27 Ocak 2011 Perşembe

“Ab imo pectore”

Pasifik seyrinde atlılar…
güzeyin adını ben koymuştum
unuttum şimdi nerede ve nasıl
o savaşlar,
deniz ticareti başlayınca
son mu buldu
başka yollarda
başkaları ararken umudu?
güzeyin adını
anmamışlar bile anmamışlar.
adı La Belle
bin dokuz yüz elli beş marka
alman malı bir pikapta
sesi tınılar,
hiç ısınmayan
elleri var.
ab imo pectore
der, sokak kedilerine.
güzdü üstelik, bir sarhoşluk
bir vazgeçmişlik ki sorma
ne nezleden eser var
ne sinüs boşluğundaki
gam yağmacılarından…
la belle konforu sever
gel
dedim, gel.

“ab imo pectore”
j.ak
27.Ocak.2011

26 Ocak 2011 Çarşamba

La Belle

Uyku. Evet bir dönem tanıştık ve uzun mesaileri tükettik onunla da. Sen kedilere takmıştın o sıralar kafayı. Ben de tahtadan ve çivi kullanılmadan yapılmış aykırı yaşamları gözlüyordum o sırada. O ucu açık rüyaların gerçeklik dışı olduğunu masif bir örgüyle kafama geçiren de zaten o tahtadan yaşamlardı hep… Ama bu konularda hiç konuşmadık seninle. Düşündüm de sırf seninle değil, kimselerle konuşmadık bu konuda. Ben ve kendim öylesine ara bir mırıldandık sadece…

Uyku diyorduk sahi, bu ara öğütlerin sıkıcı gelmeye başladı desem yeridir. Sana kaç kez söyledim oysa sen kendi düşünde düş diye, ben… beni de boş ver artık. Diyorum ya iş edindin kendine, her şeyin olması gerektiği gibi olmasını istemeyi başkalarından. Derdinle dertlenmek benim işim değil derdin, şimdi yaptığın nedir peki? Komik olabiliyorsun bazen ve bir kırlangıç sürüsünü tıkabiliyorsun boğazıma. Hani ben yarım günden bir asır fazla bir süreyi suyun altında geçirmiştim ya bir keresinde anımsarsın. İşte milyonlarca kanat çırpışla oluşan kabarcıklar sayesinde şimdi buradayım biliyorsun, sevin de kimseye söyleme.

Gördüğün gibiyim işte, hala hiç bir kötü davranışımı terk etmiş değilim. Hep bahanelerim var ardına sığınabileceğim ve sana diyecek zerre laf bırakmıyorum. Gelmene de üstelik müsaade etmiştim bu kez… Hem davetkar davranıp hem kapıyı açmayan tuhaf bir ev sahipliğim var değil mi sana karşı? Takma kafanı bunlara sen olgunsundur böyle durumlarda… Gidersen de sakın bir daha gelme, çünkü görüyorum ki senin de katlanılır bir tarafın kalmamış benim için… Böylesine kutsayıp göklere fırlatırken beni, bir bakıyorum beyaz peynirsiz bir rakı sofrası kıvamına sokmuşsun ortamı.  



“Güzeldir La Belle”
j.ak
26.Ocak.2011

25 Ocak 2011 Salı

Hasat Zamanı

omuzlarda koskocaman
bir yer açarsa anlatılanlar,
kuvvet bulur ve
gelip baş koyabilir oraya
usulca tüm yoldaşlar…

başında bir biçer döver yoksa
güneşsiz hasatların
her birinin ellerinde
çifte orak balkısın o halde
bütün topraklarımın.
ve kırılsın
hayal gemilerinin
pervanesi kırılsın
yalan tayyarelerinin
kahpe motorlarına
yaban kazları dadansın!
göç yollarından
göz kırparken devrim,
sen hangi esrimelerindesin
cumhuriyet meyhanesinin…

Önüne gelene
mavi boncuklar verip
ve bindiği bütün dalları kesip
bir de der ki YENİ gelin;
“haydi yâ nasip!”

zaman kalmadı zaman  
yeni gelin taçlandırmaya
ve tükendi yalanlara sabır
durmadan kandırılmaya!
hem para yok ki para
davula, zurnaya
malımız da yok bizim
başlık parasıyla
yüzgörümlüğü takmaya!
sermayesi olmuş yeni gelin
yeni dünya düzeninin
yüzsüzüdür hırsızı
pis ve kanlı ellerinin…

artık omuzlarınızda,
koskocaman yerler olsun
anlatılanlar.
yârlar olsun bütün o yazılanlar!
yol olsun  
yürek boşluklarına yoldaşlar,
devrimimiz olsun
çekilecekse
baştan başa halaylar!

