23 Haziran 2011 Perşembe

TERSİNİ SÖYLEME SANATI!

Ne yapıyorsan tersini söyle...

Hain misin?

O halde özgürlük de, barış de.

Terörist misin?

Sivillere bombalı saldırılar yapıp çoluk çocuk demeden öldürüyor musun? Gerilla deyiver kendine. ''Özgürlük Savaşçısı'' de, Amerikan filmlerinin de insanlar üzerinde yarattığı o etkiyle romantik ol... ''Halkların Kardeşliği'' diye bağır. İnanıyor nasılolsa millet.


Faşist misin?

O zaman ileri demokrasi diyeceksin. Tam tersini söyleyeceksin yani yaptığının. Ne de olsa demokrasi bu, ''Dadından yenmez'' bir merettir bu demokrasi. Hele ileri demokrasiyse bal kaymak... Zübükler ve onların demokrağsileri...

Hırsız mısın, yolsuz ve karanlık mısın?

O zaman çok kolay, ''Dindarım'' diyeceksin, kimse bulaşamayacak. Kadınsan kafana bir poşet geçir, erkeksen bir badem bıyık bırakıver ve Cuma namazlarına icabet ile soruna kökten bir çözüm getir. Bir iki de gözyaşı döktün mü olay tamamdır. Bir anda senden masumu senden temizi olmaz. Bol bol inşallah, maşallah, Allahın izniyle gibi söz dizinlerini kullan. Zaten bir kaç kullanımdan sonra taşlar yerine oturacak, iki lafın başında ''ölümlü dünya'' de. Böylece insanlar senin bu dünya nimetleriyle işin olmadığı sanrısına kapılacak. Sen de o arada malı götürürsün zaten.


Emperyal güçlerin emellerini gerçekleştirmelerinde çanak tutuculuk mu yapıyorsun?

Bu da basit... Sosyalistim diyeceksin. Enternasyonal marşını ezbere öğren gerisine karışma. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ama evine bir şark köşesi, duvara bir bağlama ve bir halı asmayı da unutma. Bir de heybe tak yan duracak şekilde. '' Bacı, gardaş, ekmek, hak, eşitlik'' falan de, aman sakın detaya girme yuvarlak cümleler kur. E mi benim açılmamış sosyalist gonca gülüm? Bir de bol bol Fikret Başkaya oku. Arada paradigmayı çökertir halaya katarsın. Bu da bonus...


Vaktiyle Atatürk düşmanlığı yapmış olabilirsin, vatanın bölünmez bütünlüğüne kast etmişlerle kolkola girmişliğin vardır, methiyeler düzmüşlüğün, kuyrukçuluğunu yapmışlığın...

Bak bu en kolayı işte. Şimdi en çok Atatürkçü sen ol. Şan olsun!

Biliyorum senin düşüncelerin asla değişmez ama diyorum ya tam tersini söyleyeceksin diye? İşte senin şimdi iki lafın başı Atatürk deme zamanın. Tıpkı o AB ve Soros fonlarıyla beslenen diğer Atatürkçü(?) rol arkadaşların gibi...


Tabii ''yaptıklarının tam tersini söyleme sanatı'' benim değil, sizin keşfiniz olduğu için tereciye tere sattığımın farkındayım. Zaten hep yapılan bu değil mi yıllardır? Kırk lâf bir büyü. Ama siz dört bin dört yüz kırk kez de söyleseniz artık bu palavralarınızı yemiyoruz. Yiyene da mani OLUYORUZ... İşte bu yüzden de çirkin saldırıların hedefine oturtmuş kör atışlar yapıyorsunuz foyanızı ortaya dökenlere... Oluyor mu peki? Hayır olmuyor gayet başarısız!


***

Memleket pazara çıkmış adeta elimizden kayıp giderken, bir de lâle devri çocukları var. Hayran olunası(!) bir vurdum duymazlık, hiç bir şey olmuyormuş gibi dünynın merkezine kendi hayatlarını ve gerçeklerini koymuşluklarıyla ve yüzlerindeki o salak tebessümle Türkiye gerçeklerine yaşamın caz penceresinden bakadururlar. Bir daha mı geleceklerdir canım şu yalan dünyaya?! Boş işlerdir bu memleket meseleleri falan. Felsefe; ''sen kendine bakacaksın, kendi paranı kzanacaksın, memleket bizim olmuş bir başkasının olmuş önemli mi?'' felsefesidir. Sıra asla kendilerine gelmez sanırlar. Ama er ya da geç sıra herkese gelir... Bunu akılları almaz.



''Ezilmişlerin yanında olmak'' ve ''önce insan olmak''tan dem vuruldu durdu. Ezilmişlik ve mağduriyete bir de ''ötekileştirilme'' edebiyatı eklendi. İyi de etnik kimliğini sivrilterek ve daima ön plâna çıkararak ''kendi kendini ötekileştiren'' ben miyim? Çocuk mağduriyetinden dem vurup, 11 yaşındaki kız çocuklarını gelin eden ben miyim? Tıpkı bir koyun sürüsü gibi panzerlerin önüne sürüp o küçücük bedenleri, ellerine taş ve molotof kokteyllerini tutuşturan ben miyim? Seksenli yıllarda etnik kökenlerinin çoğu Kürt olan köyleri yakıp kundaktaki bebekleri katleden ben miyim? Okul yok diye bağırıp yapılan okulları bombalayan ve öğretmenleri katleden ben miyim? Doktor yok deyip gelen doktorları öldüren? Aşiret ve kadın konusunaysa hiç girmeyeceğim...

