20 Aralık 2015 Pazar

DEVLET - SANAT

Yılların eskitemediği “sanat sanat için midir, halk için midir?” tartışması sanat ve erdem ilişkisinde düşündürücü olmayı sürdürür. Konunun uzandığı uç nokta yaratıcılık ve varoluşçuluğa gider bildiğiniz üzere ki hafif tebessümlerle geçiştirilebilecek basitlikte değildir. Neden mi? Çünkü yüzyıllardır kullanımdadır sanat. Kimlerin kullanımındadır? Erkin, yani siyasi iktidarların kullanımındadır elbette. Tartışılan konuya bana göre Froyd; Uygarlığın Huzursuzluğu adlı eserinde (Das Unbehagen In Der Kultur/Civilization And It’s Discontents) sublimasyonu açıklayan kuramıyla en önemli çıkarımı yapmış.
“Sublimasyon”, yani yüceltme mekanizması sanatsal yaratıcılığı açıklamak için Froyd ve sonraki psikanalitik kuramcıların kullandıkları bir kavram olarak çıkıyor karşımıza. Yüceltme, ego için tehlikeli sayılan cinsel saldırganlığa karşı geliştirilen bir savunma mekanizması olarak açıklanıyor. Burada sanatsal yaratıcılığa bakış konusundaki farklılıkları da anlamalıyız ki bazı sanatçıların neden durduk yere(!) sistem tarafından ortadan kaldırıldıklarını da anlayabilelim.
Yaratıcılık, Tanrısal bir boyut ve sublimasyon, cinsel enerjinin (libidonun) yaratılana kanalize edilmesidir. Din olgusunun bu motif doğrultusunda konuyla içiçeliği hep saklanmış görünüyor. Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Froyd, dinsel sonsuzluk düşüncesini, bireyin benliğini dış dünyadan ayrı tanımlamaya başladığı ana dayandırıyor. Birey bu kopuşu “okyanusvari bir sonsuzluk hissi”, yani tanrıya inanma sanrısı olarak gösterirmiş. Froyd’un talebesi Jung ise “bir-leşme” kavramını ortaya atmış. Doğu dinlerinde, tasavvufi söylemlerde bahsi geçen bir olma durumuna özlem olarak, bireyin kendini bir’in parçası olarak görme bilinci oluşmuştur. Bu söylem ve etkileşimlerin Freud’un dediği gibi bir “sanrı” mı Jung’un dediği gibi “bir-leşme” mi olduğu elbette tartışma konusudur.
Aslında bu düşünceler ışığında 10. Yüzyıl dervişlerinden Hallaci Mansur’un ilk kez dillendirmiş olduğu Ene’l Hakk görüşü geliyor aklıma. Ve bu görüş ardınca giden 15. Yüzyılın büyük şairiNesimi… Ene’l-hakk mantıgının temeli, tüm kâinat Allah’tandır ve Allah her yerdedir. Bu kainatin bir parçasiysam Allah benim de içimdedir, bende de Allah’tan bir parça vardır. Bu durumda ben Allah’ın bir parçasıyım’dır. Hal böyle olunca ene’l hakk diyen Hallaci Mansur da büyük şair Nesimi de idam edilmişlerdir. Bu düşüncenin karşısına ise vahdet-i vücut bir antitez olarak konulmuş ve sanatı erk tekelinde tutma düşüncesindeki sistem tarafından benimsenmiş, bunun savunucusu sanatçılar da özgür(!) bırakılmışlardır. Çünkü vahdet-i vücut düşüncesi monizmi temel alır. Bütünün parçalarıyızdır ama yaratıcı tektir ve ancak o’dur. Tanrı varolan herşeydir. O, kâinat ve ötesidir.
Sanatın erk tarafından idari bir keşif olarak ortaya çıkmasına ilişkin sorumuzu yöneltelim o zaman şimdi;
Devlet mi halk içindir, halk mı devlet içindir?
Gülmek serbest. Boşlukları doldurmak kâfidir. Çünkü elbette devlettir halk için olan. Öyle olmasaydı Atatürk de bilirdi “soyunu soylandırmayı, boyunu boylandırmayı!” Bu doğrultuda okumalıyız Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini.
Bugün Dünya’nın en gelişmiş ülkelerinde bile gerçek anlamda halk için çalışan bir Devlet göremezsiniz. Elbette gelişmemiş olanlara nispetle gözle görülür farklar yok değildir. Ama özünde hepsi idari erki kollamak için yapılandırılmış unsurları barındırır. Din Sanat ve Spor bu unsurlar içinde en etkin olanlarıdır. Bu yazımda Spor olgusuna çok fazla değinmememin özel bir sebebi var aslında. O da artık 21. yüzyılda sporun neredeyse sanki sanatın bir koluymuş gibi işlenmesine yönelik yeni keşiflerle ilgilidir. Tv’deki futbol programlarına dikkat edin, zirve sporcuları 1990’lardan beri adeta sanatçılar gibi hayat akışı incelenen kişiler haline getirilmiştir. Falanca maçta attığı rövaşata golünden bahsederken bunun “çok sanatsal” olduğu yönünde yeni algılar yaratılmaya çalışılması hiç tesadüf değildir. Ve elbette Hakan Şükür’ün Avrupa kupası maçı öncesi kurban kesip kanını alnına sürüp dualar eşliğinde sanat yapmaya çıkmasının, pardon sahaya çıkmasının da tesadüf olmadığı gibi…
Demem o ki, her zaman erki elinde tutanların kimler olduğuna bakmalıyızdır önümüze sanat ya da sanatçı diye konanları izlerken. Çünkü bireyi adeta büyüleyen güzelliklerin içi sistem tarafından, çirkeflik ve bilumum küstahlıkla doldurulur. Bu Dünya Sineması olarak adlanan Hoolywood için de ekseriyetle böyledir. Her sanat eseri her sanatçı değildir elbet. Çünkü sistem progresiv çıkışlara da bir yere kadar serbesite sağlar ki bu progresiv serbesite bir nebze de olsa toplumların basıncını düşürsün, yani büyük patlamalara gebe bir istim sıkışmamış olsun.
Bu bağlamda Devlet Sanatçılığı kavramından bahsetmezsem çatlarım.
Platon’un mükemmelleştirdiği o mucizevî Devlet’i temel alırsak kavram olarak mükemmeldir bence. Yani halkı için didinen, çalışan bir devletin sanatçısı doğal olarak halk için sanat yapıyordur. Ki bu doğru olandır. Evrensel gerçek de tektir. İkiyle ikinin dört etmesi gibi. Siz bakmayın beş eder diyen postmodernist filozof bozuntularına! Aman cebir falan da demeyin ha, cebirle çözmüyorum bu işlemi! Ezoterizmin izinde, başkaları anlamasa da olur türünde sanat’mış gibi ortaya konulup, izleyenin/okuyanın da “yahu anlamıyorum hiç bir şey ama çok süpermiş dostum!” dedikleri züppeliklere de aldırmayın… Çünkü beş yüz yıl önce de anlaşılıyordu Nesimi ve yüz yıllar öncesinde yaşamış halkın pek çok ozanı da hep, hep anlaşılıyorlardı… Şimdinin devletleri ezoterist anlatımı sadece belli bir zümrenin, hatta neredeyse tarikatların beğenisine sunarken, konudan bihaber kitleleri de tamamen alt unsurlarla etkileyip ele geçirerek aynı saflara çekmeyi gerçek hedef olarak belirlemişlerdir. Halkı için çalışmayan bir devletin onay vereceği “sanat” ya da “sanatçı” ve hatta “devlet sanatçısı” adıyla pazarlayacağı da kendi hedeflerine ters düşmemiş olan ürünleri ya da bireyleri kapsayacaktır.
Devlet Sanatçılığı kavramına değildir burada sözüm. Devlet Sanatçısı doğal olarak Halkın Sanatçısı demektir çünkü. Ama her kavram her tanım gibi bu kavramın da Devlet tanımının da çoktandır çürümüş ve kokuşmuş olduğunu görüyoruz. Bu yüzdendir “bu devlet bizim devletimiz değildir” dememiz. Bu yüzdendir Devlet Sanatçısı diye önümüze atılana bizim sanatçımız değildir, hiç olmadı ki! dememiz… Ama anlatamadık ve anlatamayacağız. Bizim anlatamadıklarımız üzerinden sözde halkçıymış gibi çıkış yapan etnik bölücülerin adeta rol çalarak Devlet’i kendi yargıları üzerinden yok saymalarına karşı çıkarken anlatamadık hem de! Bir şeyin karşısında olmanın, bizden rol çalanların dediklerinin yanında olmayı gerektirmeyeceğini de anlatamadık!
Biliyoruz ki çapıyla olmasa da içeriğiyle bir üçüncü paylaşım savaşı süregitmekte. Etniksel mezhepsel, jeosiyasi ve politekonomik gerçekler üzerinde tırmanan ve birbiri ardınca gelişen çok önemli ayrıntılarıyla hem de. Ve tırmanan bu büyük resimde şeytan ayrıntıların içine gizlenmiş durumdadır. Siyasetin içinde çok önemsenmiyor olsa da Edebiyat Gazetesi olarak bu ayrıntılara değiniyor olmamız bu sebepledir. Ayrıntı gibi görünenler kitlesel etkileşimin ana arterini oluştururlar. Sanat üzerine gitmemiz filmleri eleştirmemiz, onları yayınlamamız işte bu yüzdendir. Evrensel algıları, estetik algıların kullanıldığı akımlar belirleyebiliyorsa, o çoktandır hatta yüzyıllardır siyasi bir konudur zira.
Sanat siyasi bir konuysa elbette halk içindir.
Halkı için varolacak bir Türk Devleti özlemiyle,
Sağlık ve iyi Pazarlar dilerim…