“hasat zamanı”
j.ak
25.Ocak.2011

24 Ocak 2011 Pazartesi

UYKULAR UYANSIN


aydınlıklardır
üçüncü kişileri
paylaşılanların
taşıyamaz bu çokluk
kırılmasını,
en çok basılan
o mihenk taşlarının.

sanki ada'nın
şu meşhur
park projesinde yürür gibi
yalan tarihler yürür şimdi
koyu yeşil zeminlerde
konuşanlar ve yürüyenler
aksak ayaklarıyla
sözde kısa yolları
hain itaatiyle çizer…

geceler bildiğince aksın,
artık yeter
uykular uyansın,
ey devşirme soysuz köpek!
sen Mumcu’nun mumunu,
katletmekle
söner mi sanırsın?
Uğur Mumcu ışığını
koskoca bir ateşten aldı
tek bir beden Uğur’ladık
ardında yüz binlerce
Kemalist korlar kaldık!

kalem aydınlıktır
kalem çare
kimler yazdırırsa
kafalara hapishane
kopartıp da uçmak
yırtıp da aşmak,
bizden  göğe
zorunlu bir ırmak!

“uykular uyansın”
j.ak
24.Ocak.2011

17 Ocak 2011 Pazartesi

19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI


“Atatürk’ü bu yıl Ankara’ya sokmayan zihniyetin bu tarz sayıklamalarına mantık dahilinde bir yazı yazmak, sadece bazı Atatürkçü geçinen saf dilleri bilgilendirmek amaçlıdır… “


* AK Parti Bilecik Milletvekili Fahrettin Poyraz, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramında yapılan  kutlamalarla ilgili konuştu

Spor kulüplerinin sorunları ile sporda şiddet sorununun araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonunda konuşan Poyraz şunları söyledi:

”19 Mayıs kutlamalarında her sene aynı hareketler. Artık ilgi de kalmadı. Onu yapmak yerine okullar arasında belli müsabakalar yapsak ve bu müsabakaların final yarışmalarını 19 Mayıs günü yapsak, buna ne engel var? Adı üzerinde spor bayramı; adına yakışır bir kutlama olsun. Ben bile şu anda milletvekili olduğum halde yıllardır aynı şeyleri seyret seyret, bir cazibesi de yok.”

Beden Eğitimi ve Spor İzcilik Daire Başkan Vekili Toksöz, 19 Mayıs kutlamalarıyla ilgili mevzuat çalışmasının devam ettiğini, kısa zamanda isteklerin karşılanır hale geleceğini söyledi. * (Vatan 16.Ocak)


Beden Eğitimi dersleri müfredatta sanki sadece "keyifli saatler geçirme" dersiymiş gibi bir düşünce yaratılıp verilmek istenenler amacından saptırılıyor. Çocuklar için zorlayıcı, sıkıcı ve zevksiz oluyormuş.

Yani okulda yapılan her tür ders ve aktiviteden zevk almak gibi bir derdimiz, bir kaygımız başlamış mucizevi bir biçimde! “Eğitim sistemimiz nerelere gelmiş de haberimiz yok!”  Keşke gelse ve dertleri de keşke bu olsa beyzadelerin.
19 Mayıs Atatürk’ü Anma  Genlik ve Spor Bayramı’nın tören hareketleri, oyun müzik dans kapsamında bir öğretidir ve ritim ve takt duygusunu geliştirirken bir stat dolusu çocuğun senkronize bir biçimde hareket etmesi sağlanır.

Çocuk belki sıkılarak da olsa kolektif bir biçimde hareket edebilmeyi öğrenir.

"Milli" duyguların geleneksel olmasının önlenme çalışmaları o aktiviteyi önce yeteri kadar sıkıcı bir hale getirmekle başladı. Hep kısıtlandı ve önüne engeller konuldu yapılmak istenenlerin. Özellikle anti militarist söylemler geliştirildi neymiş "asker gibi" yürür müymüş küçücük çocuklar. Yıllardır üzeri kapalı bir biçimde söylenen ve döndürülüp dolaştırılıp gelinenler ise;

* Çocukların bundan hiç zevk almaması,

* Militarist bir görüntü ile uygun adım yürütülmesinin tuhaflığı(?!)

