23 Aralık 2018 Pazar

açtılar

kusurlu sayıldı
bol küsürlü insanlık
iyiliği yetmedi
baldırı çıplak fukaralığın
ve belki bir anlamı vardı
sözcüklere bile tutsaklığın.

açtılar...

tüm sırlarını açtılar
tüm surlarını açtılar
ve
kusurlarını.

yeğledik sırf bu yüzden
tok bilgilere
üç kuruşluk küsürlü cehaletleri.

fahişeler dostum,
sırf bu yüzden
samimi geldiler hatta
gözüme.
o derme çatma
ve boşvermiş emekleriyle.

"açtılar"
j.ak
23. Aralık. 2018


21 Aralık 2018 Cuma

BİR İÇERİ ŞEHİR HİKÂYESİ

Akşamüzeri mi yoksa sabahın ilk saatleri mi bu alacakaranlık? Küçük bir odada tek kişilik bu yatakta, sırtındaki tüm kemikler sızlıyordu. “Hava ne kadar da soğuk. Nem olmasa soğuğu bu kadar fazla hissetmezdim.” Diye mırıldandı yataktan doğrulmaya çalışırken. Ezan sesiyle irkildi. İrkilme sebebi ezanın hoparlörden değil, yalın bir insan sesinden duyulmasıydı. Ezanın makamına kulak verdi ki akşam ezanı mı sabah ezanı mı olduğunu anlayabilsin. Ama ezan kulağının alışık olduğu bir makamda değildi.

Sıcacık yataktan gönülsüz bir şekilde kalktı, küçük odadaki yekpare pencerenin sımsıkı örtülmüş perdesini araladı. Daracık ve hafif meyilli bir kıvrımla aşağı doğru küçük bir dere gibi inen sokağın köşesinde, ikinci kat yüksekliğinde bir yerde olduğunu tahmin etti. Sokak öylesine dardı ki karşısındaki binalara neredeyse eliyle dokunabileceğini sandı. Tanımıyordu burayı. Buraya nasıl geldiğini ve nasıl uyuduğunu hiç bilmiyor, anımsayamıyordu. Ağzında acı bir pasla odadaki eşyaları inceledi. Pencerenin yanındaki yatağı, dikdörtgen odanın kapısına doğru sol tarafta duruyordu. Kapının sağ yanındaki tekli gardırop üçüncü sınıf otellerde görülen koyu ahşap, iç tarafları ince nişli, masifleriyse bin dokuz yüz yetmişli yılların modern çizgilerine sahipti. Yerler mozaik taştı ve yatağın baş tarafından kapıya kadar uzanan, üzerinde Kars motifleri bulunan mavisi ve kırmızısı bol bir kilimle örtülüydü. Kapının sol yanında bir lavabo, yatağın pencereye doğru başucundaysa bir komodin vardı.

Yatağın altından ucu çıkmış bir bavula ilişti gözü. Bavulu tanımıştı, onundu. Üzerindekilere baktı dikkatle, altındaki pijamamsı eşofmanı çekiştirdi baldır kısmından, aynı şekilde üstündeki kalın penyenin yakasını yenlerini çekeledi, kaşlarını kaldırarak dudağını sarkıttı ve “ne alaka, nasıl geldim buraya yahu?” dedi. Uyku sersemliği geçmeye başlamıştı ve pencereden kapının sol yanındaki lavaboya doğru seğirtti, yüzünü yıkamak, ağzındaki paslı kuruluğu çalkalamak için musluğu açtı. Su cılız da olsa akıyordu. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı ağzını çalkalarken suyun lezzetini fark etti. İstanbul’da neredeyse kırk yıldır unuttuğu bir durumdu musluktan akan suyun adeta içilebilir bir lezzette olması. Bu cılız suyu iştahla içmeye başladı musluktan. Bavuluna yöneldi, fermuarını açtı. İçinde eşyalarını gördü ve sevindi. Üstelik bir yüz havlusu, temiz birkaç çift iç çamaşırı, saç fırçası, makyaj malzemelerini koyduğu çantası bile vardı. Üzerini değiştirdi. Lavabonun üzerindeki küçük aynada derme çatma ve aceleyle makyajını yaptı.

Dışarı çıkarken bavulunu alıp almamakta tereddüt ettiyse de, almamaya karar verdi. Üzerine siyah bir pantolon ve siyah boğazlı bir kazak giymişti. Gardırobun içinde deri ceketini ve botlarını buldu. En son onları da giyip odadan çıktı. Kapının iç tarafında anahtar vardı. Anahtarı yanına aldı, kapıyı kilitlemeye gerek görmedi. Kapı çıkışında sola doğru bir koridordan geçti. Koridorun sonunda aşağı doğru inen dar ve içe doğru yuvarlak bir merdiven vardı. Merdivenin ahşap tırabzanına sıkıca tutunarak indi. Tek bir merdivendi bu ve inmekle bitmiyordu. Koridordaki ışık bir süre sonra merdiven boşluğunu aydınlatmayacak hale geldi ki, alt katta gün ışığının huzmeleri saçlarını ve yüzünü okşadı adeta, zamanı ayırt edebilmişti nihayet. Sabahtı ve alacakaranlık yerini aydınlığa bırakıyordu. Sabahın ilk ışıklarında buranın küçücük, on beş yirmi yataklı bir butik otel olduğunu anladı. Lobide kimse yoktu. Pencereden gördüğü dar sokağı giriş kapısından da görünce kendini çocuksu bir coşkuyla sokağa attı.

Kaybolmamak için her yere nirengi gözüyle bakıyordu. Dere gibi aşağıya doğru bükülerek inen bu dar sokağı arşınlamaya başladı. Rüzgâr bu küçük sokakların arasında bile kapı ve camların pervazlarında ıslıklar çalıyor, saçlarını kırbaç gibi savuruyordu. Sokak bitmiş ve yol iki yana doğru ayrılmıştı ki, sol taraftaki sokağın, yukarıya ve aşağıya doğru uzanan surlarla kesildiğini fark etti. Surların içinde bir yerdi burası.