Jale Altunel / edebiyatgazetesi

9 Aralık 2015 Çarşamba

oluk oluk öldük

Oluk oluk, 
Ön Asya'da öldük.
eli kılıç tutmazların,
ata eğer vurmazların,
saza sözü katmazların,
yerine öldük korkakların!
taşa sevda yazmazların,
aşında türkü tütmezlerin,
antına güven olmazların
yerine öldük aymazların!
Devlet olduk, yüreğimiz dev olup,
toprak olduk bayrağımız al olup
çiçek olduk Karabağ'da kırlarda,
demirden kale olduk, Eceabat'ta!
Şimdi bir urgan var boynumuzda,
elleri yağlı kara.
Kıyıp geçer oluk oluk
anar sonra rakamlarla
Soma'da, Hazar'da, Urmu'da
Musul'da, Tuzhurmatu'da
Türkmendağı'nda
Ölürüz sessiz çığlıklarla
Varırız uçsuz uçmağa...
Kalkacağız kardaş darıhma
Geçit yoktur kuzgunlara
Gün ola harman dola
Turan’ımız Devlet ola!..

“oluk oluk öldük”
j.ak
8.Aralık.2015




6 Aralık 2015 Pazar

rüzgârını içtik

Eskitemedik o eski yalnızlığımızı bunca yıl,
İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!

"Rüzgârını İçtik"
j.ak
05. Aralık.2015



1 Aralık 2015 Salı

KİTLESEL YALNIZLIK LİBİDO ve SAVAŞ


Bize ne yaptılar? Çıldırdık mı?

Kitlesel yönlendirme araçlarından en önemlisi de bastırılmış libidonun kullanılmasıdır.
Ahlâki standardizasyon, başkalaştırılan kavramlarla “başka değerler” şeklinde çıkıyor artık karşımıza. Sistem kitlenin libidinal agresroyonunu (bastırılmış cinsel enerji kaynaklı gerginlik) yönlendirip onu kullanıyor.

Dini terör örgütleri de dâhil, tüm terör örgütlerinin kullandığı,
Fabrikalarda artı değerin üretilmesinde sermayedarların kullandığı, 
Holiganlığı oluşturan spor sektörünün kullandığı… 
Ve hatta eğlence sektörünün fanlar oluşturmada kullandığı da, bastırılmış yaşam enerjisidir.  

Dini ve siyasi yasaklarla bastırılan cinsel enerji, patlamaya hazır bir bomba etkisindedir. Bu etki modern zamanların ilk döneminde fabrikalarda kullanıldı. Ama bu çağda artık fabrikalarda eskisi kadar fazla insan çalışmamaktadır. Teknolojik gelişim sayesinde insanın yaptığı işin büyük bir kısmını makineler yapıyor. Üçüncü dünya ülkelerine nispeten batıda dini reform gerçekleşmiş ve cinsel kısıtlanma, ekonomik iyileşme süreciyle de paralel bir seyirde ortadan kalkmıştır. En önemlisi “gelişmiş” batıda toprakların paylaşılma süreci bitmiştir. Dolayısıyla libidinal agresyonun o coğrafyada herhangi bir kullanım amacı da kalmamıştır artık. Ama Ön Asya’da ve Orta Asya’da durum hâlâ kullanıma açıktır ve bunu istedikleri şekle sokabilmektedirler. Irkçılık, mezhepçilik ve bunların oluşturduğu kutuplar üzerinden ayaklandırmak, sahte düşmanlıklar yaratmak ve bölgesel savaşları kaşıma yönünde kitlesel bir istismar vardır. Yani bu durum bizim coğrafyada trafikte de bir meydan savaşıdır, (gerekirse)stadyumda da, ucuz bir mal satacağını önceden açıklayan ve kitlesel hücuma uğrayıp birçok insanın ağır yaralandığı bir AVM açılışında da öyledir.  

