20 Aralık 2015 Pazar

DEVLET - SANAT

Yılların eskitemediği “sanat sanat için midir, halk için midir?” tartışması sanat ve erdem ilişkisinde düşündürücü olmayı sürdürür. Konunun uzandığı uç nokta yaratıcılık ve varoluşçuluğa gider bildiğiniz üzere ki hafif tebessümlerle geçiştirilebilecek basitlikte değildir. Neden mi? Çünkü yüzyıllardır kullanımdadır sanat. Kimlerin kullanımındadır? Erkin, yani siyasi iktidarların kullanımındadır elbette. Tartışılan konuya bana göre Froyd; Uygarlığın Huzursuzluğu adlı eserinde (Das Unbehagen In Der Kultur/Civilization And It’s Discontents) sublimasyonu açıklayan kuramıyla en önemli çıkarımı yapmış.
“Sublimasyon”, yani yüceltme mekanizması sanatsal yaratıcılığı açıklamak için Froyd ve sonraki psikanalitik kuramcıların kullandıkları bir kavram olarak çıkıyor karşımıza. Yüceltme, ego için tehlikeli sayılan cinsel saldırganlığa karşı geliştirilen bir savunma mekanizması olarak açıklanıyor. Burada sanatsal yaratıcılığa bakış konusundaki farklılıkları da anlamalıyız ki bazı sanatçıların neden durduk yere(!) sistem tarafından ortadan kaldırıldıklarını da anlayabilelim.
Yaratıcılık, Tanrısal bir boyut ve sublimasyon, cinsel enerjinin (libidonun) yaratılana kanalize edilmesidir. Din olgusunun bu motif doğrultusunda konuyla içiçeliği hep saklanmış görünüyor. Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Froyd, dinsel sonsuzluk düşüncesini, bireyin benliğini dış dünyadan ayrı tanımlamaya başladığı ana dayandırıyor. Birey bu kopuşu “okyanusvari bir sonsuzluk hissi”, yani tanrıya inanma sanrısı olarak gösterirmiş. Froyd’un talebesi Jung ise “bir-leşme” kavramını ortaya atmış. Doğu dinlerinde, tasavvufi söylemlerde bahsi geçen bir olma durumuna özlem olarak, bireyin kendini bir’in parçası olarak görme bilinci oluşmuştur. Bu söylem ve etkileşimlerin Freud’un dediği gibi bir “sanrı” mı Jung’un dediği gibi “bir-leşme” mi olduğu elbette tartışma konusudur.
Aslında bu düşünceler ışığında 10. Yüzyıl dervişlerinden Hallaci Mansur’un ilk kez dillendirmiş olduğu Ene’l Hakk görüşü geliyor aklıma. Ve bu görüş ardınca giden 15. Yüzyılın büyük şairiNesimi… Ene’l-hakk mantıgının temeli, tüm kâinat Allah’tandır ve Allah her yerdedir. Bu kainatin bir parçasiysam Allah benim de içimdedir, bende de Allah’tan bir parça vardır. Bu durumda ben Allah’ın bir parçasıyım’dır. Hal böyle olunca ene’l hakk diyen Hallaci Mansur da büyük şair Nesimi de idam edilmişlerdir. Bu düşüncenin karşısına ise vahdet-i vücut bir antitez olarak konulmuş ve sanatı erk tekelinde tutma düşüncesindeki sistem tarafından benimsenmiş, bunun savunucusu sanatçılar da özgür(!) bırakılmışlardır. Çünkü vahdet-i vücut düşüncesi monizmi temel alır. Bütünün parçalarıyızdır ama yaratıcı tektir ve ancak o’dur. Tanrı varolan herşeydir. O, kâinat ve ötesidir.
Sanatın erk tarafından idari bir keşif olarak ortaya çıkmasına ilişkin sorumuzu yöneltelim o zaman şimdi;
Devlet mi halk içindir, halk mı devlet içindir?
Gülmek serbest. Boşlukları doldurmak kâfidir. Çünkü elbette devlettir halk için olan. Öyle olmasaydı Atatürk de bilirdi “soyunu soylandırmayı, boyunu boylandırmayı!” Bu doğrultuda okumalıyız Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini.
Bugün Dünya’nın en gelişmiş ülkelerinde bile gerçek anlamda halk için çalışan bir Devlet göremezsiniz. Elbette gelişmemiş olanlara nispetle gözle görülür farklar yok değildir. Ama özünde hepsi idari erki kollamak için yapılandırılmış unsurları barındırır. Din Sanat ve Spor bu unsurlar içinde en etkin olanlarıdır. Bu yazımda Spor olgusuna çok fazla değinmememin özel bir sebebi var aslında. O da artık 21. yüzyılda sporun neredeyse sanki sanatın bir koluymuş gibi işlenmesine yönelik yeni keşiflerle ilgilidir. Tv’deki futbol programlarına dikkat edin, zirve sporcuları 1990’lardan beri adeta sanatçılar gibi hayat akışı incelenen kişiler haline getirilmiştir. Falanca maçta attığı rövaşata golünden bahsederken bunun “çok sanatsal” olduğu yönünde yeni algılar yaratılmaya çalışılması hiç tesadüf değildir. Ve elbette Hakan Şükür’ün Avrupa kupası maçı öncesi kurban kesip kanını alnına sürüp dualar eşliğinde sanat yapmaya çıkmasının, pardon sahaya çıkmasının da tesadüf olmadığı gibi…