* Her yıl aynı şeylerin izlenmesi… (Yani düşünsenize seyirlik olarak da sıkıcı buluyorlar olayı.
  Brodway gösterilerini izlemeye alışkınızdır bizler çünkü…)

* Hatta hazırlık dönemi yüzünden çocukların diğer derslerinden geri kalması gibi,

tuhaf ve ipe sapa gelmez yerlerdir. Kutladığımız ise:

19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA  GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI’DIR!

Şimdi tabii böyle laflar yumurtlanır ve konuyla ilgili kimler neler söyleyecek diye beklenir. Bazı aklı evveller de “evet aslında adam haklı” diye atılır. Gerekçelerse zaten yukarıda saydıklarımızdır.

Yani hep kafasını Amerika’ya çevirenler bu kez kuma gömerler o kafaları. 

"Youtube'a Kuzey Kore'deki stadyum gösterilerini koymuşlar. Altında da, çocukları robotlaştırıyorlar diye yorumlar var. Romanyalı eski doğu bloku ülkelerinden biri cevap yazmış. Ben çocukken böyle gösterilere katılırdık, hiç de öyle işkence gibi falan değildi, başka kültürleri kendi değer yargılarınızla yargılayıp aşağılamayın diye.
Avrupa’da da 20. yüzyılda izci kampları ile militarizme ısındırma vardı. Şimdi Avrupa Birliği ülkelerinin işgal edilme tehlikesi yok. Olsaydı görürdünüz ne gibi paramiliter gençlik organizasyonlarını kuracaklarını. Söz konusu ülkeler ise sürekli tehdit altındaki ülkelerdir. Norveç’te bile okul çocuklarını yapma Viking köyüne gönderiyorlar milli bilinçlerini artırmak için." (konuyla ilgili yorumdan alıntıdır.)


Bunların yerine sportif müsabakaları koymak gibi bir öneride bulunmuş bir de AKP’li vekil :

Müsabaka deyince benim aklıma liseler arası hemen hemen mevcut her branşta turnuvalar düzenlenmesi geliyor. Grup elemeleri turnuvalar derken bir aylık bir sürenin bile tüm Türkiye’deki liselerin müsabakasına yetersiz bir zaman olacağı aşikârdır. Tabii ki bir de işin mali yanı vardır ki okul takımlarının bahar dönemindeki olağan maçlarında bile çocukların gidiş geliş maliyetleri çoğu kez okul aile birlikleri tarafından karşılanır. Tamam diyelim ki bunların hepsi halloldu ve hayata geçti. Maçlar ve organizasyon nasıl tanımlanacak? 19 Mayıs vurgusu Atatürk’ü Anma Coşkusu hangi ara vurgulanacak? Ha diyebilirsiniz ki: “o gün final günü olacaktır ve ayyuka çıkan bir coşkuyla Atatürk anılacaktır…”  Oldu, bunların da tek derdi buydu zaten…

Milli duyguları yok etmeyi birincil hedefi olarak belirlemiş olan her düşünceye karşı "SALDIRGAN" tutum korunmalıdır. Buna itirazı olanlara saygı duyulmaz. Ders derstir ayrıca. Birlik ve beraberlik duygusu o gösterilerin içinde "dans koreografileri" ile vardır. Aklınıza dans deyince ne gelir bilmem. Benim aklıma "bale" gelir örneğin ilk. Ancak ne var ki halk dansları figürlerinin ağırlıklı olarak kullanıldığını gözleyebilirsiniz törenlerde. Nedeni, hem kulak dolgunluğundan hem de figürlere yabancı olunmadığından dolayı 2.5 ay gibi kısa bir sürede ancak öylesi bir gösteri hazırlanılabilir.

30 yıldır aynı gösterileri izliyormuş AKP’li vekil

İşte konunun beni benden alan tarafı bu olmuştur. Bu konuda İl ve İlçe Komisyon kurullarında dönen canhıraş kavgalardan hiç bahsetmeyeceğim. İzin verilmeyen koreografilerden tutun da zor geliyor öğretmesi diye savsaklayıcı bir tutum sergileyen meslektaşlara kadar her türlü tuhaflık vardır bu komisyon kurullarında.