’’İnsan olmak’’ Taksim'de kreşe molotoflu saldırı yapmak mıdır? Yoksa Mersin'de anaokulu bombalamak mı?

Ama kolay bir yanıtı var değil mi tüm bu soruların? Gladyo yaptı, Türk askeri yaptı, provokatörler yaptı der, bebek katillerini de ‘solun lideri’’ gibi akıllara zarar bir tanımla ilân eder, dumura uğratırsınız milleti...

Sola bak hizaya gel!

Son yıllarda 
Emperyalizmin maşaları, kuyrukçuları,..
Bölücü teröristler, vatan hainleri,..
Din taciri liboşlar,.. -ki kendini sosyalist ilân eden bölücüyle kol kola girmişlikleri meşhur bir klâsiktir!
Ve  bir de Atatürkçülük, maskesini takmış AB/D'ciler...

Bu güruhun dışında kim varsa kim yoksa ki geriye Kemalistler, gerçek yurtseverler kalıyor, hepsi gladyo zaten ve hatta CIA'ya çlışıyor! Değil mi? 


E adam kitlemiş bu tersini söyleme edebiyatına yapacak bir şey yok...




ölüm emri verildi, sevgi çiçeklerime...

koca bir mevsim bitti
yarı sarhoş zamanlarla
acı yeşili uykular
kayıt dışı ayrılıkları 
bu boşlukta eritti.
bir mevsim ve binlerce yıl, 
benim için ağladı 
yaşlı sekoya ağaçları.
ağzına kadar doldu
tıka basa boşluğum
ve içimdeki çiçekler,
birer birer öldüler.
kanmaktı günahları
iklimsiz yağmurlara,
açmaktı suçları
hoyrat gün ışığına...
koca bir mevsim
beni söktü her sabah şafak
seni söktü gözyaşlarımdan
ve ayrılık dolu 
boşluklarımdan.
kırdığın günden beri 
infaz kalemini
her ayazda şafak 
o narin boyunlarına 
bir ilmek daha geçirdi
bir ilmek daha
günahsız çiçeklerimin
ah!.. sevgi dolu çiçekleri
yüreğimin...
her gün ve her şafakta
sıra sıra can verir
dolar dururlar şimdi
karanlık boşluklara,
dolar dururlar şimdi
şafak ayazlarına
masumca...


''ölüm emri verildi, sevgi çiçeklerime''
j.ak
22.Haziran.2011

21 Haziran 2011 Salı

ZERK-İ CÜRÜM

ben değil,
yüreğimin yarası mağdur
ben değil,
doğrularımdır mağrur.
bir yara ki,
bilirim benimle beraber
geçip göçecek
doğrularsa su gibidir
yatağını bulur.
bir gün anlarsın ve
aynalarda bakarsın
o iftiracı yüzüne,
suçu beş geçe.
yem edildiğimde ben
yelkovan ve akrebe,
zehir içti masumiyet
ve müsrifçe harcandı
koskoca bir emek...
yüreğimin halay başı mağdur
deli geçitlerinde deli kanımın
kendine bir dem
umut dansları yapadurur...
gökyüzü acıtır şimdi
içimdeki suçsuzluğu.
bir kahin edasıyla
lekeler çalarken maystro,
reddediyorum ben;
bu denli onursuzluğu!
faydasız güzellemeler yazdı düşüm,
bütün sevdalarıma dair yazdı kışım
en önde koştu her daim dava
umurumdaydı memleket yokuşum
aldırış etmeksizin
içimdeki şu cılk yaralara,
aldırış etmeksizin
yakışıksız iftiralara!
bilirsin;
ne kadar saf değilse bir şiir,
o denli iyileşir içinde
topallayan bir esir.
ezberlerin bozulması hani,
zarar verirya alışkanlıklara,
işte sırf bu yüzden
kanatlandım;
taş misali dupduru bir suda,
işte sırf bu yüzden
gocunmadım
suça zehire ve acıya!
sahipse yürek
böyle bir sevdaya,
başbaşa bırakır
yolda dostu
o karanlık aydınlıkla...

''zerk-i cürüm''
j.ak
21.Haziran.2011

15 Haziran 2011 Çarşamba

DENİZ KENARI MUTLULUKTU...

Deniz kenarı mutluluktu...