Demem o ki, her zaman erki elinde tutanların kimler olduğuna bakmalıyızdır önümüze sanat ya da sanatçı diye konanları izlerken. Çünkü bireyi adeta büyüleyen güzelliklerin içi sistem tarafından, çirkeflik ve bilumum küstahlıkla doldurulur. Bu Dünya Sineması olarak adlanan Hoolywood için de ekseriyetle böyledir. Her sanat eseri her sanatçı değildir elbet. Çünkü sistem progresiv çıkışlara da bir yere kadar serbesite sağlar ki bu progresiv serbesite bir nebze de olsa toplumların basıncını düşürsün, yani büyük patlamalara gebe bir istim sıkışmamış olsun.
Bu bağlamda Devlet Sanatçılığı kavramından bahsetmezsem çatlarım.
Platon’un mükemmelleştirdiği o mucizevî Devlet’i temel alırsak kavram olarak mükemmeldir bence. Yani halkı için didinen, çalışan bir devletin sanatçısı doğal olarak halk için sanat yapıyordur. Ki bu doğru olandır. Evrensel gerçek de tektir. İkiyle ikinin dört etmesi gibi. Siz bakmayın beş eder diyen postmodernist filozof bozuntularına! Aman cebir falan da demeyin ha, cebirle çözmüyorum bu işlemi! Ezoterizmin izinde, başkaları anlamasa da olur türünde sanat’mış gibi ortaya konulup, izleyenin/okuyanın da “yahu anlamıyorum hiç bir şey ama çok süpermiş dostum!” dedikleri züppeliklere de aldırmayın… Çünkü beş yüz yıl önce de anlaşılıyordu Nesimi ve yüz yıllar öncesinde yaşamış halkın pek çok ozanı da hep, hep anlaşılıyorlardı… Şimdinin devletleri ezoterist anlatımı sadece belli bir zümrenin, hatta neredeyse tarikatların beğenisine sunarken, konudan bihaber kitleleri de tamamen alt unsurlarla etkileyip ele geçirerek aynı saflara çekmeyi gerçek hedef olarak belirlemişlerdir. Halkı için çalışmayan bir devletin onay vereceği “sanat” ya da “sanatçı” ve hatta “devlet sanatçısı” adıyla pazarlayacağı da kendi hedeflerine ters düşmemiş olan ürünleri ya da bireyleri kapsayacaktır.
Devlet Sanatçılığı kavramına değildir burada sözüm. Devlet Sanatçısı doğal olarak Halkın Sanatçısı demektir çünkü. Ama her kavram her tanım gibi bu kavramın da Devlet tanımının da çoktandır çürümüş ve kokuşmuş olduğunu görüyoruz. Bu yüzdendir “bu devlet bizim devletimiz değildir” dememiz. Bu yüzdendir Devlet Sanatçısı diye önümüze atılana bizim sanatçımız değildir, hiç olmadı ki! dememiz… Ama anlatamadık ve anlatamayacağız. Bizim anlatamadıklarımız üzerinden sözde halkçıymış gibi çıkış yapan etnik bölücülerin adeta rol çalarak Devlet’i kendi yargıları üzerinden yok saymalarına karşı çıkarken anlatamadık hem de! Bir şeyin karşısında olmanın, bizden rol çalanların dediklerinin yanında olmayı gerektirmeyeceğini de anlatamadık!
Biliyoruz ki çapıyla olmasa da içeriğiyle bir üçüncü paylaşım savaşı süregitmekte. Etniksel mezhepsel, jeosiyasi ve politekonomik gerçekler üzerinde tırmanan ve birbiri ardınca gelişen çok önemli ayrıntılarıyla hem de. Ve tırmanan bu büyük resimde şeytan ayrıntıların içine gizlenmiş durumdadır. Siyasetin içinde çok önemsenmiyor olsa da Edebiyat Gazetesi olarak bu ayrıntılara değiniyor olmamız bu sebepledir. Ayrıntı gibi görünenler kitlesel etkileşimin ana arterini oluştururlar. Sanat üzerine gitmemiz filmleri eleştirmemiz, onları yayınlamamız işte bu yüzdendir. Evrensel algıları, estetik algıların kullanıldığı akımlar belirleyebiliyorsa, o çoktandır hatta yüzyıllardır siyasi bir konudur zira.
Sanat siyasi bir konuysa elbette halk içindir.
Halkı için varolacak bir Türk Devleti özlemiyle,
Sağlık ve iyi Pazarlar dilerim…

