ol!” diye seslenir Kültigin.

Bir Türk Devleti, ancak doğal afetlerle yok olabilir deniliyor yani. Bir de birbirine düşürüldüğünde.

Şimdi de durum yüzlerce yıl öncesiyle aynı değil mi? Türk adından utananlar, kimliği ile ilgili aşağılık duygusuna kapılanlar,  hüküm altına girme meraklıları, ihanet ve acz içinde olan işbirlikçiler  şimdi de yok mu? Türk askeri şimdi de başka devletlerin çıkarları için NATO adına savaşmıyor mu?  Türk’ün ancak içeriden kışkırtılırsa çökeceğini gayet iyi bilen dış mihraklar, bu yüzden casuslarını hiç eksik etmemişlerdir içimizden... 


Ancak  yazıtlar  bize aynı zamanda şunu da söyler ki; Her defasında küllerinden doğmayı bilmiş olan bir kültürü  barındırmaktadır bu millet. Her ne kadar ‘’bodun’’ sözcüğünün halk sözcüğüyle aynı anlama gelmeyip, kavim anlamına geldiğini savunanlar  olsa da, bu saptırmaların hangi amaca hizmet ettiği gün gibi aşikârdır. Düşünün bir, Göktürk Devleti olarak adlandırılacaksınız ama aynı dili yüzlerce yıldır konuşabilen  koskoca bir halk, niceliği azımsanarak küçük bir kavim olarak algılatılmak istenecek. Olacak iş mi? Zaten yazıtlar bulunup deşifre edildiğinde de uzunca bir zaman  o dilin Vikingler’e ait (slav dili) olduğu savunulmuştur. Tıpkı Anadoluya göçün 1071’e kilitlenmesi gibi.  Oysa bu ve benzeri dayatmaların maalesef elle tutulur hiç bir yanı  yoktur...  Göktürkler döneminin meşhur Ergenekon Destanı da  sözlü edebiyatımıza ait önemli örneklerden biridir .  Temasının ise Türk Devletleri’ne karşı hile ve kalleşlik yapılmadan herhangi bir galibiyet sağlanamayacağı ve her ne olursa olsun Türkler’in kaybettiği yurt topraklarını geri alması olmasının  şimdiki iç ve dış düşmanlarımızda nasıl bir etki yarattığı, koskoca bir Ergenekon yurduna (destanına) çaldıkları karadan anlaşılmıyor mu?

Konu gereksiz yere hamaset yapmak değil,  tarihten ders alabilmektir.  


Doğru olan ne tarih öncesinde yaşayarak büyüklük kompleksleriyle esrimek, ne de bu koskoca tarihi yok saymak ve unutturulmasına izin vermektir. Edebiyat kendi naifliğinde  dil ve uygarlık dersleri vererek gönül telini titretirken, tarihe de ışık tutar...

Jale ALTUNEL,
06.Temmuz.2011

5 Temmuz 2011 Salı

ARDINA BAKTI...

gün ardına baktı,
renkleri kurtarılmış bir gurup
kızıl serüvenin  altında
mordan düz çizgiye oturup,
haber verir ertesi günün rüzgârını
dağlara.
rüzgâr koparıp alacak gibi 
o ebru düşlerimizi
selâm dururken ufuk, 
aynılıklara
umutlar yapışır 
yürekteki yaşlı dallara   
savrulana dek rüzgârla,
ilk ışıklarıyla durular gün
karanlıkları.
gözlerinde damlacıklar sürgün yapraklar
güneş siler tüm yaşları 
dokunmadan.
saatler yıllarla, 
gün ufukla inatlaşırken
ardına bakıyor yine gün 
nicedir sürgün...

''ardına baktı''
j.ak
05.Temmuz,2011

YANGIN

gece vatmanlarının sirenleri
şamar üstüne şamar çalar
demokrasi tramvayında
ve koskoca bir memleket
yangınlarda...
kıyametin borusu
yakar koynumu koyu siyaha
yakar al beyaz renkleri sözcüksüz,
talan çığlıklarıyla!
ciğerlerimize sıçramışken  kanserli virüs,
bu günler cümlemize iki Temmuz!
çalakalem süngü olmuş
Son Ok Mevkiinde düşün,
yanıyor karakalem yazgıları düşlerin
Silivri’de  var yine 
Sivas  yangınları... 
nefes alan yerleri is karası
resimlerin
bir devran ki us fukarası
ileri demokrasinin
avuçları gökle bir
gözleri iz karası bütün milletimin
kör dövüşlerdedir körebeler gibi
ki gönül yarası...

‘’yangın’’
j.ak
2.Temmuz.2011