Ancak sayın vekile kötü bir haberim var ki; o öğrenciler 30 yıl boyunca lise birinci sınıfta okumazlar. Yani her dönem çocuklarımız farklılaşır ve o duyguyu yeni nesillerin de yaşaması sağlanır:

Kolektif, senkronize, milli birlik ve beraberlik ruhu ile aynı hareketleri becerebilme duygusudur bu!


Bir de üniforma yakıştırması yapılır kostümlere ve bu yolla saldırılır bizim milli bayramlarımıza…

Sivil hayattaki üniformalılar(!) nedense hiç gözükmezler de üniforma deyince milli bayramlar ve militarizm özdeşleştirilir…

Her kurum her yer hatta mensup olduğunuz her sosyal çevrede bile üzerinizdedir bazı sivil üniformalar  ama farkına bile varamazsınız ki asıl acayiplik buradadır...

Bu kadar korkulmaz milli duyguların beslenmesinden.

Ki asıl korkulması gereken şu dönemde TAM TERSİ İKEN!!!

16 Ocak 2011 Pazar

Bütün Başkalıklarım...

yoklar süzülür
sözcüklerin içinden
onlar döngüsel cezalar ki
azaltır acımasızlıkları,
ve kurtarır zindanından
bütün başkalıkları…
hep tek gidişliktir bilet
geri dönüş zaman alır
ufuk ulaşılmazdır,
kusursuzdur siluet.
yoklar süzülür
korku eşiklerinden
ve çalmadan kapıları
hoyratça içeri girer
bir denizin kenarı,
bir ağacın çardağı
ve
bir lokmanın katığı
ne fark eder…
bu yokluk
her şeye bedel!

“bütün başkalıklarım”
j.ak
16.Ocak.2011


Ƹ̵̡Ӝ̵̨̄Ʒ

Düşün Perdesi

özlem rüzgârın saçlarıyken
düğüm düğüm boğazımda
korku dolu
bir düşün perdesi
aralanıyordu usulca.
ki ben duyumsuyordum
uzaklaşırkenki resmi…

nefes almayı bile çoktan
unutmuşçasına,
bir kedinin konforu
olmuştu ataletler
denizatı gamsızlığı
şimdi artık esaretler.

acı suların kurumuş
kuyularında mı saz,
yok koskoca denizi(!)
ikiye bölen mi uraz?
ve evladına düpedüz
kıyabilene ıraz
bu günlere taşınan
gözü kapalı araz.

derin nefeslerdir şimdi
mutlardır o özlenen
her güne yüreğimi
yeni baştan dirilten
olgun bir ağaca
dadanmak gibi bolca
içime çekeceğim
o derin nefeslerdir.

“düşün perdesi”
j.ak
16.Ocak.2011

ARZIN GÖNÜL GÖZÜ

umutlar koşar adım
damarda can niyetine,
bir ok daha deymişti
arzın gönül gözüne.

soru neydi, cevap neydi
hatırlamaz oldu us
akıntıya kapılmış
gidiyordu bir ulus.

kaybedilen hep kandı
umutlar pompalandı.

gördüğüm bir kâbustu;

yaralı bir bedende
beyaz gülüşlü gecede
görünmez gelecekte
cansız bir fotoğraftı…

gözlerin boyanmıştı
ve entarin hazırdı
hem de
çiçekli basmadan
giyme onu üzerine
siyaset bir kâr hane,
satar deli divâne.

mis kokulu 
kitapları ol tarihin
ve can suyu
ok atılmış çiçeklerin
hiç yakışmaz sana bil
giydirilen o elbise
sil gözünden boyaları
akan bütün yaşları
onlar ki bu düzenin
kirli aldanışları…

her dem kaybolan dündü
gidenin önünde duran
masallar hep öcülü
yarınlarsa ölüydü.

sevgiler setleridir
yüreğinde bu milletin,
bağrında toprak kokusu
tadında tuz…

“arzın gönül gözü”
j.ak
16.Ocak.2011

15 Ocak 2011 Cumartesi

Ama ile başlayan durumlara dair...

“İdealler kovalarken peşlerinden,
ezip geçtiler üzerlerinden…” sesleriyle uyandım gördüğüm kâbustan.

Sorumluluklar, belli bir seyirde yol alırken üst üste binen tülden giysileri olur hayatımızın farkında bile olmadan. Sosyal hayatın olmazsa olmazı, tabii ki o çarkın içinde ne kadarlık bir kısmınızın yer aldığıyla da az çok ilişkili bir durumdur bu. O katmanların çokluğuna göre şekillenmekse, bilinçli ya da bilinçsiz tercihlere ve kararlara göre gerçekleşir.