Jale Altunel / edebiyatgazetesi

9 Aralık 2015 Çarşamba

oluk oluk öldük

Oluk oluk, 
Ön Asya'da öldük.
eli kılıç tutmazların,
ata eğer vurmazların,
saza sözü katmazların,
yerine öldük korkakların!
taşa sevda yazmazların,
aşında türkü tütmezlerin,
antına güven olmazların
yerine öldük aymazların!
Devlet olduk, yüreğimiz dev olup,
toprak olduk bayrağımız al olup
çiçek olduk Karabağ'da kırlarda,
demirden kale olduk, Eceabat'ta!
Şimdi bir urgan var boynumuzda,
elleri yağlı kara.
Kıyıp geçer oluk oluk
anar sonra rakamlarla
Soma'da, Hazar'da, Urmu'da
Musul'da, Tuzhurmatu'da
Türkmendağı'nda
Ölürüz sessiz çığlıklarla
Varırız uçsuz uçmağa...
Kalkacağız kardaş darıhma
Geçit yoktur kuzgunlara
Gün ola harman dola
Turan’ımız Devlet ola!..

“oluk oluk öldük”
j.ak
8.Aralık.2015




6 Aralık 2015 Pazar

rüzgârını içtik

Eskitemedik o eski yalnızlığımızı bunca yıl,
İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!

"Rüzgârını İçtik"
j.ak
05. Aralık.2015



1 Aralık 2015 Salı

KİTLESEL YALNIZLIK LİBİDO ve SAVAŞ


Bize ne yaptılar? Çıldırdık mı?

Kitlesel yönlendirme araçlarından en önemlisi de bastırılmış libidonun kullanılmasıdır.
Ahlâki standardizasyon, başkalaştırılan kavramlarla “başka değerler” şeklinde çıkıyor artık karşımıza. Sistem kitlenin libidinal agresroyonunu (bastırılmış cinsel enerji kaynaklı gerginlik) yönlendirip onu kullanıyor.

Dini terör örgütleri de dâhil, tüm terör örgütlerinin kullandığı,
Fabrikalarda artı değerin üretilmesinde sermayedarların kullandığı, 
Holiganlığı oluşturan spor sektörünün kullandığı… 
Ve hatta eğlence sektörünün fanlar oluşturmada kullandığı da, bastırılmış yaşam enerjisidir.  

Dini ve siyasi yasaklarla bastırılan cinsel enerji, patlamaya hazır bir bomba etkisindedir. Bu etki modern zamanların ilk döneminde fabrikalarda kullanıldı. Ama bu çağda artık fabrikalarda eskisi kadar fazla insan çalışmamaktadır. Teknolojik gelişim sayesinde insanın yaptığı işin büyük bir kısmını makineler yapıyor. Üçüncü dünya ülkelerine nispeten batıda dini reform gerçekleşmiş ve cinsel kısıtlanma, ekonomik iyileşme süreciyle de paralel bir seyirde ortadan kalkmıştır. En önemlisi “gelişmiş” batıda toprakların paylaşılma süreci bitmiştir. Dolayısıyla libidinal agresyonun o coğrafyada herhangi bir kullanım amacı da kalmamıştır artık. Ama Ön Asya’da ve Orta Asya’da durum hâlâ kullanıma açıktır ve bunu istedikleri şekle sokabilmektedirler. Irkçılık, mezhepçilik ve bunların oluşturduğu kutuplar üzerinden ayaklandırmak, sahte düşmanlıklar yaratmak ve bölgesel savaşları kaşıma yönünde kitlesel bir istismar vardır. Yani bu durum bizim coğrafyada trafikte de bir meydan savaşıdır, (gerekirse)stadyumda da, ucuz bir mal satacağını önceden açıklayan ve kitlesel hücuma uğrayıp birçok insanın ağır yaralandığı bir AVM açılışında da öyledir.  

