11 Mart 2011 Cuma

kırkının da kulpu kırık küp...


- Perde takmayı düşünüyor musunuz?
- Yo hayır perde kullanmayı sevmiyorum...
- İster ama.

İster. İyi ama ben sevmem. Ruhum daralır. Hafiften bir tedirginlik duyarım o kapalılığın içerisinde. Bu bana içeride güvende ve görünmez olma duygusundan ziyade dışarıda neler olduğunu görememe kaygısı uyandırmıştır hep. Evin yatakodası bölümlerinden bahsetmiyorum tabii ki. Uyurken yarı ölümü yaşıyoruz nasılsa ve zaten biz bile yokuz orada. Ama yaşadığımız yer yani salon, açık apaçık olmalı. İşte bu yüzden perdesizdir pencerem. Bir tür takıntı, hatta sanki çok daha güvendeymişçesine bir his.

Derken bu bir içi dışında olma haline götürdü uzun uzun yıllarla beraber. Böylece özel hayat denen zırvadan arındırdı.

Neydim ki ben? Çok mu özeldi yaptıklarım? Yaşadığım hayat, okuduklarım, dinlediklerim ve çaldıklarım...

Konu bu değildi aslında pencerelerin perdesizliğinden dem vurmaya gelmiştim metafor sapma  bakımından anlatacaklarımı aştı bir parça hepsi bu.

Yaklaşık olarak on günlük bir süreyi televizyon izleyerek geçiriyorum. Dilimde bir çirkeflik, sinirlerimde bir gerginlikle. Okuyamadığım yazılara mı yanayım düşünemediğim şiirlerime mi?

Bugün tüm günümü bu tekerlemeyi dilimde döndürerek geçirdim "kırk küp kırkının da kulpu kırık küp" söyle bak ne kadar iyi hissedeceksin... Bu tekerlemeyi kesebileceğim bir yer aradım kendime. Sus artık tamam yeter sus!!! Aynı siyasi görüşleri paylaştığım insanların bulundukları ortamlar... Ve uğultu şeklinde kulaklarımda aynı tekerleme. "Kırk küp kırkının da kulpu..."

Siyaset televizyon ekranından böyle. Siyaset derken hepsini katıyorum içine. Sabahtan akşama dek izlenen herşeyi. Memleket el değiştirirken konuşulan tüm zırvalıkları, tüm programları. Sanki Türkiye'de yorumcu sayısı altıyı geçmiyormuşçasına tüm tartışma programlarında görmekten mide bulantıları geçirdiğim o yalancı, o pervasız, o sahte Atatürkçü, o halk düşmanı, o ukala, o cahil, o soysuz, o vahşi, sözün özü aynı tipleri görmekten bahsediyorum... Spor programlarının tamamı futbol. Kimdi o memleketini yıllarca üç F ile yöneten neyse. Ve tipler hiç değişmeyecekler sanırım o yorumcular da aynıları. Sanki koskoca memlekette bu kadar insan varmış gibi. Sanatçılar peki? Onlar da aynı. Hepsi herşey aynı. Bu kadar az yani Türkiye.  Haberler ise ondan daha da az. Üç konu var şimdilik. Ergenekon naklen yayın, Balyoz ve bir de "basıncı" kız...

Bunları hafızamı tazelemek için arada bir irdeliyorum. Yarışmalar ve kadın programlarıysa günden güne daha bir gerizekalı formatlarda verilmeye başlanmış ki şaşkınlığımı yakalayamadım uzun bir süre. Herkes işini o kadar büyük bir ciddiyetle yapıyor ki en çok buna şaşırıyor insan. Kanal D'de sabah haberlerini sunan kişi mesela. Eğlence programı gibi bir hava yaratıyor ama Nasa ciddiyetinde.

Çok uzattım bunları herkes biliyor artık. Ben nasılolsa şimdilerde ancak günün bu saatleri serbest atış yapabildiğim ileri demokrasimizin yasaklı hale getirdiği gariban "blog"umdayım. Kısıtlı bir biçimde de olsa geveleme hakkımı kullanabilirim.

Çoğu kez kendimizi yokluklar üzerinden kandırmak durumunda kalırız ya hani? Mesela açızdır, "ne varmış canım halimizde aç değiliz açıkta değiliz" deriz. Bir tür ileri boyutta savunma mekanizmasıdır aslında. Açızdır lanet olasıca. Kültürel açlık da vardır sanatsal açlık da, insan ilişkilerinde de, yaşam pratiklerimizde de.  Ta ki bu açlık söyleyemediklerimizle yalancı bir olgunluk dönemine iteler bizleri. Hal böyle olunca da ayıkla pirincin taşını...

Tıpkı televizyondaki gibi azızdır gerçekte. Kendini bir parça çoğalmış gibi hissedenler bile  bu kez de biribirini az görmek telaşına kapılıverir. Ki en tehlikelisi budur böylesi bir dönemde.

Kimbilir kaç yıldır memleket yol ayrımında. Bu öyle kocaman bir kavşak ki o ayrımın farkına varabilmemiz için belki yapmamız gereken sadece tabelaları ve yol ışıklarını "doğru" okumak, oysa her birimiz o kadar iyi şoförleriz ki ihtiyacımız yok öyle ışıklara tabelalara falan. Bodoslama girer dururuz birbirimizin üzerine. Biliyoruzdur evet ve bilmemiz gereken odur ki;"AYNI YOLUN YOLCUSUYUZDUR!" Ama o kavşak o kadar fazla ayrımlara açılıyor ki güzel bir yola çıkarken ve öyle fazla yan yol var ki, kimileri kaybolmuş, kimileri su kaynatıp sağa çekmiş, kimileriyse çarpışan arabalar gibi birbirinin üzerine çıkmaya çalışıyor...

Bertolt Brecht'in Anlaşmanın Önemi diye bir oyununu okumuştum yıllar önce. Aynı dili konuşabilmekten bahseder o oyun ve detaylarda kaybolmamaktan.

Oysa bugün donanımlı insanlar görüyorum detaylarda takılıp birbirine çarpan.

Yeterince olgun bir toplum değiliz, yeterince samimi bir toplum değiliz, varolan değerler yitip gideli, yeterince merhametli de değiliz. Çok yazık...

Kırkının da kulpu kırık olan siyasetçilere, medya patronlarına, sanatçı bozuntularına lanet olsun! Çünkü yaratılmaya çabalanan o ortak dilden bizlere hiç hayır yok artık. O yalan bir dil, o sahte bir dil...

Pencerelerinizdeki perdeleri açın artık. Söyleyemediklerimiz bizi asla olgunlaştıramaz. Eteklerimizdeki taşları dökerken bir tek şeyden emin olmalıyız, bizler "aynı dili oluşturabilecek miyiz?" Yoksa?

Aynı dili kullanabilmek demek herkesin biribirinin yaşantısını bilmesi algılayabilmesi demektir. Perdeler kapalıysa kimsenin kimseden haberi olmaz o ayrımdan çarpa çarpa ve çok büyük hasarlarla geçip giderken.

Perdelerse kimi zaman egolarımız, kimi zaman  da gereksiz duygusallıklarımız olabiliyorlar maalesef...


Hiç yorum yok :