Tam surların olduğu yöne doğru gidecekken sağ taraftan bir piyano sesi duydu. İçinde tarifsiz bir heyecan oluştu. Nasıl ve ne şekilde geldiğini bilmediği, hiç tanımadığı bu yerde, işitmiş olduğu bu ses içini öylesine ısıtmış öylesine sarmalamıştı ki, kendini güvende hissetti. Sesin nereden geldiğini bulmalıydı. Sağ tarafa ayrılan yol önce düz sonra tatlı bir meyille kıvrılıyor ve sokağın dar olması nedeniyle geri kalan yönü anlaşılamıyordu. Sesin geldiği yöne hızlı adımlarla yürürken sabahın ilk ışıklarında nihayet karşı taraftan kendisine doğru yaklaşan orta yaşlı bir adam görerek bir şeyler sorabilecek olmanın rahatlığıyla adamın yolunu kesercesine önüne atıldı, “Buralarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı?” Adam gülümseyerek, “Hə, bu küçənin axırına in təzə kutab bişirərlər orda” dedi.

Şaşkınlıktan adama teşekkür bile etmeden sadece başını yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak, yüzüne asılı aptal bir gülümsemeyle koşmaya başladı. Azerbaycan’daydı. Piyano sesinin çok yakınına gelmişti. Hatta piyano sesinin yanında gülüşmeler konuşmalar da duyulmaya başlamıştı. Ne yöne gittiği yukarıda anlaşılmayan sokak tekrar sağa kıvrılmış ve yolun sağ tarafında da kapısı ardına kadar açık bir ev gördü. Piyano sesinin bu evden geldiği aşikârdı artık.

İçeri dalarken en ufak bir tedirginlik duymadı Çolpan. Girdiği yer evin avlusuydu ve piyano sesine karışmış insan sesleri tüm avluyu kaplamış, ipek bir örtü gibi sarmıştı bu dar sokaklı minyatür şehri.

Avluyu çepeçevre saran kare yapının birinci katında tırabzanlara tutunarak belinden aşağıya düşecekmiş gibi sarkan güzelce bir kadın kahkaha atarak el salladı Çolpan’a. “Həəyyy gəl bura, gəl sənallah!” İşaret parmağıyla avlunun sağından yukarı çıkan merdiveni gösteriyordu. Çolpan merdivenleri hızlı bir şekilde çıkarak kadının yanına geldi. Kadın genç ve güzeldi. Su yeşili kaşe eteğinin üzerinde etek boyunda nar çiçeği renkte bir tunik, içinde beyaz boğazlı bir kazak, kazağın üzerinde de altın renginde iri halkalı ucu etek bitimine kadar sallanan kalın metal bir kemer vardı. Saçları geriye doğru krepeli, omuzlarına doğru dökülüyor, yumuşak kumral rengi, zarif bir kıvrımla narçiçeği tuniğinin üzerine düşüyordu. Çolpan’ın hızlı adımlarla yanına gelişine sabırsızlanıp, tutunduğu tırabzandan öne doğru güç alarak koştu ve Çolpan’ın ellerini tuttu “Gəl əzizim içəri gədək” diyerek Çolpan’ın tek bir söz söylemesine soru sormasına bile meydan vermeden çekiştirerek onu evin geniş holüne soktu.

İçeride akşamdan kalma bir partileme hali vardı. Dört erkek üç kadından oluşan bu grup, piyano eşliğindeki tatlı sohbetlerini adeta bitirmek istemiyor, son birer kadeh daha kırmızı şarap içmek için Çolpan’ın gelişini bahane ediyorlardı. Çolpan orada kendini yıllardır tanış olduğu insanlar arasındaymış gibi rahat, konforlu ve samimi hissediyordu. Gözü odanın sol tarafında kenarı duvara yaslanmış piyanoda ve kendisine arkası dönük olarak piyano çalan adamdaydı. Adam Çolpan için kopan patırtıyla çalmayı durdurup piyanosunun başından kalktı. Döndü ve Çolpan’a doğru yaklaştı, “Nəcesən aycan, bizi xoşbəht əledin, xoşgelmişsin” dedi. Çolpan, kalın aşağı doğru uzanmış bıyıklı, geniş favorili kemerli burunlu beyaz tenli ve anlamlı bakışları olan bu adamın elini sıkarken bir elini de onun omzuna koymuştu. Adam da aynı şekilde sol elini Çolpan’ın omuzuna koydu ve “Sizə təzə yazdığım mahnımı icra ətmək istəyirəm Xanım” dedi. Çolpan atıldı, “Adı? Adı ne acaba?” Adam hiç düşünmeden cevapladı “MART”...

Çolpan ona ikram edilen bir kadeh şarapla beraber, masanın üzerinde akşamdan kalma atıştırmalıklardan yemeye koyulmuştu ki orada duran gazeteye ilişti birden gözü. Gazete kril harfleriyle yazılmıştı ve üzerindeki tarih 1977’ydi. Derhal piyanosunun başına, yeni bestesini çalmak üzere oturan adamın yanına giderek, “Doğru mu bu gazete? 1977 yılında mıyız? Sizin adınız ne?”diye sordu. Adam kalender bir kahkaha patlattı, “Nolsun ki sən hansı ildə olalım istəyirsən? Biz hər vaxtta olarık. Mənim adım Vaqıf” dedi ve bestesini çalmaya koyuldu...

Çolpan telefonuna alarm zili olarak yüklediği Vaqıf Mustafazade’nin Mart adlı bestesiyle tatlı uykusundan uyanmıştı. Rüya mıydı gerçek miydi tüm bunlar? Yatağından kalkıp perdeyi araladı, sokağa baktı. İstanbul İdealtepe’deki evindeydi. Göğe bakarak gülümsedi ve gözlerini kapadı. Tek bildiği şuydu ki; Vaqıf Mustafazade yaşıyordu...

Işıklar içinde uyu Vaqıf. 
JALE ALTUNEL 
Nartugan/2018

bizim dansımız

aşk emekçisiydi
renklerin dansı bir ara
tekmeler atıldı birden
ayaklarına
coşkuyu parçaladı emekçi, 
o acıyla
ve çocukça bir ludist edasıyla.

sarı sendikanın
ara bulucusu gibiydiniz
aşk karargâhında.
şuursuz, esrimiş, etobur.
patronla hemen ortak olur,
renksiz bir dans satın alır,
satardınız sonra
beş misli fiyata.

bilir misiniz?
aşk emekçisidir
renklerin dansı hâlâ
kâh selâmını alır Şehriyar’ın
Haydarbaba’dan
kâh bavulunu taşır bir göçmenin
Orta Asya’dan.

acıya dayanıklıdır dostum
renklerimiz
ne eğilmekten anlar
ne bükülmekten, sözlerimiz.
kızıla döndüğünde
gönül dağında gök kubbemiz,
turkuaz türküler yakacağız
aşktır mürekkebimiz.