Doğar doğmaz ilk bilinçli gülücükle başlar karşılık algısı ve istenen şeylerin yaptırımında ağlamanın oynadığı rolün keşfi. Doğar doğmaz cinsiyete göre renkler olur giydirilen, koşullara göre de hayata kaç sıfır galip ya da mağlup geldiğinizdir sizi asıl bekleyen.

Bütünüyle edilgen bir hayata doğurduğumuz çocuklarımız gibidir çıkarsayabildiklerimiz de. Ne var ki göz göre göre sahipleniriz. Çünkü sahiplenmek bizi biz yapan(!) en önemli gerçektir(?). Paranın aldırabildiklerinden tutun da, şiirler yazdıran duygulara kadar. Unvanları, renkleri, takımları, partileri, siyasi görüşleri ve sevgileri… Kapitalist sistem insan doğasındaki bu psikolojik hazır bulunuşluluğu bütün dayatmalarında “kullanır kullanır bitiremez…”

Hayal gücüne getirilen sınırlamalar da sistem gerçeklerinden nasibini almıştır. Anne de artık hayatın içinde çalışmak ve üretmek durumunda olacağından okula gidip sosyalleşme yaşı git gide ufalmıştır.

Yedi çok geç”tir(!)

Düşününce gerçekten de yedi çok geç! Büyük kızıma dört yaşındayken büyüyünce ne olmak istersin diye sorduğumda bana “gitar” olacağım demişti. İşte bu “hayal gücüdür” ve sistem çocuklarımızdan bunu da çalmanın peşindedir. Neden gitar olacağını sorduğumdaysa bana “çünkü sesi çok güzel” demişti… Onu gereğinden erken okula yollasaydım muhtemelen o yaşta bir çocuktan “doktor”, “hemşire” gibi bir mesleğin adını duyacaktım.

Zaman zaman sosyal atalet insana bir çocuğun hayal dünyasından da geniş düşünebilme imkânları sağlayabilir. Hayatımda bunu hep sevmişimdir sosyalliğimi de sevdiğim kadar…

Ancak en başa dönecek olursak seçimlerimiz ve tülden katmanlarımızın çokluğuyla paraleldir bunu doya doya yaşayabilmek ya da asla yaşayamamak. İşte sorumluluklar burada başlar korkutucu olmaya ve olmadık elbiseler giymek durumunda kalırsınız.

Hayat, kapitalizmin yarattığı  “nimet”(!) lerine gark eder sizi ve okula gidersiniz, eğitiminizi  tamamlarsınız. Askerliğinizi de yaparsınız. Her şey tamam mıdır? Ailenin mürüvvet beklentileri eşliğinde   eros aşk  okunu saplar ve evlenirsiniz. Aile denen o kurumun birer hizmetkârı olmuşsunuzdur artık. Bir ev vardır ve o evin geçiminin sağlanması gerekmektedir. Bununla biter mi peki? Hayır, çocuklar ailenin olmazsa olmazı, o kurumun sağlamlaştırıcı öğeleridir. Hayır ben bu dünyaya çocuk getirmek istemem diyenler ve bunu uygulayabilenler çıksa da on binde ikilik üçlük değerlerini korurlar. Büyük bir çoğunluk içinse geleceğe miras bıraktıkları  genleri; yavruları için, yeniden başlar hayattaki yolun seyri. Farklıdır artık her şey. Öncelikler değişmiş, hayata ölene değin bir ara verilmiştir.

Çocukluk arkadaşımın ikiz bebekleri olacağının haberini aldığımda hem çok sevinmiş hem de bir parça hüzünlenmiştim. Ona “duruşundan ödün vermek zorunda kalmamanı dilerim” demiştim. Yirmi yıldır rock müzik yapıyor ama gerçek anlamda rock müzik yaptığı için reklamın, sponsorun ve televizyon denilen komikliğin içinde yer almamış ve sadece yaptığı albümlerle söylemiştir söyleyeceklerini. Bilenler gider albümünü alır, bilmeyenlerse yoksun kalır. Hiç reklamı yapılmamış iyi bir kitaba benzetirim onu…

Ancak toplum geneline bakılınca neyi neden yaşadığına ve seçimlerinin bile gerçekte kendisinin olmadığına vâkıf insan sayısının çok az olduğu can sıkıcıdır maalesef. Beklentilerimiz hep yaşamsal ödünlerin dik bir duruşa karşı neden verilemediğiyle alakalı olarak kavgalara sevk eder söylemlerimizi. Tipik bir anne lâfıdır:

“çocuğun olsun da görürüm ben seni!”