Hele de yaz gelmiş, hele de gün, bir meydan muharebesi kahramanlığında ışığıyla aydınlatmayı uzatmışsa, hele de çocuklar oynuyorlarsa o deniz kenarındaki parklarda habersizce ve masumca… Acımasız bir şekilde oynatmasa bile sırf kendi topu diye şu ötede duran çocuk diğerini, her nasılsa bir yolunu bulup bacasından dalıverir diğer çocuk, o oyundan içeri… Hava mis gibi iyot kokusuna karışmışken, hele aşıklar en güzel elbiselerini giymiş de birbirlerine kırlangıç kuşları gibi gösteri uçuşları yapıyorsa  kanatlarını denizin köpüğünde seğirterek… Deniz kenarı, çocukların masum kahkahalarıyla, o masum çiftlerin tatlı tebessümlerine bezenir ve sahile inen dar yolda iyot kokusu ile genç kızların elbiselerinin üzerindeki zambak ve leylak çiçeklerinin kokusuyla harmanlanır. Her bir ağaç altı, yüzleri ve enseleri koşuşturmaktan kan ter içinde kalmış çocuklarına, domates peyniri ekmeğe katık ederek hazırladığı ikindi kahvaltısını vermek üzere “anne ellerinden”; Kadınların toplandığı arı kovanları oluverir… Kimi orta yaşlılar yanlarındadır kızlarının ya da gelinlerinin, torunlar için hazırlanan azığa eklemişlerdir evden getirdikleri serçe parmak kalınlığında o güzelim zeytin yağlı yaprak sarmalarını, kimileriyse kadınlı erkekli girdikleri kahvehanede takılganı olmuşlardır tavşan kanı çayları ve birer sigara eşliğinde yudumladıkları günlük ajans sayfalarının…


Burası on, on beş yıl kadar öncesinin Maltepe Sahiliydi. Bir tatil kasabasını andırıyordu, yaşam gailesi içinde olmalarına rağmen insanların yaz zamanı deniz kenarındaki o tatlı rehaveti…

Kimse acele etmezdi hemen hemen… Sadece çocuklar. Çocuklar hep aceleci ve koşar adım, birbirleriyle yarış eden oyunlarıyla göz mesafenizin alt taraflarında kalmalarına rağmen gözlerden de asla kaçmayan devingen halleriyle, üç dakika izleyeni bile yorgunluktan bitap düşürebilecek olan o tatlı ve neşe dolu çocuklar… Ve yalnızca oyun oynarken düştüklerinde, ya da hani şu topuyla oynatmayan çocuğun mızıkçılığı yüzünden ağlardı o güzelim elma şekerleri…

Anneler umutlanırdı çocukları için, dantelini örerken ağaç gölgesinde “itişmeyin bakayım düşersiniz” derdi demesine de pek de önemsemezdi. Henüz panik atak nöbetleri sarmamıştı anaların yüreklerini. Kaygılar ve anksiyete nöbetleri de yoktu. Tatlı bir yorgunlukla dönülen evlerde, tek dert “akşama ne yemek yapacağım” düşüncesiydi. “Nasıl ne ile yapacağım” diye sormaktan henüz bihaberdi kadınlar. Baba eve geldiğinde bir akşam yemeği yenildikten sonra komşu gezmesine gidilir, ya da akşam serinliğinde yine o sahile inilir ve yenilen yemek hazmedilsin diye şöyle bir Küçükyalı’ya kadar yürünür, yolda karşılaşılan dostlara selâm verilir, hararetli kucaklaşmalar şen kahkahalarla adeta gece vokali olurdu martıların beyaz çığlıklarına… Ve aile babaları geceyle birlikte örterken güven dolu kollarıyla eşlerini ve çocuklarını, tatlı rüyalar görmek üzere ertesi günün umut dolu uykularına dalınırdı… Henüz uyku problemi yoktu babaların, yani baş ağrısından da kıvranmazdı erkekler. Yüzlerindeki ışık solmamıştı hiç birinin ve hiç biri henüz tanışmamıştı “yetememe” duygusuyla. Hiçbir çocuk bilmiyordu yapamayan, beceremeyen, oldurtamayan, kazanamayan bir babanın nasıl bir insan olduğunu… “Benim babam” diye söze başlayan o gurur dolu elma şekerleri, tanışmamışlardı henüz “içinde bulundukları şartlar” yüzünden ağlamalarla ve göz yaşlarına…


Çocuklar artık, şu GDO’lu ürünler yüzünden obeziteye doğru gidiyorlar ve çok hareketli de değiller. Hormonlu ürünler yüzünden küçücük kız çocukları dokuz yaşında periyot dönemine giriyor. Bu erken ergenlik anomalisini bertaraf amacıyla da yurt dışından iğneler ithal ediyormuşuz… Ne yaptınız bizim kuzularımıza böyle? Ne yaptınız bizim al elma şekerlerimize? Çocuklarımızın yüzlerindeki o masum kahkahalardan ne istediniz? Yavrularımızın bedenlerine ne yapmak niyetindesiniz

Orta yaşlı delikanlılarımız vardı bizim genceciktiler hani… Hani İsmet Hanım Teyze vardı, gencecik bir kız gibi, ne olursa olsun emekli maaşından artırır ve bayramlarda torunlarına ve mahalle komşularının torunları ya da çocuklarına ufak tefek hediyeler alan… Hiç ummazdı meselâ Orhan Amca, bir gün oğlunun ev kirasını ödeyemediği için gelip kendileriyle oturmak zorunda kalacağını… Evlerindeki bütün eşyayı dağıtarak hem de. O evde bir dedeydi bir zamanlar ki sinmişti kokusu Orhan Amca’nın o her zaman oturtulduğu baş köşeye.

