31 Mayıs 2013 Cuma

SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ...


“Yenileceğimizi biliyordum ama halk savaşmak istiyordu…”

Paris’te Marks bir halk ayaklanmasında bunları söylemişti evet. Ve yenildiler.
Örgütsüz bir mücadele yenilmeye mahkûmdur.
Peki neler oluyor?
Silivri’de
Hasdal’da,
Buca’da,
[Reyhanlı’da,
Üçüncü Boğaz Köprüsü civarındaki büyük çaplı doğa katliamlarında?]

Taksim Gezi Parkı korunduğu zaman, yeşil alanlarımızı ve dolayısıyla vatanımızı kurtarmış mı olacağız? 

Elbette hayır. 


Siyanürle maden aranmasından tutun da, köprüydü AVM’ydi aklınıza ne kadar rant kapısı geliyorsa her biri için öylesine büyük bir iştah ve zorbalıkla yapılagelindi ki bu katliamlar, Taksim Gezi Parkı belki de devede kulak. Ama nedir? Orası kentin en panoromik, en gözönünde, en can alıcı ve hatta en “popüleritesi yüksek” uzvudur. Asla önemsizdir demeyeceğim. Çünkü Kapitalizme karşı yapılan bu eylemin alt metninde kalın puntolarla yaşama biçimime ve özgürlüklerime karışma vurgusu yatmaktadır. Taksim bir yaşam biçimidir. Ve her bir ağaç biliyorum ki benim canımdan kıymetli.

İş bu kıymetli – ve popüler vaziyet-, biliniyordu ki kullanılabilirlik değeri azami seviyelerde bir durumu da beraberinde getirecekti. Ha keza böyle de oldu.

Sokak konusunda kendimi tıpkı o Paris’teki kitleye benzetiyorum son dönemde katılmanın benim için bir zorunluluk olduğunu bildiğim eylemlerde. Kim olarak katılıyorum? Vatandaş. Peki bu eylemler kimler tarafından organize ediliyorlar? 

Örgütlülük boyutu nedir? Uzantıları belli siyasi yapılardı her birinin. O onu desteklemiş, bu bunu. Peki bu siyasi görüşler benim siyasi görüşlerimi bire bir yansıtıyor mu? Hayır. Hiç biri bire bir yansıtmıyor. Ancak ne var ki insan doğası devreye giriyor böylesi durumlarda. İçgüdüsel bir çıkış, bir hamle. Ayağa kalkış, kendi kendini yalnızca “kendine” doğrulamak adına bir direnme içgüdüsü.

Reyhanlı’da 177 canımız katledildi. Onlar için binlerce insan toplanıp şiirler söylemediler ne yazık ki. Bugün Taksim'de onların unutulmadığına dair sloganlar da atılır umarım...

Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün yolları “şuradan” geçecekmiş denildi. Ve hektarlarca arazi  o nadide örtüsünden mahrum bırakıldı. O canım ağaçlar, içinde yaşayan börtüsü böceğiyle, kuşlarıyla birlikte yok edildi. Sonra denildi ki “Yok yok yol oradan değil, şuradan geçecek. Yanlışlık yaptık…” Oysa biliyoruz böyle bir yanlışlık yapılmaz. O bölge orman vasfından arındırıldı. Yani yeni 2B yasasına göre imara açılmışoldu…


Peki Gezi Parkı için toplanan binlerce insan neden oraya gidip şiirler, şarkılar söylemediler? (Söylemedik?) Uzak diye mi? Yeterince panoromik olmadığı için mi? Şimdilik popüler olmadığı için mi? Ya da en önemlisi   önlerinde Sırrı Süreyya Önder gibi bir kanaat önderi olmadığı için mi? Bu gece şartlarım uygun olsaydı normal bir zamanda yüz metre mesafesine bile asla yaklaşmayacağım Apo’nun posta güvercini Sırrı Süreyya ile aynı safta yer almak pahasına Taksim Gezi Parkı'na ben de gidecektim. Ancak bu durum beni naçizane kendimce bazı tespitler yapmaktan da asla alı koymuyor… Zira mücadelemizin henüz gerçek anlamda örgütlü bir mücadele olduğunu sanmıyorum. Örgütlülük adına olagelen, gücünü sosyal paylaşım sitelerinden  alan karambol bir çıkıştır şimdilik. Belki de her şeyin bir sırası vardır.

Söz konusu olan yer İstanbul’un gözbebeği Taksim Gezi Parkı’dır. Memleketteki yüksek katılımlı son dönem eylemlerine baktığımızda, benim aklıma, 8 Nisan Silivri duruşması, 1 Mayıs(Taksim), 19 Mayıs (Sıhhiye) geliyor. Neler oldu bu eylemlerde peki? Onca insanın katılımıyla gerçekleşen bu protestolar medya ve TV.'de hiç bir yer bulamadı... Halk organik(!) Amerikan yapımı gaz bombalarıyla tanıştı, hatta kaynaştı. Öyle ki önlem olarak eczanelerden solüsyonlar bile temin edebiliyoruz artık… O derece de bilgilendik. Polis öylesine güçlendirildi ve F tipi bir hale sokuldu ki ve yetkileri öylesine genişletildi ki. Allah yarattı falan demeyip yer misin yemez misin, tıpkı bir panter edasıyla saldırıyor halka…

Büyük kitleler ve bir ayağa kalkıştan bahsediyordum. Konu şimdilik dağılmasın. Halk üzerine yapılagelen her bir baskı, her bir yengi, o halkın gücünü ve direncini kırar. Bu bilinen bir gerçektir. O yüzden ben çoğu zaman bu organizasyonların bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorum bu bir…

İkincisi Taksim Gezi Parkı’yla alakalı. Medya ve TV.'da geniş yankı buldu bu konu acaba neden diğerleri bir satırlık yer bulamazken bu protesto ayyuka çıktı?