“bizim dansımız”
j.ak
19. Aralık. 2018

7 Aralık 2018 Cuma

göçmen kış


söz yorgunluğunda uzun gece
soğuk,
histeri nöbetinde
gözkapakları tahammülsüz
ve son falsoyu verip
son sözlere,
kornerden gol edasıyla
yolladık gözden kulağa sanki,
küpe niyetine.

davasından habersiz
bir göçmen işçi
şu yağmur.
getirdi tarlalara yollara, bağlara
koskoca bir bozkır
ve söz yorgunluğunda bu ara
haklı bir dava.

davasından habersiz
bir haklılık,
gönül dağında birikmiş kar.
bıraksan,
memleketin en güzel havzalarına
damarlarından dolar
ama
öyle yüksek haykırdınız ki
çığa döndü hak
ve altında kaldı söz.

“göçmen kış”
j.ak
7.Aralık.2018


1 Aralık 2018 Cumartesi

MEMLEKET






                                                                                                      "Memleket"

                                                                                                   JALE ALTUNEL
                                                                                                     30 Kasım 2018

24 Kasım 2018 Cumartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Bakımlı mı bakımlı bir esmer güzeliydi benim ana yarım. Sevgili Gülümser Hanım. Sabun kokan bir teni ve minik esmer ellerinde nar çiçeği ojeleri... Atatürk ve kırmızı beyaz kedi merdivenleri. Milli Bayramlarımız'da tören yürüyüşleri... Dostu Tulpar olsun ilkokul öğretmenimin.

Babam sık sık seferdeydi orta okula geçtiğimde ben. Baba yarılarım oldu o kere. Hüseyin Bey fen ve tabiat bilgisi öğretmenim. Bir gün şöyle bağırdı tüm sınıfın önünde; Filiz Sonay, Jale Ak... Yine ne yapmıştık da bizi tahtaya çağırıyor diye, korka korka çıktık Filiz'le kara tahtaya. Orta bir ve ilk dönemin sonları. "Basketbola ne dersiniz?" diye sordu sırık Filiz'e ve bana. Aynı boyda iki kızdık o sınıfta... Sevinçten gözlerimiz parladı. "Yapabilir miyiz ki" diye sordum. Öğreteceğim dedi. Öğreteceğim... Koltuğunun altına Cumhuriyet Gazetesi'ni sıkıştırarak gelen İngilizce Öğretmenimiz Ali Bey... Şiveli ama tertemiz Türkçesi'yle Mehmet Bey de asla unutamadıklarım arasında.

Derken liseye geçtim. Artık bir basketbolcuydum aynı zamanda. Öğrenmiştim. Öğretmişti yetiştirmişti beni Hüseyin Bey. Memleketin en güzel lisesiydi benim lisem. Herkesinki öyledir zaten de, benimkisi başkaydı. Hele benim öğretmenlerim, bambaşka. Evinin bahçesinde ağırlayan Edebiyat Öğretmenimiz Gülsüm Hanım'dan mı bahsetsem, bana sanat tarihini sevdiren Gönül Hanım'dan mı, yoksa milli bayramlarda giydiği kırmızı beyaz tayyörleriyle sırf ona mahcup olmamak için ders notunu sekizlere dokuzlara çıkarttığım tarih öğretmenim Kâmuran Hanım'dan mı?

Tekin Bey Beden Eğitimi öğretmenimizdi. "Gel bakalım gel AK" dedi. Bedri Bey'e gözüyle beni işaret ederek "Ağabeyinden yeni kurtulduk şimdi de kardeşi geldi" dedi. Bıyık altından gülüyordu:
- "Nereyi kazandı Ağabeyin?"
- "Hava Harp Okulu'nu hocam." 
- "Sen nereyi istiyorsun bakalım?"

Onun beden eğitimi öğretmeni olduğundan ve Gölcük Barbaros Hayrettin Lisesi'nin de bir basketbol takımının varlığından haberim vardı. Hemen atladım:
- "Ben basketbolcu olacağım Hocam!" Kahkaha attı.
- "Bedri bak basketbolcu olacakmış. Olur mu bundan basketbolcu?" Bedri Bey bana baktı, gülüştüler... Tekin Erdem oturduğu masasından ayağa kalkarak yanıma geldi elini omzuma attı. Okul takımı seçmeleri olacağını ve sonra da antrenmanların başlayacağını söyledi...

Ne mi oldum? Sporcu tabii. Spor Akademisi'ne hazırladı beni Tekin Erdem Öğretmenim. Vefat etti baba yarım...

***

Ne çok şey öğrettiler ÖĞRETMENLERİMİZ...
Özveriliydiler. İğneyle kuyu kazmanın ne demek olduğunu ben de bir beden eğitimi öğretmeni olunca anlamıştım. Ne kadar da zordu birine bir şeyler öğretmek. Ne büyük bir emek, ne büyük bir çabaydı.


Kiminden mert olmayı öğrendim, kiminden dostluğu, kiminden mücadele etmeyi, kiminden dürüstlüğü. Yani demem o ki, derslerin dışında bana ne çok şey kattıklarını anlatmakla bitiremem. Şanslı mıydım ne?

Bütün öğretmenlerimin ellerinden öpüyorum. 
Başta BAŞ ÖĞRETMEN ATAMIZ olmak üzere, naçiz bedenleri O'nun gibi toprak olmuş öğretmenlerime ve eğitip öğretmekten başka derdi olmadığı halde öldürülmüş olan şehit öğretmenlerimize de Tanrı'dan rahmet diliyorum...


ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN.



Jale ALTUNEL 
24. KASIM. 2018

9 Kasım 2018 Cuma

"AZƏRBAYCAN QIZLARI GÖYLƏRİN ULDUZLARI" HAYDİ TÜRK KADINI STADA!

Bu slogan 9 Kasım 2018'de yani bugün Tebriz'de oynanacak olan TRAXTOR adlı Türk takımının maçına giden Traxtor taraftarı gençler tarafından maçın 25. dakikasında seslendirilecek.

