Modern spor dört aşamadan geçerek
küreselleşti:
1.
Aşama, Fabrika aşaması:
Sporun ilk aşaması fabrika özelindeydi. Bu aşamada öncülük
İngiltere’deydi. Sanayi devriminin ilk dönemlerinde İngiltere’de işçiler, yoğun
bir çalışma içerisine sokuldular. Bu dönemde işçiler günün yarısından çoğunu
makinaların başında tüketiyorlardı. Sermayenin işçilere sunduğu ucuz birayla
sözümona günün yorgunluğu gideriliyor, işçiler kendilerini yeniden üretemeden
makinaların başına dönüyorlardı. Böylece sermaye işçileri rahatça
denetleyebiliyordu.
Bu durum daha sonraları işçilerin örgütlü mücadeleleriyle biraz olsun
değişti. İşçilerin çalışma süreleri gün be gün azaldı. 1 Mayıs 1848’de işçiler
on saatlik mesai hakkını kazanmışlardı. Artık işçilerin kendilerini yeniden
üretebilecekleri özgür zamanları vardı. İşçinin özgür zamanı sermaye için büyük
tehlikeydi. İşçiler, özgür zaman süresinde kendilerini yeniden üretebilir,
sermayeye karşı örgütlenebilirlerdi. İşte sermaye bu arada sporu yeniden
keşfetti. Fabrika takımları kurarak, fabrikalara bir aile görüntüsü vererek,
sınıf dayanışmasını bir ölçüde gerilettiler. Sınıf çelişkisinin yerini,
“fabrika ailesi” çelişkileri aldı. Firma aşkı sınıf mücadelesini unutturduğu
için, saflar yapay olarak sermayedarların isteğine göre oluşturuldu. İşçisiyle,
memuruyla, patronuyla bir taraf; yine işçisiyle patronuyla memuruyla karşı
taraf olarak, kıyasıya spor adlı serüvene atıldılar.
Bu serüvenin sonucunda kazanan taraf kuşkusuz emekçiler değildi. Son
çözümlemede atılan gollerin tümü, patronların hanesine yazılıyordu. Sporda
aslan payı yine patronların tekelindeydi.
2.
Aşama, Mahalle Aşaması:
Fabrika
aşamasının getirdiği avantajlarla, egemenler sporu, özellikle futbolu
mahallelere taşıdılar. Egemenler mahalle takımlarını kurdular. Burada amaç,
değişik kesimlerdeki değişik kategorideki insanları karşı karşıya getirmek ve
onlar arasındaki sınıfsal çelişkilerin yerine, sahte dostluklar sahte
düşmanlıklar yaratmaktı. Kuşkusuz burada kaybeden, sınıfsal yapısı itibarıyla
sermayeye karşı mücadele verebilmek için, dostluk dayanışma ve kardeşlik
duygusuyla örgütlü olmak zorunda olan işçi ve emekçilerdi. Uyduruk spor
çelişkisiyle işçiler ve emekçiler mahalle aşamasında da karşı karşıya
gelmişlerdir. Mahalleler mahallelere rakip yapılmış, sermayenin isteği bir
ölçüde yerine gelmiştir.
3.
Aşama, Kent Aşaması:
Özellikle kitle iletişim araçlarının
yaygınlaşması aynı zamanda burjuva spor düzeninin kentlere taşınmasını da
peşisıra getirdi. Artık spor, kentler arası bir yarışmanın bir savaşımın
öznesiydi. Böylelikle sermaye spor aracılığıyla kitleleri sömürünün kaynağından
başka taraflara uzaklaştırabiliyordu. Bu aşamada ülkemizde yaşanan bir örnek
hâlâ kara bir leke olarak spor tarihimizde duruyor. Anımsamak gerekirse; İkinci
profesyonel liglerin oluşturulduğu dönemde, bir Kayseri-Sivas faciası
yaşanmıştır. Kayseri’de oynanan Kayseri-Sivas maçı sonrası provokatörlerin
körüklemesiyle çıkan olay alevî-sünnî çatışmasına dönüştürülmüş, sonuçta yaklaşık
kırka yakın vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Bugün bile hâlâ bu yaralar
sarılmış değildir.
4.
Aşama, Ulusal Aşama:
Sermaye sporu keşfetmişti. Spora kendi
ideolojisinin damgasını vurmuştu. Ekonomik sosyal, kültürel olaylar sonucunda,
ezik düşmüş ulusların bu duygularını tamir etmek için sporu önlerine sunmuştu.
Sporda kazanılan her başarı sözde ulusların yükselişini simgeliyordu. “Avrupa
avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri”, “Samiyen herkese mezar
olacak!” vb. sloganlar Avrupa karşısında her alanda olduğu gibi sporda da
ezikliğimizin tepkisiydi. Sonuç olarak spor dediğimiz etkinlikler, yeni aşamada
ulusları bile aşmıştır. Yakın gelecekte ulusal maçların yerini holding
kulüplerinin alması kaçınılmaz görünüyor.