Aşıklar bir zamanlar o kadar aşıktılar ki birbirlerine, ne cep telefonları vardı, ne de internette herhangi bir paylaşım siteleri –ola ki Internet de yoktu zaten- ama şu gün şu saatte şu dakikada derler ve o gün gelene değin uyku girmeyen o çilek kokulu gözleriyle tertemiz gelirlerdi buluşma yerine… Kız geç gelirdi meselâ bir parça naz için, erkek titreyen gözlerle bakardı, “evleri şurada olduğuna göre mutlaka bu yoldan gelir benim sevgilim…” Ve bir de “aşıklara saygılı olmak” diye bir tanımı vardı benim memleketimin… Kimse öyle hor görüp tartaklamazdı onları. Ki bilmiyordu Şebnem de Ayhan da uyku bozukluğu ne demekti, anti-depresan denilen şey ne işe yarardı? Gençler henüz bilmiyorlardı facebook’da ilişkisi var ne demekti? Ve ilişkiyi facebook üzerinden  şak diye kestirip atıvermek… Henüz tanışmamışlardı döner bıçaklarıyla okul bahçelerinde ve henüz okulda tarih öğretmenleri saptırarak anlatmıyordu Çanakkale Zaferimizi…

Benim yaşadığım yer Maltepe. Sahil… Ve on beş yıldan bahsediyorum kırk yıldan değil. Ne kadar hızlı olup bitti her şey, ne kadar hızlı yoz yağmurlarının kapkara bulutları ekonomik sıkıntıların yarattığı acıları o kara bulutların içine kattı… Sahilde artık şu Büyükşehir’in her mahalleye koca ihalelerle yaptırdığı saçma sapan egzersiz aletlerinin olduğu yerlerden var. Orada altlarında termal eşofmanlarla, deve kafalı kadınlar bir sağa bir sola döndürüyorlar bellerini ki “pardösü ile egzersiz” alanında çığır aşmışlığı yaşıyoruz son birkaç yıldan beri…

Kahvehanelerde toplanan insanlarınsa yüzlerinden düşen bin parça. Çaycı Yaşar Ağabey artık ikinci bardak çayı içer misin diye sormaya utanıyormuş... “Emekli insan ayıp şimdi, içmiyorsan git der gibi,.. olmaz” diyor… Günlük piknikler ekseriyetle yapılamıyor artık bu güzel sahilde, çünkü insanlar moralsiz güçsüz ve tabii ki parasız… Sokağa çıkmak zül geliyor. Anneler çocuklarının ufak tefek yaramazlıklarına panik atak bir halde avazlanıyor  artık…

Topluca katledildi çocukça masumiyet,

Katledildi umutlar,

Katledildi gençlerin duyguları…

Ve bir toplum ki yediden yetmişe gitgide köreltilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.

On beş yıl…

Silkelenmek ve yeniden doğuş, bu kadar uzun sürmemeli! Yapmamız gereken tek şey ne olduğumuzu anımsamak sanki…

14 Haziran 2011 Salı

SANAL YANILSAMA


“Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı!” Emma Goldman…

Türkiye’nin bu günkü şartlarını göz önünde bulunduracak olursak, bu söz çok daha anlamlı bir hale geliyor. Neden mi? Seçim sonuçları değerlendirilirken hep şu sözler söylendi, söylenecek:

“Seçimler halkın büyük bir katılım oranıyla gerçekleşmiştir…”
“Seçimlerde halkımızın %90’ı sandık başına gitmiş ve yurttaşlık vazifelerini(!) yerine getirmişlerdir...”
“Halkımız 12 Haziran’da bir demokrasi şöleni gerçekleştirmiştir!”

Ama ne şölen?

Demokrasi şöleni... Büyük bir katılım oranıyla hem de. İsteneni kuzu kuzu yerine getirmiş ve bu komedi tadındaki oyuna iştirak etmiştir halk. Akıllarda hep meydanı boş bırakmamak, iki eli kanda da olsa bu ulvi(!) yurttaşlık görevini yerine getirmek, 13 Haziran sabahına da böylelikle yepyeni, pırıl pırıl bir başlangıç yapmak sanrısı, her seçimde olduğu gibi bu seçimlerde de medya aracılığı ile halka dayatılmıştır...


Seçimler hiç de sürpriz olmayan bir sonuçla geldi geçti, bitti. Yine her zamanki gibi çok büyük bombalar patlatacağını sananlar oldu. Seçim günü yaklaştıkça kalp vurum sayıları adeta taşikardi sınırlarında dolaşan büyük bir çoğunluk, şu AKP’yi başımızdan def edip, kendi partisinin bayrağının en tepelerde dalgalanacağını sandı. Peki ya önümüzdeki dört yıl? Eminim ki dört yıl sonraki seçimlere de aynı gazla son sürat gideceğiz.

2002 seçimlerinden beri, yerel seçim ve referandum da dahil olmak üzere, beşinci kez sandıkların başına götürüyordu milleti. Yaklaşık dokuz yıldır yaşananlarsa ortadadır. Seçimlere hileler karışıyor. Öyle ya da böyle. Seçmeninin 1/3’ünü ölülerin oluşturduğu bir iktidar partisinden bahsediyoruz. (Seçmen sayısı/basılan oy pusulası sayısı) Daha önceki seçimlerde neler olmuştu? Serverlar çökmüştü (e çökecek tabii), elektrikler kesilmişti (e o da arıza… olur o kadar), akli melekeleri yerinde olmayan huzurevleri, bakımevleri gibi yerlerdeki insanlara oy kullandırılmıştı, sandıklar polis gözetiminde gözlerden uzak bölgelere kaçırılmıştı ve buna benzer nice hileleri hep beraber yaşamıştık değil mi? Sınavlara kadar sıçrayan kopya skandalları ise ileri demokrasimizin tuzu biberi olmuşken hâlâ daha oturup ciddi ciddi seçim sonuçlarını değerlendirmek ve kritiğini yapmak havanda su dövmektir.