İran molla rejiminde bu yıl kadınların stada girmesi konusu geçtiğimiz Haziran'da gündeme gelmişti. Ve molla rejiminin kadınlara getirdiği bu yasaklı durum Dünya Kupası'nda delinmişti. Bu Fars kadınlarının "başarısı" olarak molla rejiminin tarihine geçmiş olsa bile, şimdi İran İslâm Cumhuriyeti Güney Azerbaycanlı Türk Kadınları'nın Traxtor maçlarına girmesine engeller çıkartmaktadır.

Az önce aldığım bir habere göre, Türk Kadını stad yakınına bile yanaştırılmıyormuş.

Oysa Dünya kupasında Azadi Stadyumunda İspanya Maçını dev ekrandan izlemek üzere gelmiş binlerce kişi arasında pek çok Fars kadın vardı... Beş kadın erkek kılığına girerek stada girmeyi başarmıştı. Sonra izin çıktı. Derken o izin "altyapı problemleri" nedeniyle iptal edildi ve bu gelişme üzerine protestolar ve sloganlar arasında bir oturma eylemi başladı. Protestonun videoları sosyal medyada kısa sürede yayıldı ve #Azadi_iptalietiketiyle kısa sürede 2 bine yakın paylaşım yapıldı. İran İçişleri Bakanı Abdurrıza Rahmani Fazli'nin özel talimatı sonrası maçın başlama vuruşundan bir saat önce kadın taraftarların stadyuma girişine izin çıktı. (BBC News 21Haziran.2018)

TÜRK KADINI - FARS KADINI AYRIMCILIĞI

İran'daki Güney Azerbaycan Türkleri her konuda olduğu gibi kadın konusunda da ayrımcılığa maruz kalıyor. Ve bence KADIN konusu bir İslâm Cumhuriyeti olan İran'da en sıkı tutulması gereken "iş"lerin başında gelmekte.

* Çünkü irticai bir karşı-devrimin amacı sakatlanmış bir toplum yaratmaktır.
* Bir toplumu sakatlamanın en güzel yolu tek kanadını kopartmaktır.
* Kadınlar olmadan sadece erkeklerden oluşan bir güruh, değil Millet, bir topluluk olmaktan bile çok çok uzak kalacaktır!


FAKİRE DİN, ZENGİNE "LİBERTE"

Güney Azerbaycan'daki Türkler'in İran Molla rejimine geçişte nasıl bir tarihsel sürece gark olduğu ve yoksullaştırıldığını net olarak biliyoruz.

İran'da Türk nüfusun yoğunluklu olarak yaşadığı Güney Azerbaycan bölgesine on yıllardır ne bir fabrika yapılmıştır, ne de bölgenin gelişimine katkı sağlayacak bir alt yapı hizmeti. Türk'e ait olan bölgede halk, yoksul ve yalnız bırakılma politikalarıyla "kaderine" bırakılmış ve git gide yozlaştırılmış, cahil bırakılmış ve yobazlaştırılmıştır. Fakirlik cahilliği, cehalet yobazlığı tetiklemiştir ki biz buna Türkiye'den de gayet net bir şekilde aşinâyız.

İran'ın zenginlikleri Farslar'ın yoğunluklu olarak yaşadığı şehirlerdedir sözün kısası. Zengin ve nispeten daha eğitimli halk da doğal olarak Farslar'dır İran'da. Zengin Fars Kadınları'nın baş örtülerini saçlarının yarısından çoğu gözükecek şekilde bağlamalarına da son yıllarda hiç ses çıkarılmadığı gelen haberler arasındadır. Yani zenginseniz İran'da hiç bir eli sopalı polisin engeline takılmıyorsunuz. Gerekirse bastırıyorsunuz ceza parasını ya da rüşveti, basıp geçiyorsunuz...

Şimdi bu durumda sınıfsal olarak fakir bir konumda yaşamaya terk edilmiş Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarımızın TRAXTOR maçında yapacakları bu çıkışı ve bu sloganı son derece önemli bulduğumu söylemeliyim.
İran Molla Rejimi'nin bu çifte standartlı yasağı soydaşlarımız tarafından delinirse, bunun devamında bir TÜRK DEVRİMİ kaçınılmazdır.

YANINIZDAYIZ SOYDAŞLAR! BU KONUDA SONUNA KADAR YANINIZDAYIZ! HAYDİ TÜRK KADINI STADA!


Jale ALTUNEL 
9 Kasım. 2018



2 Kasım 2018 Cuma

EMPERYALİZMİN KOLLUK KUVVETLERİ, BEDEL: "YA PARANI YA CANINI!"

Arap Baharı'ndan ve Suriye'ye sıçradığı olgunlaştırma çabalarından beri, bildiğiniz gibi bir 3. Paylaşım Savaşı defakto olarak Ön Asya'yı sarmış durumdadır.

Sahipler ve Kanaat Önderleri 5 (Savaş) adlı 2015'te yazdığım yazımda, savaşın ekonomi-politiğinden ve taşeron terör örgütleri kullanılarak yürütüldüğünden bahsetmiştim. (http://jalealtunel.blogspot.com/…/sahipler-ve-kanaat-onderl… )...

Gelişen ve iyice olgunlaşan durumda Amerika ve Rusya'nın bölgedeki ROK hamlesi her ne kadar dikkatlerden kaçmasa da günübirlik değişim gösteren oligarkların gizli anlaşmaları ve aynı tröstlerin paylaşılacak olan coğrafyalardaki yatırımları gün be gün hesapların değişime uğramasına çanak tutuyor. 1. Paylaşım Savaşı'nda emperyalist ülkelerin aralarında oluşan çelişki, artık uluslararası şirketlerle, o yatırımların bulundukları ve amortisörü olan, bir nevi imza merciindeki devletler arasında oluşmaktadır. 1980 sonrası tüm dünyada gerçekleşen hızlı teknoloji ve neoliberal akımın günümüz paylaşımında emperyalist ülkeleri getirdiği çelişki işte böyle bir değişime uğramıştır.

Sözün bu kısmında size çocukluğumuzda dekman, yakartop ya da çift kale maç yaparken uyguladığımız bir takım kurma "adam seçme" ritüelini anımsatacağım:

"ALDIM VERDİM BEN SENİ YENDİM"

Maça başlamadan önce ayak adımlaması yapılır, kimin ayağı diğerinin üzerine çıkarsa en iyi oynayan adamı ilk o seçerdi.