Bu söz öbeğinin gerçekte ne anlama geldiği çocuk olmadan önce hep tahminler ile şekillendirilir. Gelin görün ki o sorumluluk en gerçek olandır. Bir insan çocuğu için her şeyi yapar çünkü. Hele memleketim gibi cahil bir kitlenin çokluğunda bu durum “her şey”in içine ilkel davranışları bile rahatça sokabilir.

Uyunan uykunun sekiz saatliğine kadar karar vermiş olan bir sistemin var ettiği damızlıklar gibi dayatılmış daha ne var ne yoksa nehrin seyrine kapılan bütün çer ve çöp ile beraber hızlıca akarken unvanlar, renkler, takımlar, partiler, siyasi görüşler ve sevgiler “olunur…”
Hep bir şeylerin değişmesini istiyoruz ama “kimse pozisyonunu ve rahatını bozmak istemiyor.”da takılıp kalıyoruz. Nasıl takılmayalım ki güzel bir kitap okurken:

“anneee bittiiii !!!”  nidâsıyla bölünürsünüz?

Ya da onun kabakulak hastalığı dönemi ateş nöbetlerini beklerken kitabın neresinde kaldığınızı da unutursunuz. Ha ayraç mı tabii ki vardır ama konu uçmuş gitmiştir bir kere.

İşte hayatlar küçük krallıklarda bu seyirde akıp gidiyor koskoca bir çoğunluk için…

En cahil ve ilkelinden, en okumuş ve kendini bilenine(!) kadar. 

Bu yüzdendir ki, düşüncelerini bölmekten uzak kalmış toplumlarda maalesef eylemek, söylemek ve hatta düşünmek; üniversite gençliğine ve aydınlara bırakılmış olup:

“banane ben mi kurtaracağım memleketi” şekline bürünmüştür.

Ama aynı zihniyet iş ahkâm kesmeye gelince mangalda kül bırakmaz! 

(karalama, kararlama, herkesçe bilinenler...)

Kalp Hayat Diyarı


sevgiden bahsedilmeyen
yalanlar diyarında
gönülleri fanusta.
geçimler ezbere roller
seyirlik hareketler
konuşmuyordu gözler

kesişmeyen doğrular
paralel nasıl olsa
para zikirli boncuklar
sahtedir yolculuklar
kalp hayat diyarında
yoksuldu çocuklar
o varlık arasında
mutsuzdu çocuklar

her şey senin olamaz
sahipsizdir sabahlar
güne bakar aydınlıklar
geçip gider alışkanlıklar
kuvvetliyse dalgalar
tüm ezberleri bozar

kilitlenmiş kitleler
banka kartlarına
değerler değerli değiller
sevişemez elbiseler

duvarlar arasında
kasvetliydi adamlar
onların rütbesini
taşıyordu kadınlar
duvarlar arasında
akıyordu hayatlar...

“kalp hayat diyarı”
j.ak
Nisan,2008


10 Ocak 2011 Pazartesi

ADIMLAR

ADIMLAR

damlalarım buhar olmuş
kış ortası suni sıcak
onuncusu bile köyün
çoktandır bize uzak.
adımlar toz dumanken
zerrecikler asalak
bir kadının memesine
vatanını satacak!
harabedir şimdilerde
ruhsuz gönül eviniz
hangi ağaçtan yapıldı
şu çürük kaleminiz?
hangi gökten indirmedir
değişmiş tarihiniz?
aynalarıyken düşmanın
aynır kara suretiniz…
değişmiş köylerimin adı
her santimi telaştır.
ezeldir yağmurumuz
ırmaklarla kardaştır.
Turan’ım içmiş bir kez
Türk’ün o al kanını
yedi cihan bir olsa
sökülmez ulu bir taştır…


“adım”
j.ak
10.Ocak. 2011

7 Ocak 2011 Cuma

Yazdı İçim

gecenin büyülü tozları
savrulurken havaya,
yazdı içim.
bir ağacın gölgesinde
dördü de sisti
mevsimlerin.
özlemin  tüm solukları
tutuklu artık,
bir damla acıysa
göz altında.
ezberimin var
yeni bir suskunu
o,
yarası açık bir umuttu
ölümcül.

anlamak;
bazen gürültünün içinde
sessizliği dinlemektir.
balkırken tozları yüzüme
simsiyah gecenin
tek başıma,
sevgimin büyüklüğünü
izledim.
sıcağı sakindir artık
sis dolu gözlerimin
çünkü,
yalnız olduğumu
bilirim...