Zira atı alanın Üsküdar seferleridir bugün olagelenler.

“Devletin tüm kurumlarını ele geçirmek” gibi bir hedefi şiar edinmiş bir oluşumdan bahsediyoruz. Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan maddelerini değiştirmek yolunda koşar adım ilerliyorlar.

CHP neden Y-CHP haline getirildi?

Bunun yanıtı bana göre olası bir yol kazasını bertaraf etmek değildi. O yine her zamanki gibi ana muhalefet rolünü üstlenecek olan bir partiydi, ancak ne var ki mecliste, meclis çoğunluğu ile oylanacak olan yeni anayasaya muhalefet edecek seslerin kesilmesi, bunun yerine ortanın solunda duran bu partiyi daha da ortaya çekmekti amaç. Ve gayet başarılı bir operasyonla ve gayet sanki iktidar olmak amacı güden bir tavrı varmışçasına canhıraş bir seçim çalışması yolu izlendi. Ancak biliyoruz ki yeni anayasa için sert bir muhalefeti olmayacaktır Y-CHP’nin! Rolü de budur…

Artık konuşma zamanıdır!

Sokağa çıkma zamanıdır!

Örgütlenmenin tam zamanıdır!


Seçimlerden sonra yapılanlar, genellikle Aziz Nesin’i anmak, bol miktarda kritik yapıp, hataları tespit etmek yönündedir. Bence Aziz Nesin halkın aptallığına “cahilliği” kapsamında bir oksimoronla vurgu yapmıştı. Evet bu da doğrudur, yanlış değil. Halkın o kadarlık bir oranı cahildir.

Bu konuda Sayın Cihan Dura’nın bir yazısında yapmış olduğu tespite katılmamak elde değil. Diyordu ki, halk olayları makro değil mikro ölçekte değerlendirir.

Yapılan bu demokrasicilik oyunu tam bir palavradan ve sanal bir yanılsamadan ibarettir. Hâl böyleyken seçimler için yapılan onca masraf, bizlerin paralarıyla gerçekleşen fütursuzca müsriflik, insanın içini acıtıyor.

Nasıl bir seçim gerçekliğe yaklaşabilir?

*Seçim barajının olmadığı,
*Dokunulmazlıkların olmadığı,
*Vekillerin tabandan halk tarafından seçildiği,
*Millet vekilliği maaşlarının asgari ücretin bilmem kaç katı kadar olmadığı,
*Yasama yürütme ve yargının bağımsız birer organ olduğu,

şartları sağlanırsa, o seçimler büyük oranda gerçeklik payı içerebilir ve bir aldatmaca olmaktan uzak bir hâl alabilir…

9 Haziran 2011 Perşembe

TASVÎR-İ EFKÂR- (özlem tarhan)

‘’Geldiğinde;
Bir mevsim can bulmuştu içinde
Ve o kadın;
Ölüyor şimdi kendi ikliminde…’’
Yazgı bu;
Tanrı yazar,insan yaşar
Da…
Şu gözümden akanlar olmasa!
Hayat sınar;gönlüm kınar ha medet
Zulümdür bu gidişler
Ölümdür her bitişte yitişler…
Firkat…
Ne vakit yüzün karışsa özüme
Ay çarpar tenime buz gibi…
Balçıktır onulmaz sevdan
Bulaşır küskün ellerime
Kuşatır bedenimi ardından
Yağmalanmış kentlerin çaresizliği
Oysa ki bilirsin
Gurbetimdir gözlerimden ırayan gülüşün…
Dokunmasın kimse!
Seni sevebilme ilmindeyim an be an
Tekmil acılar yüklenmişken sırtıma
Yokluğun merhametsiz bir çocuk;
Elinde karasapanı
Hırsla vurur anılarıma
Ey hıncına kurban olduğum!
Kâfî gelmez mi artık
Yanarken avuçlarımda gün
Sızlarken omzumdaki melekler
Düşlerimin tereğinde sızmalarım..?
Hadi
Ver tenini
Ayazda kalan dudaklarıma
Yırtılmışken yüzümün göç haritası
Bilirim; ne güçtür dönmek çıkılan yoldan…
Nefsime yenilirken aldığım her nefes
Bakamam aynalara
Kaybolur giderim yoksa…
Velhâsıl;
Beni bende aramayın
Aşka kadem bastım…
Sol göğsüme tüneyen yalnızlık
Vaktidir;
Uç artık…