Savaş dünya üzerindeki en stratejik "oyun"dur.

Bizim gibi gırtlağa kadar borç batağına saplanmış,
Tüm savaş mühimmatını ve silahlarını aldığı ülke/ülkeler belli olan,
Kuzey Atlantik Paktı üyesi (sözde müttefik ama hedefteki ülkelerden biri),
Ülkesinde 15 Amerikan üssü barındıran,(https://burakeklik.wordpress.com/…/turkiyede-kac-tane-abd-…/)
herhangi bir tayakkuz durumunda tarımı bitirildiği için açlığa terk edilebilecek durumdaki bir ülkenin, bu stratejik oyundaki tek çaresi yukarıda bahsettiğim çelişkilerden faydalanmak olacaktır.


Yani 1. Dünya Savaşı'nda ülkeler arası çelişkileri çatır çatır kullanabilmiş ve emperyalizme kafa tutabilmiş Türk Milleti'nin şimdi de uluslararası şirketlerle devletler arasındaki çelişkileri saptaması ve kullanması gerekecek.

Zirveler bitmiyor farkındaysanız. Almanya Fransa Rusya geliyor, İran çağırılmıyor, Bolton Ermenistan'a gidiyor, Rusya'ya gidiyor, onlardan bazı isteklerde bulunuyor, Ermenistan Amerika'dan silah almıyor, Rusya Amerika ile uzun namlulu kısa namlulu pazarlığını kestirip atıyor ve Bolton'la bayağı bayağı sert bir restleşmeleri oluyor.

Bu arada tabii Amerika ve Rusya'nın ermenistan ve Azerbaycan üzerindeki ROK denemeleri de havada kalmış ve dondurulmuş olarak oradan bize bakıyor. Türkiye'nin Azerbaycan'la birlikte geçirdiği hava tatbikatlarını göz önüne alırsak askıdaki ROK'un yanından coğrafyaya tepeden bakma şansımız var.

TAP TANAP ve BAKI TİFLİS KARS DEMİRYOLU son derece stratejik ve önemli, güce nezaret odaklarıdır. Üç güçlü proje ve Dünya'nın bilmem kaçta kaçını doyurabilecek HARRAN ve GAP'ı da yanına koyunca, işte buna nezaret hatta sahiplik etmek isteyen iştahlı gözlerin odağındayızdır. Azerbaycan'daki Hazar Petrollerinden bahsetmeme gerek var mı acaba? Dünyanın en kaliteli petrol havzası sıralamasında üçüncü sıradadır. Tabii her iki ülke de hem Rus hem Amerikan şirketlerinin pek çok ortaklıklarına "mazhar" olmuşlardır bile, o "ayrı" mesele şimdilik.
Nerede kalmıştık? Havada asılı kalmıştık ve coğrafyaya tepeden bakıyorduk.
Emperyalistlerin mezhepsel kızıştırma oyununu sadece islâm âlemi üzerine oynadıklarını sanmıyorsunuzdur umarım. Zira son yıllarda Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan kriz ve Ukrayna'nın "katolik" Batı'dan aldığı arkayla 2004'te yaptığı turuncu devrim sonrası ortodoks Rusya'yla neler yaşadıklarını düşünün. Şimdi aynı Batı, ermenistan'da bir turuncu devrim yaptırdı ve Ön Asya'daki hesaplaşmada ermenistan'ı kullanabilmenin kapılarını açtı. Karabağ ise 27 yıldır ermenistan'ı elde tutmak için Rusya'nın önemli bir kozdur.

Yukarıda bahsettiğim stratejik projelerimiz, Batı'nın Orta Asya'ya tam olarak hakim olabilmesi için son derece önemli noktalardır. Tıpkı eski İpek Yolu'na nezaret gibi. Bu onun günümüz teknolojisine uyarlanmış modifiye olmuş halidir üstelik. Hem daha hızlı hem daha ucuz bir transporting.

Şimdi Amerika'nın doğal müttefiki Suudi Arabistan'dan ve Pakistan'dan da bahsetmek istiyorum. Suudi Arabistan, ülkesini ziyaret eden Pakistan'a 6 milyar dolar borç verdi ve bu borcun karşılığı olarak Yemen'de yürüttüğü savaşa asker yollamasını istedi. Bu on yıllardır Azerbaycan'dan sonra tek dost ülke olan Cive Pakistan ile aramızı açmak üzere oynanmış bir oyun olmakla kalmıyor, savaşta ayrı kutuplarda yer almamıza da bir ön çanak tutuyor. Tıpkı "aldım verdim ben seni yendim"deki gibi, şimdi terör taşeronlara emperyalist kutupların fakir taşeron devletleri de ekleniyor ve sahneye çıkarılıyor.

Kendileri yine savaşmayacaklar. Tıpkı koçu gibi kabadayı gibi fakir devletleri para karşılığı kiralayacaklar. 
Kiralanan bu fakir ülkelerde ise bedeli parayla değil, canıyla ödemek zorunda kalan fakir gençler et topu olarak kullanılacak ve ölecekler.

Ne için? Birileri bu coğrafyanın zenginliklerine iştah kabarttığı için.

Bu tabloya son olarak Türkmenistan'ı katmak istiyorum. Çünkü orada kıtlık türetilmiş durumdadır. Neden türetilmiş diyorum? Çünkü Türkmenistan gaz ve petrol zengini bir ülkedir. Aç falan kalacak bir ülke değil. Peki neden kıtlık var? Çünkü tekelci oligarklar, aracılarla anlaşmalı olarak türetiyorlar kıtlığı. Hedefleri ne diye sorarsanız, yönetimi değiştirmek kuvvetle muhtemel. Orada şimdinin aracıları pozisyonunda stokçuluk edenlerse sovyet zamanından kalma gizli burjuvanın uzantılarıdır. Bunların da çoğunluklu olarak ermenilerden oluştuğu bilgisini öğrendim. Batı kiminle ne oyun kuracağını çok iyi biliyor doğrusu. Türkmenistan'da ermeniler batı için iş başındadırlar tıpkı bir mikser gibi.