“yazdı içim”
j.ak
7.Ocak. MMXI

5 Ocak 2011 Çarşamba

HIRSLAR ve ERK CİNNETLERİ

Hırsların boyut atladığı ve cinnette can bulduğu bir yerdeyiz artık.

Hırs deyince aklıma Franz Liszt gelir hep. Paganini’nin kemanı çalabildiği gibi piyano çalabilmek uğruna kendini günlerce odasına kapatmış ve çıkmamış… Onun bestelerini dört elli biri  için yaptığı söylenir hep.

Ne var ki Liszt’in bu ihtirası, kendi iddiası ve müzikal aktarımlarındaki tutarlılıklar üzerine kurulu idi. Onun bu hırsının zararı, en fazla parmaklarını daha çok açabilmek için parmak aralarını kesme teşebbüsü olmuştur. Yani kendinden başka kimseye bir zararı dokunmamış…

Dönemi itibarıyla Liszt popülerliğin zirvesinde bir kişilik. Öyle ki kadınlar konserlerinde ayılıp bayılıyor, onun terini sildiği mendili kapmak için birbirlerini eziyorlarmış… Oysa, Chopin gibi bir virtüözü halkla tanıştırmaya yönelik bir jest bile yapıyor… Hikâyeyi bilmeyenimiz yoktur muhtemelen. Liszt'in konserlerinden birinde ışıklar karartılır ve konser sonu aydınlanan salonda piyanonun başında oturan kendisi değil, Chopin’dir… 
Sanırım kalıcı olmanın yolunun çok çalışmak ve üretmek yanı sıra doğru kişilere onay vermekten geçtiğini de keşfetmişti Liszt…
                                                      
                                         ------------------------


Bir de günü birlik ve soysuz siyasetin doğurduğu hırs vardır ki, olmadık işler yaptırır  insanlara!


İşte bu da az gelişmiş siyasetçilerin arabesk ruhunda vahim bir seyirdedir. Olmazsa olmaz ağlamalar, yakınmalar, merhamet dilenmeler, mağduru oynamalar, muğlaklıktan öte geçemeyen nedenler öne sürülerek, ortaya konmaya çabalanan “hak iddiaları”…

Dişil bir yakıcılıkla haykırıyordu BDP eş başkanı Kışanak:  

“Türk olmayan çocuğa ant okutmak utançtır”(!) 

E haydi o zaman biz de bu arabesk cinnet çıkışa karşılık olarak   “bu topraklar üzerindeki Türklük” tanımını  tekrar tekrar anlatmaya çabalayalım kendisine.

Bir faydası olur mu?

Olmaz, çünkü bu hırsın altında  bir “cinnet” hali vardır. Ne kendine ne de bir başkasına yararı olabilecek bir kokuşmuşluktur bu. Arabesktir ayrıca. Yakarıştan öte gidemeyen. Dik  de duramayan, zira temelsizdir bu ağlamalar. 
O zaman bu cinnetin sebebi nedir? 
İntikamla karışık,   güdümlü siyasetin günü birlik rolünü oynamaya soyunanlardan sadece birdir kendisi… Bu durum arabesk tutumlara sevk eder Kışanak’ı.  “Ortaya karışık” gibi bir şeydir bu da. Ama öyle bir karışıktır ki  ortadaki, yiyen mide fesadından hallice, dinleyense ağız kokusundan... İnsan ancak kendini bilmekten bu kadar uzaklaşabilir…  İşte bu zavallı cinnetin sebebi budur. “Yalan tarihler”, ancak tarih sayfalarındaki yerini  bir komedi filmi olarak alabilirler. Aktörleri ise filme kötü karakter olmaktan öte gidemezler.