özlem tarhan 

05.Haziran.2011

8 Haziran 2011 Çarşamba

SEFER-İ HASARDA "BEN"

tek bir gözden gösterilirken hayat
ya da
tek göz odalara hapsolmuş ve
anlamını yitirmişken özgürlük,
günleri sayarak,
sayılarıyla oyalanmak takvimlerin
ve zaman cellatlarını
kutsayan alkışları
bütün yıl dönümlerinde yaşayarak,
bırakacağız sevdalarımızı
çıkamadığımız üçgenlerin içinde
                                       belki de...
nehir yatakları bile
bomboştu artık bütün benlerde
ve iklimleri kurumuş,
o sahte pespaye
gövde gösterilerinde.
öyle bir indiriyordu ki tipi,
acıtan aşıklar gibi,
toprağın damarlarına
ve  bütün yaralı yârlarına.
ne benler kalacaktı
çığ tutmuş yüreklerden geriye,
ne de ayrı sevdalar...
çağlasa artık yataklarında
çağlasa ırmaklar, 
kavuşurken selâmını getirse
yüksek  dağlarından diyarın
ay yüzüyle ayna, gencecik bir 
                                       ihtiyarın ! 
bir söze ve tek bir göze hapsoluşlar,
yer altındaki tüm kötü tanrılarla
el ele vermiş,
şu inatçı  yok oluşlar.
ve tüm yokuşlar; 
haykırırken laneti,
günâhların adları artık,
kara bir kedi melâneti.
bir can sesi bekler budağımda 
                              her bir ben...
ve dudağımda,
bütün türkülerden bir dem,
her taşı ayrı düşer iklimlerin,
şimdi hepsi bir nefes ağırlığında
ve bir tan telaşında,
en batıdan en doğuya...

"sefer-i hasarda `ben` "
j.ak
08.Haziran.2011

6 Haziran 2011 Pazartesi

IHLAMUR ÇİÇEKLERİM

şimdi hayallerin gözleri gri
talan selleri sildi
içimizdeki
ıhlamur ağaçlarının renklerini…
silinemiyorsa yazılanlar,
karalanır üzerleri
ya da ne var ne yoksa okunamasın diye
dövülerek yıkanır,
küllerle ve çamurlarla.
silebilir misin sen
gencecik kızlarımın bir halı üzerindeki
“karanfilli” hayallerini?
Silebilir misin
yemenisindeki iğne oyasından
asker Memed’ini?
silebilir misin
tütününün zıvanasından
bir nefes doldururken içine
Hasan Amca’nın kahvede
kurtuluşu anlatmasını
tavşan kanı çayına banarken Elif aşkını,
vatan aşkına katmasını?
devşirilmiş bıyıklar var
ve hörgüç kafalı kadınlar,
beş yıldızlı otellerde, benim paramla
saltanat toplantıları yaparlar!
bilmezler ki
parayla alınmadı bu topraklar
para karşılığı bir türkü
yakabilir mi hiç ozanlar?
bilmezler,
Anadolu’da toprak içre yaşadı
o ulaşılmaz sevdaları,
Ferhatlar ve Mecnunlar…
aşk büyülü bir iklimdir ki
onlar bilmezler!
kısraktır aşk,
o kısrağın üzerindeki gelin,
o gelinin yoğurduğu hamur,
hamuru hamur eden bir yağmur ki
şehidimin rahmeti,
canımın bahar tomurcuğu
her döngüde kuşaktan kuşağa
bulanan bu sevdaya …
bilir misin kusup atacak seni
diğer attıklarıyla toprak,
kafandaki hörgücün  
kana bulanmış bıyığın
çekip gidecekler heyhat!
her bahar tomurcuğunda,
memleket aşkına bulanacak
bütün duru renkleriyle
benim ıhlamur çiçeklerim…

“ıhlamur çiçeklerim”
j.ak
06.Haziran.2011

4 Haziran 2011 Cumartesi

GÜNEŞİN KARANLIĞI


Haziran güneşi doluyor evlere
damlarda saçaklar sapsarı kuru,
her kapının ardında bin dert kaynıyor
umutlar katık olmuş yanlarına,
göz göz Haziran seğiriyor pencerelerde.
bu ışık, yaşanan kapkaranlık bu sahnede
“güneşli gün tedirginliği”
serpiyor iliklerimize.
milyonlar küskün, milyonlar yoksul ve aç,
milyonlar ıssızken memleketimde
çırılçıplak bir yalnızlığa sımsıkı sarılmış,
Haziran’ın güneşten pençesiyle.
karanlığa sarılmak,
öğrenilmiş çaresizliklere,
yalan denizlerinde,
sarılır gibi yılana, Haziran'da...
gelinlik kızlar,
çıkartmışlarsa yakalarından o martiçkaları
başakların hasatlarına
baskın vermişse şu karanlık eller
aylar, aylar öncesinden,
umutları paramparça edilmişse delikanlıların
hayal balonlarında,
son kez sarılır bu millet yalnızlığa.
ve firkateynlerimin yiğit serdümenleri yanıyorken
Haziran’ın bu karanlık sıcağında damlarda,
can veriyorsa Metin öğretmenler
faşizmin kanlı namlularında
ve sapı samanla karıştırıp
tıkmışlarsa yüzlercesini hücrelere
Türk'ün o ulu destanını çamura bularcasına,
sondur yılanlara sarılmak son.
bir numaraya tıraşlanmış bıyıklı yaşlı adamların
koca elleri uzanmışsa on dördündeki çocuk kızlara,
yolları, suları, toprakları satılmışsa
ebedi mahremim, namusum, memleketimin,
ve artık o nazlı çiçekler açmaz olmuşsa
zehirler akıttığınız topraklarımda,
son kez sarılır son kez, yalanlara
uçsuz bucaksız milyonları halkımın,
son kez sarılır ve son kez çırılçıplak,
yılana sarılır gibi
“sandıklara...” bu karanlık sıcaklarda…