Durum da aktörler de 1. Paylaşım Savaşından pek farklı değildir. Sadece perde arkası ve ön saflar değişti. Kamplar şimdilik göstermelik de olsa aynı.


Jale ALTUNEL 
2 Kasım. 2018



1 Kasım 2018 Perşembe

Hazar'ın Ruhu

bütün sokaklarını arşınladım
başka dünyadaki şarkıların.
köşe başlarında solgun sololar,
sekizlik notalarında salıncaklar
ve allegroya döndü bir anda
sonbahar
kelepçelerinden kurtuluyordu
birer birer yapraklar.
ve firar ediyordu fışkırarak
Bakı’nın kara sevdalı aşkı
yer altı zindanlarından
şehvetli, bereketli, doğurgan.
üstelik,
bir kez bile halkını kucaklamadan
hatta sevdiğinin elini bile tutamadan
ilkin beylerin oluyordu ve oluyordu
durmadan.
belki de buydu kim bilir
Vaqıf Mustafazade’yi
Düşünce’ye daldıran.
düşün ki bu allegro hazan
ayırırken etle tırnağı bir taraftan,
Hazar ruhunu üflüyor şimdi
kıpkızıl bir kandan
ve kılıçsız kalkansız düellolardan.
deniz suyuyla temizlenmiş
etlerinden, sülükler
kıyıya çıkıyor yağlı kara ölüler
ellerinde külüngler
sılaya hasret, Güney’den.
Hazar’ın ruhu
İçeri Şehir’e çıkartma yapıyor
ve kapkara güneş gibi, ölü emekçiler.
hazandan geçiyor Hazar’ın kanı
ve kızıla boyuyor
kelepçelerinden kurtulan yaprakları
görüyor musun
Ey sevgili Bakı?
“Hazar’ın ruhu”
j.ak
1. Kasım (Noyabır). 2018




24 Ekim 2018 Çarşamba

GÜNDEME DÜŞEN "BOMBA" GİBİ AÇIKLAMALAR

1. Danıştay kararı - Bir sevindik bir sevindik nasıl oyalandık.
2. İktidarın hemen ardından gelen "Danıştay kararını kat'aa kabul etmezük" açıklaması.
3. Andımız'ı yazan Reşit Galip Bey hakkında adeta bir kümülüs bulutunu andıran sisler tozlar gübürler hatta çamurlar silsilesi.
4. Türkçülüğe laf çarpıtmalar. Efendim Herkes etnik kimliğiyle gurur duyabilirmiş ama oculuk buculuk edemezmiş.

Yahu dilimizde tüy bitti, Türk sadece bir etnisiteyi değil bir milletin adını ifade eder diye. Peki millet nedir? 
Ortak bir tarih, 
Ortak bir dil, 
Ortak bir din,
O millete dair arkeolojik buluntu kalıntı gerekliliği 
Ve bir vatan...
Bunlara sahipseniz bir milletiniz var demektir. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.

Bu vatan üzerindeki tüm azınlıklar kendi milliyetçiliklerini gidip kendi vatanlarında yapabilirler. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığından çıkar kendi vatanlarına gider, ülkelerinde gül gibi milliyetlerine sahip çıkabilirler. Bu azınlıklar 24 Temmuz 1923'te belirlenen azınlık politikasıyla "farklı dine mensup olan" yurttaşlar olarak tanzim edilmişlerdir. Bu unsurlar hepimizin bildiği üzere Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler'dir. Defalarca değiştirilmiş olmasına karşın azınlık yasasının bu ibaresi değiştirilememiş, bu yüzden 2009'da aleviliğin farklı bir din olduğu zırvalıkları bile gündeme getirilmiştir. Ne için mi? Eğer bu temayül kabul görmüş olsaydı memlekette ne kadar Kürt varsa hepsi "aleviyiz" diyeceklerdi.
Ama ben bunlardan bahsetmek istemiyorum.
Defalarca tartışılan bu konular memleketin üzerine bombardıman gibi yağmaya başlayınca aklıma nedense BİM A-101 ŞOK gibi marketlerde durmadan katlanan satış rakamları geliyor. Emekli maaşımın neredeyse yarı yarıya erimiş olduğu geliyor.
Aklıma nedense Kaşıkçı cinayetinin neden bizim ülkemizde işlendiği sorusu geliyor.
Nedense aklım başka başka yerlerde. Meselâ eski bir Beden Eğitimi Öğretmeni olarak aklıma, formasyon dersleri almaksızın alakalı alakasız herkesin derslere girebileceği ile ilgili yeni düzenleme geliyor.
İktidarın uluslararası boyutta Vahabi-Selefi oligarklarla, İhvancı Arap Baharı öncüsü olan burjuva arasındaki med-cezirlerine eklemlenmiş ekonomi politikası ve tabii ki ekonomimizin günden güne dibe inişine, en yukarıda madde madde saydıklarım yüzünden Tevfik Fikretin SİS tablosuna bakar gibi bakabilmekteyiz ancak. Çok dikkatle ve çok daha yakından bakmadıkça asla seçemiyoruz neler var o resimde...
Yukarıdaki maddeler de zaten sizleri/bizleri o resimden uzak tutmak için. Ne yalan söyleyeyim iktidarımız bu konuda son derece başarılı. Zaten iyi yaptıkları işleri de dile getirmemezlik etmedik şimdiye kadar. Hamd olsun.

Jale ALTUNEL 
24. Ekim. 2018


KARŞI DEVRİMCİ TEDİRGİNLİĞİ

Şamil Tayyar, bir televizyon programında şöyle diyor: "AKP bir karşıdevrim partisidir. Atatürkle sorunu yoktur."

Karşı devrim nedir? Devrim nedir? Siyasi terminolojiye vakıf herkes bu sözcüklerin tanımlarını bilir.

Bakın TDK'nın devrim tanımı şöyle: Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme. Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik.

Peki karşı devrimi nasıl tanımlamış TDK?:

Bir devrimi yıkmayı ve onun ürünlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen hareket.

Şamil Tayyar AKP'nin bir karşı devrim partisi olduğunu söylüyor. Sormak lazım kendisine "sizin bu karşı devrim hangi devrimi yıkmayı ve onu ortadan kaldırmayı hedefliyor?" diye.