Burada öncelikli olarak zaman aralığına dikkat çekmek istiyorum. Dün ve bugüne yani. Geçtiğimiz gün yüce meclisimiz geceyarısı saat 01.30’a kadar çalıştı(!)… Bir konu yasalaştı:  Yeni yasada "Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO'ya aittir" hükmü çıkarıldı. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi için TPAO'ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı… Aynı zaman aralığında Gezi Parkı’nda protestolar olurken “Başbakan bütün devlet erkanıyla İstanbul’un tüm su rezervlerini içeren bölgeyi talan etmek ve binlerce ağacı kesmek üzere canlı yayında trilyonları harcıyordu hepimizin ve gezidekilerin gözü önünde…” 

Taksim’deki “BÜYÜK KANAAT ÖNDERİ”(!)  Sırrı Süreyya Önder. Kimdir Sırrı Süreyya Önder? BDP milletvekili. Dış güçlerin bu memlekette yaratmaya çalıştığı düzen solcusudur. Zaman gazetesinde yazıları yayınlanırdı arada. Hâlâ yayınlanır mı bilmem. Zaman gibi gazeteler düzen solcularının reklâmını yapmayı pek bir severler. Neyse. Herkes biliyor kim kimdir nedir neye ve kimlere hizmet eder…

Bana göre Taksim’de olan bitenin iki türlü sonucu vardır.

Birincisi, dava büyük bir ihtimalle kazanılacaktır. Taksim Gezi Parkı büyük kanaat önderi sayesinde kurtulacak ağaçlarımız kesilmeyecek falan olacak filan olacaktır… Kulağa gerçekten çok romantik gelmiyor mu?

İkincisi kaybedilecektir. Ama düzen ve sistem partileri her daim böyle zeminlerden bir yoklama çıkarır. Acaba kim için? Ki kendilerince bir kazanımdır. Peki bu ata(!) kim oynar? E onu da ben söylemeyeyim. Siz zaten anladınız…

Gezi Parkı o bölgenin yegâne yeşil alanı. Duygusal yaklaşmamak elde değil. Oradaki her bir ağaç bir can. Ama elbette yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtını da olumlamıyor. Benim yanıtım kafadan Hayır!.. Bu konunun müsebbiblerine bakıldığında aynen bir PR'dır bu.
Sıkı çalışma doğrusu...

Derdim büyük resmin kendisiyledir. Oraya giden birbirinden değerli insanın bu olan bitenin öznesi, figüranı durumuna sokulmasıdır!



J.AK, 
31. Mayıs. 2013



21 Mayıs 2013 Salı

virile döne


tek kanat nedense hep kopuk
fonda tanıdık yalnızlık
kolları sorgusuz
ve iki yana doğru açık.

düşmen lâzım diyor inatla
okuduğu manifestosunda.

hey gidi aşinâ,
durduk yere bozguna uğratmasana
virile döne
dirile öle, uçuyorum işte
gece yolcusuyum öylece
sıfırıncı meridyende...

uçuyorum yalnızlık 
hava alabildiğine karanlık
ve görmüyor musun?
gidiyorum bu gün yine batıya
esiyorum hatta 
gün doğusundan frişka
yıldızları affetsin tarih
rüzgâr da benim,
kanat da!

“virile döne”
j.ak 
21.Mayıs.2013





14 Mayıs 2013 Salı

Adem...


özgürlük
av kapanında koca bir yem
işaretler bırakmış asırlardır
sınır niyetine adem
artık birikmeyecek
yarınlara renklerden desen
hazır çizgilerde
ölüm istiflenirken.

“adem”
j.ak
14.Mayıs.2013



5 Mayıs 2013 Pazar

şaşırmak ne güzel


zaman yetmez ararsam,
sesini işitmeye
bir sekizinci notanın  
her bir tadı ayrı güzellikte
bu sakin rotanın.
nedenleri öylesine çok ki
minnettarlığın
tümü yere düşse de
anlatmaya gücü yetmez
bulutlarımın.
adları ne kolay telaffuz ediliyor
onlarca yılın
ve şaşırmak ne güzel,
saklanmasına, 
antik tutkuların.
derdindeyken 
memleket kokan
dağların, ovaların
soluklandığım tek yer
bir gecenin özüydü
başımı yasladığım.

“şaşırmak ne güzel”
j.ak
5.Mayıs.2013


1 Mayıs 2013 Çarşamba

görünmez düşlerimiz


zaman  savrulurken,
boş vermişlik
gösterişsiz çerçevesiydi
zor bir resmin
anlaşmak üstelik,
pek azıyla mümkündü
söylenenlerin.
hanidir şu rehavet
dikkat istedi hep
ve nihayet,
uzun mesafelere
sessiz cümleler kuruldu
sonra tanıdık bir paragraf oldu,
hatta hacimli bir kitap.
ve hatta başka gezegenden
secde edilesi eski bir şarap.
tarihî frekans antlaşmasının
maviydi telaşsız mürekkebi.
can kulağıyla dinledi beni
ve yazdı sonra bir iç denize,  
iç seslerimi.
o sırada, çılgınca
yudumluyordum ben
görünmez düşlerimizi.
ve görünen o ki,
sular altında kaldı kıyıları
tüm sözcüklerin şimdi.

“görünmez düşlerimiz”
j.ak
30.Nisan.2013