“güneşin karanlığı”
j.ak
04.Haziran.2011


1 Haziran 2011 Çarşamba

ÜÇÜNCÜ TÜR


Türk…

Bu sözcüğü kullanmamız ne zaman yasaklanacak diye bekliyorum. Türk, Türk, Türk… Yasaklanmadan bolca kullanmalı. Türk dili ile uğraşıyorlar. Neymiş efendim, kelime hazinesi zayıfmış Türkçe’nin, bilmem hangi dilin kelime hazinesi kadar engin değilmiş. Türklüğümüzle ve ulusal kimliğimizle alakalı ne kadar değer varsa ezberlenmiş repliklerle ve fazlaca bağırarak öne çıkan bu sesleri dinledik ve dinledik. Savunmaya geçtik tabii, faşist diye damgalandık. Kemalist’iz diye haykırdık, vatan dedik, karşımızdaki güruh “memleket” sevdamıza burun kıvırdı, dünya insanı olmaktan dem vurdu. E iyi de madem dünya insanısın ve Atatürk’ün “Türk Milleti” tanımını algılamaktan bu kadar imtina(!) ediyorsun o zaman bu ulus devletin karşısına ne yüzle ve hangi hakla bir başka ulus devletin planlarıyla çıkmaya kalkışıyorsun? Türk Dilinin kelime hazinesini zayıf(!?) bulan zihniyet, kuş dilinden hallice bir dili nasıl “anadilde eğitim” safsatasıyla pazarlamaya kalkışıyorsun? Akıl var izan var! Ben Türk Ulusu deyince faşist oluyorum da, sen “benim Kürdüm” deyince ne oluyorsun peki? Hele de bu “senin Kürdün” Atatürk’ün vurguladığı Türk Ulusu kavramının yanından bile geçmezken?  Bunun adı şizofrenidir. Tabii ki buna kızıp alınanlar çıkabilir ama bu benim gönlümden esen gayet şairane ve iyi niyetli bir tanım. Şizofreni hastalığını reddediyorsa bu birileri o halde hem Kürt faşisti, hem de vatan hainidirler…

Bu vatan, üzerinde yaşayan herkesin vatanıdır. Adı Türkiye’dir. Üzerinde yaşayanlar Türkiyeli değil Türk’tür. Etnik kimliği ne olursa olsun. Türk Milleti kavramının içini boşaltamayacaklar. Artık buna ne iznimiz vardır ne de onayımız. Türklüğe, Atatürk’e ulusal kimliğimize, tekerleme tadında ezberlenmiş palavralarla yapılan saldırılar, yavuz hırsızlıktır. Halk artık bu palavraları ve sosyalizm sosuna bulayıp halk halk diye naralar atılarak yapılan dezenformasyonları yemiyor.

* * *

Cem Yağcıoğlu'nun gayet yerinde ve zamanında bir yazısı vardı “Aykırı ve Soyut” diye. Tabii bu yazıyı anımsayanlar sözü nereye getirmek istediğimin farkındadır. Kısa bir anımsatma yapacak olursak, Sayın Yağcıoğlu bu yazıda gençliğin rock müzik ile nasıl uyuşturulduğundan gayet doğru bir dille bahsediyordu.

Konuyu buraya getirmemin sebebi şudur ki; Yukarıda kısa bir özetle bahsettiğim bu sosyalizm sosuna bulanmış ve kafası karışmış bazı sol fraksiyonların üniversite gençliği tarafından Marksist-Leninist çizgide korkunç bir algı yanılgısı ile ete kemiğe bürünmesi “dünya insanı olma” şeklindeki süslemelere kolayca inanmalarıdır.

Rock müzik her şeyden önce protesttir. Karşı durur. Neye karşı durur peki? Öncelikle anamalcı sisteme, sömürüye ve eşitsizliğe karşı durur. Dönem itibarıyla baktığımızda rock'n roll denen swing sonrası (ki buna savaş sonrası desek daha doğru olur) müziğin kalıplarından ilham alır. Big Mama Thornton “Hand Dog” adlı parçayı -ki bu parça gerçekte blues ritimleri taşımaktaydı- Elvis'e armağan eder ve Elvis sayesinde bu siyah kadının yazmış olduğu parça dünya üzerinde herkesçe bilinir hale gelir. Swing ise İkinci Dünya Savaşı'nın Amerika'sına hareketli caz orkestralarıyla (ör:Glenn Miller Jazz Band) eşlik ediyordu.

İşte rock bu kalıpları kapsayan ve daha sonra çeşitlenecek olan türevleriyle doğdu. Hard rock daha sert vurguları ve sözleriyle ayrıştı, derken glam rock makyajlı adamlar ve seksist sözlerle çıktı karşımıza. Daha sonra düzene karşı durmak adeta küfretmek Heavy Metal ve onun türevleriyle çıktı... Konu detaylı ve her bir detayda ayrı ayrı yutturmacalar gizlidir tabii.