Hırslar, arabesk cinnetlerde can bulmuştur artık ve ağızlardan çıkanları kulaklar duymaz. Öyle  bir duymaz ki,  Fenerbahçeli yaşayan efsane Lefter  golcü bir forvetken, bir anda “kaleci” bile olur. Olmaz demeyin olur mu olur. Kemal Kılıçdaroğlu derse bal gibi olur.  Bu bir aşk cinnetidir aslında, erk hırsından doğma. Fenerbahçe aşkı mı desek, Lefter aşkı mı, “durun şunun ucundan bir de ben tutayım aşkı” mı? Anlamak güç.
Kaza yerinde tost olmuş bir arabanın içinden kazazedeyi çıkartmaya uğraşırken  öldüren bir “gönüllü cankurtaran” misali, olayı sahiplenme dürtüsü göz yaşartıcıdır Kemal Kılıçdaroğlu'nun. Tabii ağlamaktan değil, gülmekten…  Hele bir de Lefter'in kızı başbakana olan minnet ve şükranlarını iki lafın başında dillendiren biri olunca, bu kepazelik daha da bir postür bozukluğu yaratıyor uygulanmaya çalışılan bu günü birlik siyasette... Bizleri de güldürüyor tabii acı acı. Çok yazık!


Memleketimde bakın arabesk cinnetler kimlerin aklına başka ne cinlikler getirmiş:

Abdullah Öcalan öğrenci affından faydalanabilecek ve okuluna(!) geri dönebilecekmiş! 


Zorladık zorladık ancak bunu bulabildik” tadında, Ferhan Şensoy,  Cem Yılmaz gibi gülmece ustalarını bile kıskandıracak boyutta bir buluş...

Artık bu kadarına fantastik-komedi filmlerde bile rastlayamayız muhtemelen. Gördüğüm rüyalardan bile daha abzürt ve dumur edici. Tabii ki bir yandan gülmeden edemiyorum  ve derhal aklıma şu iki soru geliyor:

  1. Aftan dönecek olan diğer öğrenciler de  devamsızlık suçu haricinde şöyle dişe dokunur adam gibi başka suçlar da işlemişler mi?

  1. Abdullah Öcalan’ın şu an hapiste olma sebebi acaba okuldaki ders devamsızlığı mı?

Hırslar  izliyoruz, cinnet krizlerinden doğma...

Hırsları sayesinde Liszt  ve  Atatürk gibi dehâlar, doğru yönlere yürüyüp onlarca yıl kalıcılığını koruyabildi. Çünkü amaç kusursuz bir şeyler bırakabilmekti geleceğe.

Şimdi  maalesef Liszt’in notaları gibi, Atatürk’ün de tüm yapıtları kâğıt üzerinde kalmıştır artık.  Ama bunlar yazılmaya çalışılan yalan tarihlerle de asla değişmeyecektir. Buna kimsenin gücü yetmeyecektir. Yazılmış ve mükemmel bir şekilde uygulanmış olanları yeniden hayata geçirmekse hırslarımızı doğru yönde şekillendirebilmekle mümkün olabilir  ancak.

Cinnet krizi modasına uyarak değil...

Gerekirse parmak aralarımızı kesmeyi göze alabilmeliyiz ve yeri geldiğinde de ortamı karartıp en iyileri ön plana çıkartabilmeyi...








2 Ocak 2011 Pazar

Umudun Saçları...


güne çalınmış bir şiir,
parçaları özlem ve hasret
bütün yirmi dört saatler
acı dinsin diye bekler.
bakakalır sayfalara
tek satırlık bir yürek,
acır kendi büyüklüğüne.
umudun kemikleri,
binlerce yıl sonra bulunmuş
fosil, 
günlerden
bir bir iki bin on bir.
en cesur gözyaşları,
en çaresiz ve en yalnız
zamanlarda akar,
el verirken olup bitene,
yerde duran tüm parçalar
ayağa kalkar.
uzundur şimdi
umudun saçları,
savrulurken tuzuyla rüzgârın
gülümser Adalar’dan kıyı…
denizdi, denizlerdi içim,
aslında bir gizdi
yoktan var ettiğim.
anlayışlı ve sakindir
tek satırlık küçük bir yürek,
bilir ki bir gün gidilecek,
ama küskün, ama kırgın…
 “ne yaşadı,
nasıl yaşadı?”
okunmamış bir resim,
yazılmamış bir kitap.
önemsizliğini bile
önemser bazen
tek satırlık bir yürek
güler kendi büyüklüğüne,
ve bir bir iki bin on bire…

“umudun saçları”
j.ak
1.1.2011