Bu vatan ve Türk Milleti, Atatürk'ün yapmış olduğu büyük bir Türk Devrimi'ni yaşamıştır en son. Bizi Türk Milleti, bu vatanı da Türkiye yapan o şanlı devrimi yaşamıştır. O devrim ki hem şanlı, hem şöhretli ve hem de uğurlu - kademlidir.

Yedi düvele baş kaldırmış, ulusu hızlı bir biçimde daha gelişkin ülkelerin çağcıl gelişim hızına yetiştirmiş, imparatorluk döneminin ezilmiş, hor görülmüş ve beli bükülmüş biçare halkından, başı ve gövdesiyle dimdik durabilen, emperyalizme meydan okuyan bir Türk Milleti'ni yarattığı içindir o şanı şöhreti uğuru ve kademi...

İşte Şamil Tayyar'ın "yıkmayı ve ürünlerini ortadan kaldırmayı hedeflediği" devrim, ATATÜRK'ün yapmış olduğu o şanlı şerefli devrime karşıymış. Bunlar kendi sözleri.

Ama aklımızın tutulduğu nokta kendilerinin ATATÜRK'le bir sorunu olmadığı vurgusundadır.

Hem Atatürk'ün yaptığı devrimi yıkmaya, ürünlerini ortadan kaldırma hedefine yönelik çalışıp çabalayacaksınız, hem de Atatürk'le sorununuz olmayacak.

Yıllardır Türk'ün Atası'na ATATÜRK demediniz. Mustafa Kemal dediniz.
Yıllardır millet millet deyip, bir türlü Türk Milleti demediniz.
TC ibarelerini kurumlardan kaldırdınız.
Andımız'ı okullardan kaldırdınız.
Milli Bayramlarımız'ı kutlamamak için bir sürü bahaneler ürettiniz.
Adı ATATÜRK olan kültür merkezleri, cadde ve sokakların adlarını değiştirdiniz değiştiremediklerinizi yıktınız.
Atatürk resimlerini resmi kurumlardan kaldırmayı denediniz.
Atatürk'ün Türk kadınına verdiği hakları birer birer çöpe attınız.
Çocuklara ve gençlere verdiği değeri tırpanladınız.
Köylüye verdiği değeri değersizleştirdiniz.
Ağaca doğaya verdiği değeri yok ettiniz. 
Bu liste o kadar uzar, o kadar uzar ki sayfalar değil kitaplar gerek Atatürk'ün yaptığı devrimi yıkmaya, ürünlerini ortadan kaldırma hedefine yönelik tahribatınızı anlatmak için.


Atatürk'ün tüm yaptıklarıyla nasıl sorunlarınız olduğunu bizler zaten yaşayarak gördük.

Yıllardır gözümüze sokula sokula yapılmaya çalışılan bu KARŞI DEVRİM'i de zaten görüyor biliyor ve söylüyorduk.

Ama işin garibi şu ki, vatanın tüm kalelerini zaptettiğiniz halde, neden hâlâ daha ATATÜRKLE SORUNUMUZ YOK diyorsunuz? İşte buna anlam veremedim.

Sayın Şamil Tayyar, yoksa Atatürk'ün yetiştirdiği devrimci Atatürkçü yurtseverlerden hâlâ korkuyor musunuz?

YAŞASIN CUMHURİYET!


Jale ALTUNEL 
24. eKİM. 2018

3 Ekim 2018 Çarşamba

HANGİ KARABAĞ

MAHSÜL STADYONUNDAKİ Mİ FUTBOL STADYONUNDAKİ Mİ?

Azerbaycan'da Karabağ ile alakalı yine ilginç hesaplar, yine ilginç siyasi oyunlar, yine ilginç muhalif görüşler dönmekte...

"Muhalif" siyasiler geçtiğimiz gün (29 Eylül 2018) Mahsül Stadyonu'nda bir miting yaptılar. Azerbaycan muhalefeti de Türkiye'deki muhalefet gibi adeta moleküllerine ayrılmış bir muhalefet olduğundan, Karabağ konusundaki tasarrufları da farklı farklı.

Burada bir parantez açmak isterim. Şöyle ki topraklarının %20 sine yakınını kaybetmiş bir ülke söz konusuyken ve bu konu son derece büyük bir önemle kardeş Azerbaycan Milleti'ni hatta Türkiye'deki Türk Milleti'ni bile ortak bir paydada buluşturması gereken bir konuyken, NEDEN bazı siyasal hesapların gölgesinde bırakılır ve can çekişir?

Azerbaycan muhaliflerinin ayrıldığı nokta, Karabağ'ın geri kaytarılması Ruslar'ın yardımıyla mı gerçekleşecek, yoksa Ruslar'a ve Ermeniler'e rağmen yönetimin ve halkın kendi iradesiyle mi olacak?

Dünya'daki tüm çakalların da bildiği gibi, bu topraklar neresinden bakarsanız işgâle uğramış, hırsızlanmış öz be öz Azerbaycan Türk yurdudur oysa. Ve yine tüm dünya çakallarının da bildiği üzere bu topraklar Ermeniler'e Ruslar'ın yardımları ve üstün katkılarıyla verilmiştir.

Şimdi Ermenistan, geçtiğimiz yaz gerçekleştirilen batı kontollü bir TURUNCU DEVRİM sonucu Rusya'ya dönük olan yüzünü batıya çevirmiştir. Bu durumda Rusya da biricik kozu olan Karabağ'ı Ermenistan'a karşı kullanıyormuş gibi yaparak Azerbaycan'a Karabağ'ı geri vermek konusunda yeşil ışıklarını yakıyor. Amacı elbette belli. Azerbaycan'ın ağzına bir parmak "Karabağ balını" çalıp, bağımsızlık sonrası avuçlarından kayıp giden biricik sevimli Bakı'sına yeniden kavuşmak, onu yeniden parmağında oynatabilmek. Bakı'yı Rusya için sevimli yapan da petrollerinden ve Hazar'dan başka bir şey değil. Hazar'ı her daim bir "Rus Denizi" gibi görme refleksini asla kaybetmemiştir ruslar...

İşte Karabağ konusunda hem nalına hem mıhına bir oyun sergileyen Azerbaycan muhaliflerinin, 29 Eylül'de Mahsül Stadyonu'nda düzenledikleri mitinge topu topu 2-3 bin insan katılım gösterdi bu yüzden.