Trafik terörüne ilişkin Aycan Yayla’nın “Bu bir Meydan Savaşıdır” adlı yazısını okuyunca daha çok araba satışı, daha çok yola ihtiyaç duymak, yani doğayı daha da mahvetmek pahasına tüketmek düşünceleri uçuştu zihnimde ve Araba üreten fabrika sahibi Henri Ford’un (1863-1947) söylediği şu sözler geldi aklıma;

“Daha çok araba satabilmek için daha fazla araba yarışı düzenlemeliyiz, daha fazla pist yapmalıyız, bunu da basın yoluyla kitlelere duyurmalıyız”. Bunun üzerine basın devleri Hearts ve Pulitzer devreye sokularak haber vermek yerine haber üreten sarı basın yaratılmıştı… Hatta 1966 Fransız yapımı Un homme et une femme (bir erkek ve bir kadın) adlı filmde erkeğin formula yarışçısı olması yani reklamın sinemaya kadar sıçramış olması, o yıllar için hiç de tesadüf değildi.

Konuya dönecek olursak ki bence trafik terörüne varan süreçte, tüketimin çıkış noktasını anlamak adına konunun tam içindeyiz, spor – siyaset, din – siyaset, eğlence – siyaset dersem, sanırım herkesin aklına Franko ve onun kitleleri uyutma taktiği 3F gelecektir.

Oluşturdukları sisteme kitleleri uygunlaştırmada, eski basın devleri Hearts ve Pulitzer’in o etkin görevini artık günümüz medya devleri, küresel siyaset esnaflarının çıkarları doğrultusunda üstlenmişlerdir. Öyle ki bu durum teknolojinin gelişmesiyle internete, oradan da akıllı telefonlara uyumlanmıştır. Sosyal paylaşım şebekeleri, sistemin günümüze kadar kitleleri uyutmada kullandığı 3F’nin yanına konabilir mi sizce? Bence bu mümkündür. Çünkü aynı bağımlılıkta, aynı yaptırım araçlarından biri olmuştur “sosyal paylaşım” görüngüsü.

Teknoloji, yalnızlığı kitleselleştirmiş oldu!

Artık siyasi mitinglerin adı “etkinlik” oldu meselâ. Bir futbol maçı gibi, falanca festte verilecek bir konser gibi ya da stadyumda izlenecek bir maç gibi, sadece bir etkinliktir o. Çünkü insanların birbirlerinden haber almasının ve iletişimlerinin nerdeyse biricik yolu internetteki sosyal paylaşım ağları olmuştur. Artık, event, etkinlik zamanlarındayız…

Sömürülen ülkelerde neden siyasi diktatörlüklerin din temelli ahlâki baskıları etkin kıldığını ve neden islâmi mezheplerin fitilinin hristiyan ülkeleri tarafından ateşlenerek üzerimize atıldığını anlamak zorundayız. Ve anlamak zorundayız, internetteki videolarda neden ölüm sahnelerine bu kadar sık rastlar olduk, gelişmekten bahsedip, ceplerinde insanlığın geldiği son teknolojiyi taşıdığı halde neden insanlar Ortaçağ karanlığının gladyatör ölümlerini izlemeye giden kitlenin ruhuna büründü ve ilgiyle şiddet içerikli görselleri izliyor?  Neden hayvanların haklarını müdafaa ediyorum ve “bu adamı ifşa ediyorum” kisvesiyle hayvan işkencesi içerikli videoları rahatça paylaşabiliyor? Ortaçağ’dan kalma bu davranışları bugünün teknolojisinde bile, sözde modern insan neden tekrar eder? Yanıtı açıktır. Çünkü ortaçağ engizisyonu da libidoyu şu an bu coğrafyaya batının ihraç ettiği “ılımlı İslâm”ın bastırdığı gibi bastırmaktaydı.

Batı şimdi Ön Asya’daki libidinal agresyonu istediği şekilde açığa çıkarmanın peşindedir. Bunu Arap Baharı’nda da gördük, kısmi şekliyle Gezi’de ve Güney Azerbaycan kalkışmalarında da gördük, Azerbaycan-Nardaran’da şimdilerde şii mezhepçiliğinin kışkırtılması şeklinde de görüyoruz ve daha da görmeye devam edeceğiz.  Ve onlar din ahlâk çıkışlı sahte yırtınmalar karşısında doğacak kavram kargaşasıyla, aslında ahlâki yozlaşmayı sağlamanın peşindeler.

Yeni paylaşımlar yapma derdindeki sömürge, sömürdüğü ülkelerin önce eğitim sistemini çökertiyor ve etkisiz kılıyor. Daha sonra yapılansa adeta koskoca halkı ahlâksızlıkla aşağılamak anlamına gelen dincileştirme, yani toplumu ahlâklı yapma girişimidir. Sanki bizim toplumsal geleneklerimiz yokmuş gibi, sanki biz ahlâksız bir toplummuşuz gibi. Bu girişim mahallelerde din adamlarının verdiği fetvalardan, bilmemhangi hoca efendinin tv ekranlarında öttürülmesine, üniversite profesörlerinin demeçlerinden milletvekillerinin kürsüden çıkışlarına, makale yazarları(!)nın çemkirmelerinden falanca sanatçı(!)nın ulvi açıklamalarına uzanan kitlevi bir gazla pompalanıyor. Cuma namazı, umre, hac, örtünmek gibi davranışlar burjuva sınıfı davranışı haline getirilerek özendiricilik yaratılıyor. Sonra da gelsin kadın bedeni üzerine konan ataerkil ipotek, gitsin ahlâk ve namus kavramlarının, kadın cinsiyetiyle erkek uçkuru arasında bir yere sıkıştırılması. Yolsuzluk yapıyorsunuz ama? O sayılmaz. E iyi peki madem o sayılmıyor o halde genel evler yasaklansın? Aa bak o olmaz işte. Neden? E erkek başka. Erkek bedeniyle kadın bedeni bir mi? (Yeni bir “şey” keşfedilmiş gibi şaşırılır ve susma hakkı kullanılır!)