Trafik terörüne ilişkin Aycan Yayla’nın “Bu bir Meydan Savaşıdır” adlı yazısını okuyunca daha çok araba satışı, daha çok yola ihtiyaç duymak, yani doğayı daha da mahvetmek pahasına tüketmek düşünceleri uçuştu zihnimde ve Araba üreten fabrika sahibi Henri Ford’un (1863-1947) söylediği şu sözler geldi aklıma;

“Daha çok araba satabilmek için daha fazla araba yarışı düzenlemeliyiz, daha fazla pist yapmalıyız, bunu da basın yoluyla kitlelere duyurmalıyız”. Bunun üzerine basın devleri Hearts ve Pulitzer devreye sokularak haber vermek yerine haber üreten sarı basın yaratılmıştı… Hatta 1966 Fransız yapımı Un homme et une femme (bir erkek ve bir kadın) adlı filmde erkeğin formula yarışçısı olması yani reklamın sinemaya kadar sıçramış olması, o yıllar için hiç de tesadüf değildi.

Konuya dönecek olursak ki bence trafik terörüne varan süreçte, tüketimin çıkış noktasını anlamak adına konunun tam içindeyiz, spor – siyaset, din – siyaset, eğlence – siyaset dersem, sanırım herkesin aklına Franko ve onun kitleleri uyutma taktiği 3F gelecektir.

Oluşturdukları sisteme kitleleri uygunlaştırmada, eski basın devleri Hearts ve Pulitzer’in o etkin görevini artık günümüz medya devleri, küresel siyaset esnaflarının çıkarları doğrultusunda üstlenmişlerdir. Öyle ki bu durum teknolojinin gelişmesiyle internete, oradan da akıllı telefonlara uyumlanmıştır. Sosyal paylaşım şebekeleri, sistemin günümüze kadar kitleleri uyutmada kullandığı 3F’nin yanına konabilir mi sizce? Bence bu mümkündür. Çünkü aynı bağımlılıkta, aynı yaptırım araçlarından biri olmuştur “sosyal paylaşım” görüngüsü.

Teknoloji, yalnızlığı kitleselleştirmiş oldu!

Artık siyasi mitinglerin adı “etkinlik” oldu meselâ. Bir futbol maçı gibi, falanca festte verilecek bir konser gibi ya da stadyumda izlenecek bir maç gibi, sadece bir etkinliktir o. Çünkü insanların birbirlerinden haber almasının ve iletişimlerinin nerdeyse biricik yolu internetteki sosyal paylaşım ağları olmuştur. Artık, event, etkinlik zamanlarındayız…

Sömürülen ülkelerde neden siyasi diktatörlüklerin din temelli ahlâki baskıları etkin kıldığını ve neden islâmi mezheplerin fitilinin hristiyan ülkeleri tarafından ateşlenerek üzerimize atıldığını anlamak zorundayız. Ve anlamak zorundayız, internetteki videolarda neden ölüm sahnelerine bu kadar sık rastlar olduk, gelişmekten bahsedip, ceplerinde insanlığın geldiği son teknolojiyi taşıdığı halde neden insanlar Ortaçağ karanlığının gladyatör ölümlerini izlemeye giden kitlenin ruhuna büründü ve ilgiyle şiddet içerikli görselleri izliyor?  Neden hayvanların haklarını müdafaa ediyorum ve “bu adamı ifşa ediyorum” kisvesiyle hayvan işkencesi içerikli videoları rahatça paylaşabiliyor? Ortaçağ’dan kalma bu davranışları bugünün teknolojisinde bile, sözde modern insan neden tekrar eder? Yanıtı açıktır. Çünkü ortaçağ engizisyonu da libidoyu şu an bu coğrafyaya batının ihraç ettiği “ılımlı İslâm”ın bastırdığı gibi bastırmaktaydı.

Batı şimdi Ön Asya’daki libidinal agresyonu istediği şekilde açığa çıkarmanın peşindedir. Bunu Arap Baharı’nda da gördük, kısmi şekliyle Gezi’de ve Güney Azerbaycan kalkışmalarında da gördük, Azerbaycan-Nardaran’da şimdilerde şii mezhepçiliğinin kışkırtılması şeklinde de görüyoruz ve daha da görmeye devam edeceğiz.  Ve onlar din ahlâk çıkışlı sahte yırtınmalar karşısında doğacak kavram kargaşasıyla, aslında ahlâki yozlaşmayı sağlamanın peşindeler.