Ama 2 gün sonra yani Perşembe akşamı bir Avrupa ligi maçı var Bakı'da. Bu maç KARABAĞ - ARSENAL maçıdır. 19.55'te başlayacak olan maça halkın çok büyük bir ilgisi var. Ben diyeyim 50.000 siz deyin 60.000 adam olacak maç stadyonunda. Ve maç böyle durumlarda sadece bahanedir.


Jale ALTUNEL 
2.Ekim.2018


Güzle Giden

Bir samimiyetsiz geldi bana hava bugün,
Vardır öz geçmişinde bu soğuklar Eylül'ün.
Sıcağı can çekişiyordu yaz gürültüsünün,
Suskun sakinliğe alışkındır güz vakti hüzün.
"Güzle giden"
j.ak
26. Eylül. 2018

15 Ağustos 2018 Çarşamba

BUGÜN 15 AĞUSTOS

BORALTAN KÖPRÜSÜ'NDEKİ FACİANIN 73. YIL DÖNÜMÜ

O tarihte o köprüde ne yaşandığını az çok hepimiz biliyoruz.

Peki ya şimdi ben size, bugünün 2018 Türkiyesi'nde yeni yeni Boraltan Faciaları var desem buna tepkiniz ne olur?

Evet yıl oldu 2018 ve şimdi sırf Azerbaycan'dan değil, eski Sovyet'in yeni Rusya'ya evrildikten sonra "bile", müstemlekesinde olan Türk Yurtları'na bağımsızlıklarından sonra da adeta kendi dayattığı diktatörleri o ülkeleri yönetmesi için atadığını biliyoruz. Üzerlerindeki tahakkumu devam etsin diye...

Türk Yurtlarından ülkemize gelen göçmenlerin tamamı sizce buraya sadece iki lokma ekmek parası kazanmak amaçlı mı geliyorlar dersiniz? Elbette hayır. İstediği kadar işsizlik olsun bir memlekette, insanlar iki lokma aş parasını her yerde kazanırlar.

Özellikle Azerbaycan'dan gelen soydaşlarımız buraya sadece para pul için gelmiyorlar. Türkiye'de "nispeten" var olan özgürlük kırıntıları için bu gelişlerinin pek çoğu.
Şimdi ne alakası var Boraltan'la diyeceksiniz...

Ay olmaz mı alakası. Hem de nasıl var.

Biliyorsunuz bu "Türkçülük" denen mevzu son yılların yükselen trendi oldu. Aman efendim herkes öyle Türkçü öyle Türkçü ki?! O kadar olur. Bir de bu Türkçülüğü hemşolar kullanıyorlar bizim Azerbaycanlı soydaşlarımızı daha güzel sömüre bilsinler diye. Vaziyet gerçekten içler acısı. Hem de öyle Boraltan Köprüsü'ndeki gibi 146 kişi falan değil, yüzlerce binlerce, on binlerce, yüz binlerce Azervaycanlı soydaşımız, bu sözde burjuva Türkçüleri'nin elinde oyuncak edilmiş durumda.

Nasıl mı oyuncak ediliyor? Bunlar Türkçü mürkçü ayaklarıyla vay efendim soydaştır kardeştir muhabbetleriyle çalıştırmak üzere alıyorlar soydaşları, ancak karın tokluğu ve bir kuru yatak verip, maaş günü gelip çattığında bin dereden su getirerek paralarını ödemiyorlar. Ve bu çalışıp çalışıp bir türlü emeğinin karşılığını alamayan soydaşlarımızın nihayetinde Türkiye'den deport olmalarına dek uzanan son derece çirkin, vahşi ve insanlık dışı bir süreci oluşturuyor ki ölmekten beter.

Hey gidinin öyle görünüp böyle davranan kahpeleri... 1941'den beri değişmediniz. Değişmeyeceksiniz...

Jale ALTUNEL 
15 Ağustos. 2018

yazgı - çizgi

gülüş, ağzımızda tatlı bir eskizdi
ve yıl, dokuz yüz seksen
hiç bir sanatçı bir daha
bitiremedi yarım kalan çizgiyi
konuşuyordu artık herkes yazgıyı
ve tanrılar başımızdan eksik etmedi
belayı.
yazar kasadan almaya başladık fişi
ki düşlerimiz birer güneşti,
başka başka galaksilerden,
fişi çekildi, cezir gibi
kabloları dolandı birbirine düşlerimizin
ve kısa devreden çıktı bir yangın.

sonrası malum
yanan hayallerin boş yerine
kaleler örüldü betondan
dışı seni içi beni kavuran
vuruyorlar bazen dışarıdan
ki o an saklanıyor kağıtsız bir göçmen
çalışıyor karın tokluğuna
para bile almadan...
bıraksan,
kendiliğinden çökecek bu köhne
ama geçemiyor kimse
o çarpığı yamamadan
tüketim tanrısına kalp ile iman
dil ile yalan dolan...

ne tatlı bir eskizdi
şu ağzımızın kenarındaki
görenler meselâ öpmeyi isterdi
umudu kesmedim hiç sanattan
her şeyi çizsinler en baştan
dağları dereleri, yaylaları tarlaları
hatta Aslı, mozaik taşlarıyla
mıhlasın gözlerimize
düşlerimizi ve gülüşlerimizi
sarıdan, aldan, mordan.

"yazgı-çizgi"
j.ak
13 Ağustos. 2018

6 Ağustos 2018 Pazartesi

sadizm

kaç çocuk öldü bugün yok yere kim bilir
kaç uyanık maaş ödememek için mobing yapıp kaçırdı işçisini...
kaç siyasetçi oskarlık bir çıkış yaptı yalan dolan
ve kaç anne doyurmadan uyuttu bebeğini
ay bile doğmadan...

diyorlar ki; Tanrıların işi acı çektirmekmiş her daim
fiziksel acı ruhu da yağmalarmış meğer
sağ salim,
içiyorduk o ara ki ben ayık olmayı seçtim,
Ne zaman ne ekmiştik unuttuk diyor sözde alim...

zaman,
sevda türküeri söylemekten vaz geçti
rüzgâr,
kızıla dönmüş yaprağın orgazmını geciktirdi
kızıl acıların tanrısı ilan ediyorum sahte devrimi
sahte bir kadının
sahte çığlığı gibi...

j.ak
"sadizm"
6 Ağustos 2018