Ne dersek diyelim bu ataerkil ikiyüzlülük sürdükçe, ikiyüzlü erkekler ve ataerkil düzeni korumaya ant içmiş bıyıklı kadınlar yönetmeye devam edecekler bizi. Ve din temelli ahlâki bastırılmışlıkla sahte zıtlıkların yarattığı “feminist” hareketlere maruz kalacağız. Feminizm ilk duyduğum günden beri beni utandıran bir kavram olmuştur. Cinsiyetimi koruduğunu savunan ve sadece hukuki temeller üzerinden gerçekte liberal çıkışlar yapan bir yapı,  aman ne büyük şans, ne büyük lütuf! Hey gidi Türk katunu, hey gidi Türk anası! Getirildiğin noktaya bak! Femen grubu gibi zırvalıktan muhteva insanların aptal saptal eylemleri yaratılan zıtlığa, gerçek yozlaşmaya en iyi örnektir bu arada. Düşünün bir, sistem bastırılmış cinsel enerjiyi reklâm sektöründen terör eylemlerine kadar her tür sömürü ve istismarın aracı yapmış, bu şapşal sürüsü bedenlerini şov malzemesi yapıyor. Ne desek boş!

Ön Asya’yı parçalamayı kafasına koymuş vahşi sömürgecilerin pençesindeyiz. Batının bu coğrafyaya demokrasi getirmesini istemiyorum ben. Buraya özgürlük de getirmesin batı. Buradaki kadınların hakkını hukukunu da aramasın, hiç gerek yok! Başlatmayın hakkınızdan hukukunuzdan. Tek istediğim batı o domuz pisliğine ve insan kanına bulanmış olan ellerini çeksin üzerimizden. Kendi icadı olan ılımlı islâm hançerini ruhumuza saplamaktan vaz geçsin. Çünkü bu coğrafyadaki Türk ruhu onların hançerinden çok daha derindir. Kendi geleneklerimiz islâmdan çok önceye dayanır ve hatta şu an islâmi geleneklerle öyle iç içe girmiştir ki, Birçok İslâm coğrafyasında ister-istemez islâmi gelenek adı altında Türk gelenekleri sürdürülür. Bu toplum bunu farkettiği an, batının mezhep karşıtlığında kullanmaya uğraştığı libidinal agresyonu bizim değil, onların kafasında patlatacaktır.

Bize biçtikleri elbise ılımlı islâm,  kendileri seküler.
Bize biçilen ayaklanma internet üzerinden örgütsüz bir “event”, onlar “Nes en 68”.
Bize biçilen cinsel baskı, onlara cinsel devrim.
Bize biçilen ölüm, onlara yaşam!
Sözün özü, onlara sevdanın yolları bize kurşunlar!
Öyle yağma yok!

Sağlıkla, sevgiyle…
Jale ALTUNEL
30. Kasım 2015





26 Kasım 2015 Perşembe

teslim bayrağı


Bulutlu günü ağartamadım aklımda henüz
Ne gecedir kimsesiz uykularıma, ne de gündüz
Başı gövdesinde değil dostum dünya dümdüz
Savaş başların işi, gövdeler yalnız.

Gürültüsü çınlıyor makinelerin izinsiz
Sesini duyamam artık sabahlar sessiz
Aynı ses kulağımda “biz bu değiliz”
Ölmedi binlerce yıldır tek bir esirimiz!

Sınırlarımız elbette namustur bize!
Savunmak şereftir onu her bir Mehmede
Bilmem ne gelir aklına Türklük deyince?
Esir öldürmek yazılmadı hiç şanlı tarihimize…

Kulaklarımda çınlıyor biz bu değiliz, değiliz!
İnsan doğduk Ön Asya’ya, insan öleceğiz,
Savunmasız olana kalkmamıştır elimiz
Onuruyla savaşır Mehmetlerimiz!

Teslim bayrağı beyazdır ap-ak bilmez misiniz?
Rus pilotun paraşütünü görmez misiniz?
Gövdesi Putin’den ayrı sancımış ak bayrağa
Bir teslim bayrağını ona kefen ettiniz!

Kulaklarımda çınlıyor biz bu değiliz,
İnanamam vurana Türkmen misiniz?
Utanmazca tekbirlerle teşhir ettiniz
Bu insanlık suçuyla davayı kirlettiniz!

Türkmendağı üzerinden, bir oyun pazarlanır
Düşmanın tavırları biz gibi yansıtılır
Çeçeni arabı kürdü içimize kiralanır
Boz oyunu Tükoğlu, insanlık ata mirasındır!

“teslim bayrağı”
j.ak
26.Kasım.2015



24 Kasım 2015 Salı

RÜZGÂR DA BİZİZ, KANAT DA…

Ekonomik ve askeri bağımlılık, olaylara kendi penceremizden bakmamızın önüne gerilmiş ipekten bir perdedir.

Olasılıkları değerlendirirken hep başkalarının çıkar ilişkilerindeki çelişkiler üzerinden yürüme refleksi geliştirmiş olmamız, bu yüzdendir.
Amerika öyle istedi, İsrail böyle buyurdu, Rusya bombaladı, Fransa’da İkinci 11 Eylül, Alman istihbaratı yine şunları fişfikledi, İngiltere neden sessiz? İran batıyla anlaştı, petrol ucuzladı, Esad diktatör… Peki ya biz? Biz derken Ön Asya’daki Türklerin tamamını kastediyorum. Türkmeneli, Suriye Türkmenleri, Azerbaycan Türkleri (Güney Kuzey), Türkiye’de biz… Bizlerin ortak plânımız nedir? Yani birilerinin plânlarına payanda olmak, onların oynadıkları ekonomik ve siyasi oyunların ancak kullanım amaçlı ya da ölmeye koşulmuş insan yığınları edilmenin dışında? Şimdilik pek yok. Olan yeni avrasyacılık ve yeni osmanlıcılık gibi eğreti, eklektik ve bir o kadar abzürt komedilerden ibarettir ki bizim kendi gerçeğimizle ve menfaatlerimizle asla ilgileri yoktur!

Sahipler ve Kanaat Önderleri 5-Savaş adlı yazımda savaşların artık taşeron terör örgütleri üzerinden yapıldığını söylemiştim. Eksik söyledim ya da tam tersi, fazla. Çünkü evel ezel bu böyleydi. Ön Asya’da dönen son oyunlar, taşeron terör örgütlerinin uluslarası ticaret şebekeleriyle oluşturulmuş olan “yeni Dünya düzeni”nde yeni ya da çok eski sloganlarıyla yol aldıklarını gösteriyor: “parayı veren düdüğü çalar!” Eskiden tek ülke için iş yapan terör örgütleri artık parayı kim verirse onun adına işleniyorlar. Olayların bir günden bir güne değişivermesinin de, her gün bir başka haritanın medyaya servis edilmesinin de sebebi budur.