Müziğin  evrenselliğine vurgu vardır. İyi tamam tabii ki evrenseldir bu müzik ama bana kakalanan o sözler faşist ve ırkçı ise Heavy Metal denen türün erkek egemen topluma hizmet edercesine kadını aşağılayan sözler içermesini hangi evrensellikle bağdaştıracağız? Ya da sistemin budalası Manowar konserine benim Marksist geçinen güllerim bir asgari maaş kadar parayı bayılırken sonra nasıl bana “halk adamı” ağızları yaparak bir de üzerine “sosyalizm” tekerlemesini papağan gibi söyleyecek?

Rock kültür evrenseldir ama gerçekte asla evrensel bir tabana oturamamıştır. Hâlâ daha “yer altında” yaşar. Çünkü sözleri kimsenin işine gelmez. Hiç bir plâk şirketi o albümleri yapmaya yanaşmaz. Yanaşanlarda da zaten reklâm yapabilecek bütçe yoktur. Ki zaten de bu rockçılar o reklâmı istemez. John Lennon Imagine dedi ve öldürüldü. Niye acaba? Öldürürler tabii. Kitleleri peşinden sürükleyebilen bu güzel adam ne diyordu,

“hayal edin sınırlar yok, hayal edin dinler yok, hayal edin ırklar yok!”

Bu adamı kim yaşatır ki? Bu minvalde yine söz söylemek isteyen biri daha (ateistti) sahnede öldürüldü... Öldürülenlerin hepsini de güya bir hayranı öldürmüşmüş… Çizilen imaj yaratılan algı böyle. Oldu biz de yedik! Rock yıldızlarına bakın, hepsinin ya kolunda ya boynunda bir haç kolye ya da bileklik vardır. Evet rock müzik evrenseldir ama Lennon'ın dediği koşullar sağlanırsa.  Sağlanmamış neler olmuş peki? Adam konsere Amerikan bayraklarıyla çıkıyor, sen onu alkışlıyorsun. E bravo benim sosyalist gencime. Manowar'lara saydığın o milyonlarca lira da feda olsun ne diyeyim. Dini imanı para olmuş, sarayı andıran villasından çıkmayan o adamlar rock adı altında neye hizmet eder?

Her konuda olduğu gibi ulus devletlerin gençlerini de kolay yoldan nasıl avucunun içine alması gerektiğini gayet iyi bilir küresel güçler. Rock ve 68 kuşağı ile bağlantılı bir tema vardır bence son derece de önemlidir “savaşma seviş” teması. Bunun çıkışını hepimiz biliyoruz, savaş hangi savaştı, gençlik bunu nasıl protesto etti…

Ancak “Beat kuşağı” ile belli başlı temalar şekillenir felsefi bir tabana da oturur. Beat jenerasyon bir edebiyat akımıdır aslında ve rock felsefesini tanımak için beat kuşağı yazarlarının iyi incelenmeleri gerekir. Bunlar William S. Burroughs, Allen Ginsberg, Neal Cassady ve  Jack Kerouac'dan oluşur ana grup olarak. Tabii sonradan ilâveler vardır kadın beat yazarı olarak adını anmadan edemem Diane di Prima da katılmıştır   mesela... Bu yazarların okunmaları ve beat kuşağının bizlere ne anlatmak istediği bilinmelidir ki bazı oyunlara gelmeyelim... Rock diye kakalanmak istenen şeyin gerçekte ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini bilelim. Çünkü işte bu yazarlar gerçek anlamda evrensel olanı işaret ediyorlar zaten…

Ancak ne var ki ülkemizdeki söz sahibi kurumlar geçtiğimiz günlerde Burrougs'un kitaplarına ve Sel yayıncılığa dava açtılar.

Milletin ahlâkını bozuyormuş. Oysa bu milletin ahlâkını hiç bir şey yetmiş yaşında bir adamın 14 yaşındaki bir kıza tecavüzünden daha fazla bozamaz (Hüseyin Üzmez). Bu milletin ahlâkını tecavüzü normalleştiren televizyon dizileri kadar hiç bir şey bozamaz, sofrada birbirine küfür boyutunda hakaterler etmenin normalleştirilmesi kadar hiç bir şey deforme edemez. Silâhların şiddetin, hakaretin nefretin gırla gittiği televizyon dizileri filmleri cayır cayır oynayacak ama beri tarafta kült olmuş bir edebiyatçının kitapları sansürlenecek, basımları engellenecek. Yapılan bu hadsiz sansür, toplumun ahlâki değerleri çok umursandığından değil, gençlerin uyanmasını engellemek için getirilmiştir.

Memlekette palavra tek değildir. Kaç koldan kaça ayrılmıştır bilince bile fark etmesi birkaç gününü alıyor insanın. Kafamızı kaldırıp bir bakıyoruz, o da ne? Bir üçüncü tür yaratılmış. O üçüncü tür kendi söylemini palavralar üzerine yoğurmuş ve kendisi de inanmış.

Ona göre vatan burun kıvrılması gereken bir şey, olmasa da olur yani, ama gel gelelim facebookta Nazım’ın şiirlerini paylaşır çünkü nedir sıkı sosyalist! Bak sen şu işe yahu!

Müzik?: “Hee o mu evrensel ağabey”,

Ulus devlet?: “faşistsiniz”, 

Türk Milleti?: “Bizden bi’ cacık olmaz”,  

Bölücü hain?: “Aa kardeş Kürt halkı! Gerilla, özgürlük savaşçısı”

Hadi oradan!