Yeni paylaşımlar yapma derdindeki sömürge, sömürdüğü ülkelerin önce eğitim sistemini çökertiyor ve etkisiz kılıyor. Daha sonra yapılansa adeta koskoca halkı ahlâksızlıkla aşağılamak anlamına gelen dincileştirme, yani toplumu ahlâklı yapma girişimidir. Sanki bizim toplumsal geleneklerimiz yokmuş gibi, sanki biz ahlâksız bir toplummuşuz gibi. Bu girişim mahallelerde din adamlarının verdiği fetvalardan, bilmemhangi hoca efendinin tv ekranlarında öttürülmesine, üniversite profesörlerinin demeçlerinden milletvekillerinin kürsüden çıkışlarına, makale yazarları(!)nın çemkirmelerinden falanca sanatçı(!)nın ulvi açıklamalarına uzanan kitlevi bir gazla pompalanıyor. Cuma namazı, umre, hac, örtünmek gibi davranışlar burjuva sınıfı davranışı haline getirilerek özendiricilik yaratılıyor. Sonra da gelsin kadın bedeni üzerine konan ataerkil ipotek, gitsin ahlâk ve namus kavramlarının, kadın cinsiyetiyle erkek uçkuru arasında bir yere sıkıştırılması. Yolsuzluk yapıyorsunuz ama? O sayılmaz. E iyi peki madem o sayılmıyor o halde genel evler yasaklansın? Aa bak o olmaz işte. Neden? E erkek başka. Erkek bedeniyle kadın bedeni bir mi? (Yeni bir “şey” keşfedilmiş gibi şaşırılır ve susma hakkı kullanılır!)

Ne dersek diyelim bu ataerkil ikiyüzlülük sürdükçe, ikiyüzlü erkekler ve ataerkil düzeni korumaya ant içmiş bıyıklı kadınlar yönetmeye devam edecekler bizi. Ve din temelli ahlâki bastırılmışlıkla sahte zıtlıkların yarattığı “feminist” hareketlere maruz kalacağız. Feminizm ilk duyduğum günden beri beni utandıran bir kavram olmuştur. Cinsiyetimi koruduğunu savunan ve sadece hukuki temeller üzerinden gerçekte liberal çıkışlar yapan bir yapı,  aman ne büyük şans, ne büyük lütuf! Hey gidi Türk katunu, hey gidi Türk anası! Getirildiğin noktaya bak! Femen grubu gibi zırvalıktan muhteva insanların aptal saptal eylemleri yaratılan zıtlığa, gerçek yozlaşmaya en iyi örnektir bu arada. Düşünün bir, sistem bastırılmış cinsel enerjiyi reklâm sektöründen terör eylemlerine kadar her tür sömürü ve istismarın aracı yapmış, bu şapşal sürüsü bedenlerini şov malzemesi yapıyor. Ne desek boş!

Ön Asya’yı parçalamayı kafasına koymuş vahşi sömürgecilerin pençesindeyiz. Batının bu coğrafyaya demokrasi getirmesini istemiyorum ben. Buraya özgürlük de getirmesin batı. Buradaki kadınların hakkını hukukunu da aramasın, hiç gerek yok! Başlatmayın hakkınızdan hukukunuzdan. Tek istediğim batı o domuz pisliğine ve insan kanına bulanmış olan ellerini çeksin üzerimizden. Kendi icadı olan ılımlı islâm hançerini ruhumuza saplamaktan vaz geçsin. Çünkü bu coğrafyadaki Türk ruhu onların hançerinden çok daha derindir. Kendi geleneklerimiz islâmdan çok önceye dayanır ve hatta şu an islâmi geleneklerle öyle iç içe girmiştir ki, Birçok İslâm coğrafyasında ister-istemez islâmi gelenek adı altında Türk gelenekleri sürdürülür. Bu toplum bunu farkettiği an, batının mezhep karşıtlığında kullanmaya uğraştığı libidinal agresyonu bizim değil, onların kafasında patlatacaktır.

Bize biçtikleri elbise ılımlı islâm,  kendileri seküler.
Bize biçilen ayaklanma internet üzerinden örgütsüz bir “event”, onlar “Nes en 68”.
Bize biçilen cinsel baskı, onlara cinsel devrim.
Bize biçilen ölüm, onlara yaşam!
Sözün özü, onlara sevdanın yolları bize kurşunlar!
Öyle yağma yok!

Sağlıkla, sevgiyle…
Jale ALTUNEL
30. Kasım 2015