Esad yıllardır Türkmenler'e ihanet etti ve biz buna sabrederek Suriye'nin bütünlüğünü savunduk. Ama son dönem kendi bindiği dalı kesmektedir. Üstelik bu ihanet sözde müttefikimizin onayıyla rus-kürt ittifakına çevrileli çok oluyorsa ve Suriye'nin kuzeyinin neredeyse tamamı kürtlerin eline geçmişse, atrık kendi çıkarlarımızı Suriye’nin bütünlüğü üzerinden inşa etmek gibi bir lüks de sanki bize bırakılmamış olur... Bir de bunların üzerine kim tarafından ne için desteklendiği bilinen dhkp-c liderine, yurdumun bazı Türk geçinen şaşkınları da dâhil bölücü pkk yandaşları tarafından alkış tutuluyorsa, durum demografik dönüştürme çabalarına karşı durmayı acil ve hayati kılar…

Diktatörler kendi devamlılıklarını sağlamak için ülkelerindeki insanları da, komşularını da rahatça satarlar. Aynı örnekle yaşadığımız için anlamakta zorlanmıyoruz. Güney Azerbaycan'da, Türkmeneli’nde ve Suriye'nin kuzeyinde Türk popülasyonuna ve Türkiye'de sözde iddia edilen topraklardaki kürt popülasyonuna bakınca, bu iblislerin oradaki demografiyi niçin değiştirmeye çabaladıkları çok daha net anlaşılır. Aynı demografik temizliği ermeni taşeronlarıyla Karabağ’da, kürt ve ermeni taşeronlarıyla Urmiye’de gerçekleştiren Rusya, bu konunun uzmanıdır ne de olsa. Velhasılı, yüzyıllardır Ön Asya'nın (ve hatta Dünyanın) en mazlum ve kırgına uğrayan budunu, hep Türk budunu olmuştur...

Sistem, uluslararası ticaret şebekelerinin kullanımında, insan ve doğayı birbirinden uzaklaştırırken; ideolojileri, düşünceleri ve hatta kutsal inançları bile reklâmla pazarlar. İdeolojiler, dinler birer üründür. Moda haline getirilen ritüeller, küçük burjuvanın edimsel devinimi olmuştur. Sıkmabaş sektörü, kimliği inanç ekseninden ayrıntısıyla yansıtan çeşitleriyle, marijinal orta sınıf ayrıksılığını özgür tercih kılıfıyla çok rahat pazarlamaktadır. Bir yandan da ucu, her daim parasal kazancı hedefleyen viral reklâmlar, artık terör eylemlerinin “ölüm” temasıyla bilinçaltımıza itilmektedir. Normal bir insan, psikolojik olarak izlenmeyi asla istemeyecekken, artık “güvenliği” için bunu “kendisi seçmektedir.” Yeni Dünya düzeninin uluslar arası gözetime dair son teknolojileri bunun en belirgin örneğidir. Ve uluslar arası ticaret şebekesi güvenliğe dair ürettiği teknolojinin pazarını ancak korkuyla besler. Fransa’daki ikinci 11 Eylül bu bakımdan tıpkı birincisi gibi bir taşla pek çok kuşu vurmuştur.

Bu yüzden Türkiye de dâhil olmak üzere tüm Ön Asya Türkleri’nin (Oğuzlar’ın) aynı ilgiyle aynı yöne bakabileceği bir plân, siyasilerin pazarlama araçlarından biri olan dinin dışında kalmak zorundadır.

Ø Türklük Hamaseti, “birileri” tarafından kılıç kalkan kültürüyle pazarlanırken, asıl gerçeğimiz; orada yüzbinler halinde sokaklara dökülüyorsa!

Ø  Din, birileri tarafından tekbir sesleriyle sünni mezhepçilik oyununu oynarken, asıl gerçeğimiz; Türkçe’ye faşist molla rejiminin koyduğu yasaklara karşı, şiiliği Türklüğün bayrağı yaparak, protestosunu da inatla Türkçe beyitler ve ilâhiler okuyarak yapıyorsa!
Ø  Ve en önemlisi Suriye’nin kuzeyindeki sünni Türkmenler’i şii olduğunu bildiğimiz Azerbaycan Türkü Prof. Cəmil Həsənli müdafaa ediyor ve kınamasını facebook Sayfasından paylaşıyorsa (http://www.azadliq.info/103528.html), bunları doğru okumak ve anlamak zorundayız demektir…

Davamızı dinlerin ve mezheplerin dışına taşımalıyız. 500 yıldır aynı hataları yaparak farklı sonuçlar beklemek, açıkça görülür ki biz Türkler’in çıkarlarından çok, her dönemde Ön Asya Türkleri’nin arasını mezheple vuran din tüccarlarının ve onları tatlı-tatlı semirten düşmanlarımızın işine yarayacaktır. Rusya’nın çoğunluğu sünni olan Türkiye’yle, (Kuzey ve Güney) Azerbaycan’ın birleşme olasılığına karşı açıkça ve pişkince şii’liği desteklemesi tesadüf değildir. Tıpkı Pensilvanya’da amerika’nın beslediği nurcu gibi. Ancak ısrarla bilinmelidir ki Türkmen Dağı’ndaki sünni Türk de bizim, Güney Azerbaycandaki ve Türkmeneli’ndeki şii Türk de bizim. Hepsi bizim, hepsi biziz!

Asıl olan üretim ilişkilerindeki devamlılık davasıdır. Bizim gerçeğimiz de umudumuz da bu olmalı. Her şeye rağmen Turan fitilinin Ön Asya’dan ateşlenmesine sırf bu yüzden hayal olarak bakmıyorum. Çünkü Ön Asya’nın en dinamik unsurunun kimler olduğunu 2006’da da 2013’te de 2015’te de açıkça gördük!
“Ayaklanınca çok güzel oluyorsun Türk!”  
İşte bu dinamizm seküler olmak zorundadır ki çelişkilerin arasından sıyrılanlar düşmanlarımız olmasın! Çünkü onlar hep bu mezhepsel çelişkiyi kullandılar, bizler kardeşkanı akıtırken şehitlerimizi basamak yapıp üzerlerine basa-basa çıktılar tepemize! Oğuz Türkü’nü insanlığın en yumuşak karnı olan manevi duygularıyla, DİN’le MEZHEPLE etkisizleştirdiler! Ve bu durum artarak devam etti… Dini siyasete alet etmemekten bahseder dururuz. Ama din, bilimin beşiği olarak bilinen “gelişmiş” dünya ülkeleri tarafından beslendiğini bildiğimiz el kaide, hizbullah, ışid gibi terör örgütleriyle uluslar arası siyasette kulanım araçlarının ta kendisi, bir numarası, gözbebeği olmuştur… Ve karşısında oluşturulan zıtlık ya salt islâmofobi ya da ateizm şeklinde tezahür eder. Bu antitez sayesinde oluşan/oluşacak sentezse her şekilde toplumsal hafızadan, geleneklerden, şuurdan ve birlik-beraberlik değerlerinden arındırıcı özellikler taşıyor/taşıyacak. Düşmanların istedikleri de aşağı yukarı böyle bir şeydir. Bu yüzdendir ki sentezimizi doğru yapmak durumundayız. Hem de tüm karşıtlıklar için. Unutmayın ki gelenekler kültür ve uygarlığın önemli bir parçasıdır. Toplumsal hafızamızı silmeye çalışarak kaotik küçük karşı grupçuklar oluşturma çabalarının gerçek nedeni tam budur. Geçmişiyle yüzleşip barışamayanın geleceği olmaz!
Toplumlar da tıpkı bireyler gibi davranış şeklini, kodlanmış DNA’ları doğrultusunda geliştirir. Bu geleneksel yapı, bilgi ve farkındalıkla, kültür ve uygarlığa, doğru yönü verir, onu sürdürülebilir kılar. Ancak tarihin kırılma noktalarında, yani savaşlara hazırlanma dönemlerinde görürüz ki beşeri uygarlık, siyasetin güdümünde sürdürülebilirliği konusunda tedavisi olmayan yaralar almaya mahkûm kalır. Bu durum tıpkı uzuv kaybına maruz kalmış bir insanın yaşamını yeni alışkanlıklarıyla sürdürmesine benzer. Hal buyken de içine girilecek bir savaşın sonucu neredeyse bellidir. Ama tarih savaşlar kadar devrimlerle de kırılmalara uğrar. Nasıl ki savaş olmayan zamanlar savaşa hazırlık zamanlarıysa, karşı devrimlerin yaşam süreleri de devrime hazırlık zamanlarıdır.

Türk’ün; tarihin bu döneminde uzuv kaybına uğramasını ancak bir devrim önleyebilir!

Sağlıkla,
Jale ALTUNEL
24. Ksım. 2015


12 Kasım 2015 Perşembe

SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ -6- Güney Azerbaycan


Hazır davaların “kanaat önderleri” çok olur. 
Ama bu davaların bir de gerçek sahipleri vardır.

Dava ne kadar gerçek ve Sahipler ne kadar haklıysa, o sözde Kanaat Önderleri de bir o kadar gerçek sahiplerin altında böcek gibi ezilmeye mahkûm kalır! Gezi’de yaşamadık mı? Sırrı ve “ağaçsever” tayfası Kemalistlerin altında kalmadı mı? İşte onun gibi. Güney Azerbaycan ayaklanması kapanın elinde kalacakmış gibi dursa da, oradaki Türk Halkı salak değildir! Kimlerle hareket edeceğini gayet iyi bilir…
Geçtiğimiz hafta İran hükümeti tarafından sıkı denetimde olduğunu bildiğimiz İran televizyonu, Türkler’i (bizi) ağır hakarete maruz bırakan bir programı pişkincesine yayınladı. Programda bizim dişlerimizi tuvalet fırçasıyla temizlediğimiz ve bu yüzden ağzımızın da çok pis koktuğuna dair son derece ipe sapa gelmez, tam bir fars kurnazlığıyla, aşağılanıyor ve yine her zaman olduğu gibi taciz ediliyorduk. Bunun bir benzerini daha 2006 yılında biz Türklerin hamamböceğine benzetilerek neşredildiği karikatür krizi’nde yaşamıştık.
Hepimiz görüyor ve biliyoruz ki Güney Azerbaycanlı soydaşların kalkışmasında hamamböceği, tuvalet fırçası vb. türde hakaret ve tacizler olayın gerçek formal yapısına, oradaki soydaşların onlarca yıldır yaşıyor olduğu eziyet ve zulümlere ancak birer bahanedir.
Kaçar Türkleri İngiliz desteğiyle Pehlevi ailesinin 1925’teki işgâlinden sonra hep zulümlere sabretmek durumunda kaldılar. Bölgedeki 1000 yıllık Türk hâkimiyeti bu işgâlle bitiyor ve pan-iranist farslaştırma politikaları ekonomik olarak da uygulanıyordu. 1930-1940’lı yıllarda Türklerin yoğunluklu olarak yaşadıkları Güney Azerbaycan bölgesine devlet destekli sadece iki fabrika açılırken, Türklerin azınlıkta olduğu bölgelere; başta Tahran ve Rıza Han’ın doğum yeri olan Mazanderan gibi şehirlere yirmi fabrika açıldı. Böylelikle yoğunluklu Türk nüfusunun dağıtılması ve Türkler’in birliği dirliği parçalanırken ekonomik olarak da güçsüzleştirilmesi planlanmıştı. Ve faşistçe bir bastırma, boyun eğdirme politikası güdülüyordu. Öyle ki kamu hizmetlerinde valilik ve üst yönetim kadrolarına Türkler alınmıyor, yönetici kadrolardan def ediliyor, Türk dili konusunda da ağır baskılara ve tacizlere maruz kalınıyordu. Rıza Han dönemi Tebriz valisi Abdullah Mostofi Türkçe ağıt yakılmasına izin vermiyor, Tebriz milli eğitim müdürü Zogi, okullarda Türkçe konuşulmasını yasaklayarak yasağı ihlâl edenlere ağır cezai yaptırımlar uyguluyordu. Bilir misiniz bu korkak farslar’ın yüzlerce yıl Türk’e korkaklık vergisi verdiğini? Bilir misiniz, savaşmaktan korktuğu için Türk savaşçılarını öne sürerek kendi atıllığında Türk boyundurluğunda rahatça yaşayıp da kendisine Türkler tarafından yukarıda anlattığım gibi faşistçe saldırılar yapılmadan yüzyıllar boyu sadece popolarını büyütüp oturduklarını? Rahatça ve konforla…
Neyse sonuçta Türkiye’de yaşayan ve oradaki akrabalarımızla aynı tarihi, kültürü ve dili paylaşan Türkler olarak Güney Azerbaycan konusunda pek az şey bildiğimizi düşünmekteyim. Tıpkı Şu ana kadar gözlerimizi kapadığımız Irak Türkmenleri, Suriye Türkmenleri Doğu Türkistan Türkleri, Kırım Türkleri, Ahıska Türkleri ve dahası gibi.  Ön Asya’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da başımızı ne yana çevirsek Türk’e çarpmamıza karşın, sanki Türk’ün tek ülkesi Türkiye, tek dert de Türkiye Türkleri’nin derdiymiş gibi davranmaktan vazgeçmemizin zamanı geldi de geçiyor oysa…
Güney Azerbaycan Türkleri’ne ve o coğrafyaya baktığımızda tarihin bizler için karanlık sayfalarına da düşeriz tabii. Öyle ki o karanlık sayfalar adeta kara lekeler olarak durmakta. Şah İsmail – Yavuz Selim ve Timur – Yıldırım Bayazid… Yani gerçekte siyasal-ekonomik sebeplerin mezhep savaşına dönmesi ve Türk’ün Türk’ü kırması temalı trajedileri iyi biliriz.
Ama şu hale bakın ki bir sürü lehimize olan gerçeği bilmezken aleyhimize olan gerçekleri didik-didik biliyor, Türk’ü Türk’e kırdırma, düşman etme ve araya nifak sokma amaçlı olan,  dayatılma tarih bilgileriyle yoğrulup duruyoruz. Ancak ne var ki artık internet sayesinde günden güne küçülen dünyaya ve Türk gerçeğine dönüp baktığımızda sünni, alevi şii müslüman Türkler, Saka’da hristiyan Türkler, ateist Türkler, Orta Asya’da Şaman, Göktengrici Türkler ve musevi Hazar Türkleri’ni görürüz. Artık bizleri birleştiren ve aynı yöne bakmamızı gerektiren gerçekler, şartlar doğrultusunda değişmiştir. Din her ne kadar önemli bir birleştirici unsur olsa da kendi gerçeklerimize bu cepheden bakma retoriği değişmelidir.
Sonuçta Güney Azerbaycan Türkleri 9 Kasım 2015 tarihinde Tahran, Tebriz, Urmiye, Zencan Erdebil, Meşkin, Hoy, Sulduz, Merend, Mugan ve Marağa şehirlerinde haklı kalkışmalarını başlatmışlardır.
30 milyonu aşkın Türkü barındıran Güney Azerbaycan’da, soydaşlarımız onlarca yıldır gördükleri zulüm karşısında asla terörle gündeme gelmemişlerdir. Bu türden bir zararın tam aksine farsların yürüttüğü ekonomik anlamda çökertme ve fakirleştirme politikalarına karşın; onlar, ülke ekonomisinin çok önemli bir payını ayakta ve dinç tutan bir ekonomik enstruman rolü üstlenirler. Yukarıda saydığım şehirlerde gerçekleşen kalkışma mertçe ve TÜRK GİBİ bir kalkışmadır. Haklı bir davanın protestosudur. Kısıtlı bir biçimde bahsettiğim tarihi gerçeklerin yanında onların ayaklanma sebebini “Amerika’nın oyunu” ya da “batı öyle istedi de kalkıştılar” şeklindeki söylemlerle hafifleştirmeye ve yok saymaya kimsenin hakkı olmadığını düşünmekteyim. Orada yaşayan milyonları salak yerine koymaya kimsenin hakkı yoktur!
Ancak şu da bir gerçektir elbette en başta yazdığım gibi, haklı davaların kanaat önderleri çok olur!
Biz kendi davamıza sahip çıkmazsak ona sahip çıkar birileri.
Biliriz ki bizim de bölünmek gibi bir tehlikemiz vardır. Tıpkı Azerbaycan’ın 1828’te (Türkmençay antlaşmasıyla) Kuzey ve Güney olarak bölündüğü gibi.  Batı ve Rus menşeili söylem yumağının aklımızı esir almasına ve “Güney Azerbaycan bağımsızlığına kavuşuyorsa, ya da Kırım ya da Ahıska ya da Türkmeneli ya da Doğu Türkistan… O zaman şu kürtlere de bağımsızlık vermek durumunda kalırız ha!” türünde tarihi gerçeklerden sıyrılmış batıcı ve rusçu algılara gark olmayınız! Çünkü onların onlarca yıldır yapmaya uğraştıkları şey tarihimizi-kültürümüzü oğrulamak, algılarımıza hükmetmek, bizi bize kırdırmaktır!
Bizi topraklarımızı hırsızlamaya yönelik bir kürdistan palavrasıyla korkutup, kendi gerçeklerimizden uzaklaştırmaktalar. Gerek ülkemizin parçalanma planlarını, gerekse Güney Azerbaycan’daki bu kalkışmaya kimler tarafından kanaat önderliği yapıldığını asla gözden kaçırmamamız gerekiyor. Evet Türkler olarak tetikleniyoruz, açık yaralarımıza kurtlarını bırakmak isteyen hain camış sinekleriyle çevrilidir etrafımız. Ancak bu durum 30 milyonu aşkın soydaşımızın haklı kalkışmasını görmezden gelmemize asla bahane olmayacaktır!
Ben bu Pazar, 15 Kasım 2015’te Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarıma desteğimi göstermek üzere İran Konsolosluğu önünde yer alacağım dostlar!
Sağlıkla,
Jale Altunel / edebiyatgazetesi

2 Kasım 2015 Pazartesi

kariyer-sarıyer dolmuş hattı


hatta kraliçe arı!
işçiyi kovandan kovan
bal damlıyor kovandan
hatta kalın! trafik yoğun
amansız yürürlük.
zamansız ölüm.

"kariyer-sarıyer dolmuş hattı"
j.ak,
31.Ekim.2015

27 Ekim 2015 Salı

açık yara

Ne zaman bu kadar yara aldı
Gündelik harflerimiz?
Daha iyi algılanır olmuş
Başka dilden, izledikleriniz.
Açık yaramıza konarken şimdi
Kan sinekleriniz,
Oluk oluk Fırattır
Dinmeyen şehitlerimiz.

Urmu gibi kurutulmak istenirken
Gözlerimiz,
İrin olmuş akar mikroplu yaradan
Mezhepleriniz
Kendi bedenini yerken idealleriniz
Tecavüze uğruyor bütün değerlerimiz!

“açık yara”
j.ak

26.Ekim.2015


22 Ekim 2015 Perşembe

BİZ KAZANACAĞIZ!

Sevgiyle atılmış imzan kaldı şimdi kitabımda.
Kocaman bir yürekle yazılmış inanç dolu
O güçlü nida;
 “Biz kazanacağız!”
Ve üstelik
O diri, o gencecik bakışlarınla,
Kulağıma tekrarladın;
“Şairim biz kazanacağız korkma!”

Sırtına bindi kimileri hep
Bu aziz vatanın!
Kimileri bindi sırtına hatta
Bizim olan davanın!
Kimileri etkiledi, kimileri tekmeledi
Hızını alamayıp,Türk’lüğümüze lâf etti!
Ev yanarken cayır-cayır, duvar rengini seçti.

Sen yazdın hep yılmadan
Anlattın olanları korkmadan
Mürekkebinde memleket sorusu,
Yüzünde Mustafa Kemal kokusu
O narin omuzlarında koskoca bir vatan.
Üstün tuttun davayı, ölümcül bir hastalıktan!
O gün orada anladım ki, tanışıyorduk biz çoktan
O gün orada anladım ki,
Gözyaşımız aynı tuzdan…

FİGEN ÖZEN için,
“Biz Kazanacağız!”
j.ak
22.Ekim.2015






anlak

Satır aralarına serptiğimiz aforizmalar vardı,
Ki onlar kitaplara ve kimi zaman hayata
Sığmayanlardı.
"anlak"
j.ak
22.Ekim.2015





13 Ekim 2015 Salı

İKİLİ PERDELEME

Bu yıl yapılan genel seçimlere dönelim.

Pkk uzantısı hdp elbirliğiye meclise sokuldu. Bu durum kaosu tırmandırmaya yönelik atılmış ilk adımdı. Çünkü partiler arası koalisyona yönelik ver-kaçlar ve katır cilveleri hiçbir sonuç vermeyecekti zaten. Erken seçim ihtimali cepteydi yani. Neden? Çünkü hdp erken seçime kadar geçen zamanda kulakların alışacağı ve meşrulaşacağı bir süreci, mağduriyetle bezenmiş bir biçimde yaşamalıydı.

Geçtiğimiz yaz, Haziran’dan bu yana yaşanan tiyatro hem buna hizmet ediyordu, hem de Suriye’de “yaşanacaklar” konusunda Türkiye’de bu “dört kafadarın” oluşturduğu hükümet boşluğundan doğan durgunluk, küresel çeteye altın bir tepside ikram ediliyordu…

Rusya'nın hava ihlaline nato'dan cevap gelmiş. Müttefiki Türkiye'yi "korumak" için gerekirse Türkiye'nin güneyine asker yollayabilirmiş. Zurnanın zırt dediği yerdeyiz şimdi.

Bugünkü patlama, Suruç’un ikinci ayağıydı. Tırnak arası sol dedik, sözde sol dedik, toprak ağalarından solcu olur mu dedik, tüm dünyada aynı solun adım-adım oluşturulduğundan bahsettik, ama kendimiz söyleyip kendimiz dinledik ne yazık ki. Bir de baktık bizim sol; kâh, sponsorların milyon dolarlık rock şenliklerinde, kâh sermayeyle kol-kola girmiş halay çekmekte, kâh bir sarı sendikanın ardına takılmış sendikacılık oynamalarda 1 Mayıs’larda… Öyle romantik bir meze oldu ki sol, gidip Gezi Park’taki ağaçlardan ve kuşlardan dinleyebilirsiniz, o derece… Ama ne var ki işte bu romantizm genç insanlara hitap ediyor. Yeni yüzyılın emotional (emo, duygusal) genci tüm dünyanın yükselen tirendi romantik sol’u çok sevdi!

Bugün de tıpkı Suruç’ta ve Diyarbakır’da olduğu gibi romantik gençler bombaların önüne sürüldüler ve kurban edildiler. Milliyetçiliğe (ama güya her tür milliyetçiliğe) karşı çıkanlardı ölenler ve onlar için “milli yas” ilân edildi.

Nato, sınırda ve içerde tırmandırılan kan çanağından yudumlamak üzere “barış gücü” adı altında Türkiye’ye girme hazırlığındadır sözün özü. Bölünmenin başka bir şekilde olamayacağını en iyi bilenler kendileridir zira.

Ve konu Doğu ve Güneydoğu konusu değil, Türkiye’nin tamamıdır. İçerde ve dışarda ola-gelen kaynamanın nedeni budur.

Işid’den “komünistlerin” ölümüne sevinç çığlıkları gelmiş hemen. İşte yine rövanşizm bulamacı “insaniyet” ekseninden servis ediliyor ve bilinçaltımızla dalga geçiliyor. O yana bakıyoruz solla alakaları yok, bu yana bakıyoruz islâmla alakaları yok. Adıyla alakası olmayan oluşumlar dünyası artık bu dünya.

Barış mitingi adı altında yapılacak olan gösteri yürüyüşü izinli bir yürüyüştü ve günler öncesinden biliniyordu öyle değil mi? Peki en ufak bir mitingde bile miting alanına neredeyse kırk takla atarak en az 3 kez arandıktan sonra girilebiliyorken, neden bu kez hiç arama yapılmamıştır? Güvenlik sanki göz göre-göre es geçilmiştir. Kim geçmiştir peki? Elbette hükümetin sorumluluğundadır bu iş. Hadi diyelim ki hükümet bu en kritik ve önemli konuyu es geçmiş, yok saymış. Peki o gençleri oraya taşıyan stk’lar, disk kesk gibi kurumların lider kadroları ne halt ediyorlarmış? Hiç mi sorgulamadılar böyle önemli bir konuyu? Hele de çok yakın tarihlerde Diyarbakır ve Suruç gibi hadiseler yaşanmışken? O insanları o güvenliksiz ortama nasıl bir vurdumduymazlıkla sokabiliyorlar? Bu liderlerin de tıpkı oraya “barış” nidalarıyla giden dürüh gibi hdp sempatizanı oldukları artık bilinen bir gerçektir. Neydi onların bu denli “boş bulunmalarının” nedeni acaba?

Kutuplar yaratılıyor en zalim şekliyle.

Ama en tepede maalesef kutup mutup yoktur! Bu basit ilüzyonu göremeyen çırpınmaya devam eder. O yaptı! Hayır beriki yaptı! Hayır şu yaptı!..

Hem hiç biri, hem de hepsi.

Durum hiç de karmaşık değil. O yakalamış, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu da yemiş işte…

Bugünü ve bugüne kadar olanları, salt pkk ve hdp ekseninde okumaktan çok, daha geniş bir açıdan değerlendirmeliyiz.

Hedef Türkiye’dir ve “meclis” son 13 yıldır akp önderliğinde kimlerin çanağına su taşıyorsa alayının ortak prodüksüyonunu izlemekteyiz.

Takım sporlarını izleyenler iyi bilir, savunmayı savunmak perdeleme (screen)olarak adlanır.  Bir de bunun savunmayı hücum hattından iki kişinin yaptığı durumlar vardır. Buna da ikili perdeleme (double screen) denir… Hızlı ve ezberlenmiş bir şekilde yapılırsa savunma hattını dağıtabilir. Bu yüzden Atamız hattı değil, alanı savunmuştur. Ki o alan tüm vatan demiştir.

Alan savunmasına çekiliyoruz dostlar. Vaziyet-i ahvalin tercümesi budur kısaca!

Sağlıkla,
Jale ALTUNELL