İngiliz
Emperyalizmi ve Spor
G. Petrof “Ak Zambaklar
Ülkesinde” adlı yapıtında o dönem Avrupası’nda futbolun gelişmesini şöyle
anlatıyordu: “Napolyon yirmi ulusun kuvvetlerini Rusya’ya karşı topladı.
Moskova’ya kadar vardıysa da burada yok edildi. Fransa’ya güçsüz dermansız
döndü. Napolyon’un savaşlarından çok yorulan Avrupa toplulukları, İngiltere’nin
sürekli savaşların baş sorumlusunu (Napolyon’u) yakalamasından memnundular.
İngilizler’in yenilmez enerjilerinin önünde saygıyla eğiliyorlardı. Avrupa
gençliği kendilerini İngiliz sporlarına, bu arada İngiliz sporlarının en kaba
biçimi olan, bir topu tekmelemekle oynanan futbola vermişti. Futbol din gibi
birşey olmuştu. Ondan çok zevk alıyorlardı. Onu bir bilim, bir sanat durumuna
getirdiler. Futbol bütün bir kuşağın düşüncelerini,gözlerini kaplayan garip bir
tutku olmuştu.”
Tarihsel bir döneme “Güneşi Batmayan Ülke” olarak damgasını vuran
İngiliz emperyalistleri tarafından sömürge ülkelerine taşınan futbolun
yaygınlaştırılmasındaki temel etken kuşkusuz yalnızca eğlenmek, oyalanmak
değildir. İngiliz emperyalistlerinin ideolojik araçlarından biridir futbol. “Asılacaksan
İngiliz Sicimi ile Asıl” yaklaşımı, “Oynayacaksan İngiliz Gibi Oyna” olarak
kendisini futbolda ortaya koyuyordu. İngilizler için şekil değil, sonuç
önemliydi.
Emperyalist kapitalistlerin kitleye yaklaşımını sporun içeriği çok açık
ortaya koyuyordu. “Güçlüler ayakta kalmalı, zayıflar ayıklanmalı”, daha başka
bir deyişle “itaat etmeliydi.”
Finans Kapitalin Sporu
Günümüz sporuna finans kapital damgasını vurdu. Zaten kirli olan
spordaki ilişkiler iyice kirletildi. Yeşil çuhalar yeşil çimlerden daha da önem
kazandı. Şike, kumar, siyaset, doping, mafya, şiddet, küfür vb. illetler sporu
bütünüyle kuşattı. Oyundan spora büyük bir yabancılaşma yaşandı. Oyunla bütün
bağlarını koparan ve vahşi kapitalizmin ideolojisiyle sarmalanan spor, metalaştırıldı.
Sporcular da şovmenleştirildi. Spor oyun, sporcu da oyuncu olarak kalamadı;
Oyunla sporu eşitlemek olanaksızlaştı. Arenalar postmodern bir tapınağa
dönüştürüldü. Spor kitleleri avutmada, uyutmada dini bile solladı.
Çocuklar, gençler en doğal hakları olan oyun alanlarından yoksun
bırakıldı. Oynayamayan, yalnızca seyreden bedensel ve ruhsal açılardan
sağlıksız bir nesil yaratıldı. Spor kazanç hırsını yaydı. Gençlere sporla
köşeyi kestirmeden dönme umudu aşılandı. Bireysel kurtuluş umuduyla spora
sarılan apolitik bir gençlik oluşturuldu. Gençler tembel öğrenci, kaytaran
çırak olarak gelişme çağını tüketti ve entelektüel açıdan çok geri kaldı. Dönen
spor çarkı özgürlüğü değil, sömürüyü yeniden üretti durdu. Frankolar Salazarlar
(3F’ler) unutturuldu. Finans kapitalin spor arenalarındaki “Çağdaş Gladyatörlük
Düzeni” tartışılmaz bir tabu yapıldı. Estetik bir ameliyatla masumiyet maskesi
takılan spor; Sağlık, eğitim ve üretim ilişkilerinin dışına itildi.
Yaşam kalitesinde Türkiye’nin benzeri Avrupa ülkeleri karşısında geri
kalmasında sporun da önemli rolü vardır.
“Yaşam” ve “sağlık” konusunda Türkiye’nin
durumunu en ileri ülkelerle değil, aynı “küme”de bulunduğumuzu varsaydığımız,
on iki Avrupa Birliği ülkesi ile kıyaslamalıdır.
“Renk körlüğü” “kent aşkı” sürekli
körüklendi ve sporda taraf olması gerekenler de fanatik taraftar olarak bu
kervana katıldı. Sınıf bilinci arenalarda geri plânda kaldı. Sınıftan yana
olduğu savında olanların spora yaklaşımları da bilimsel değil, tepkisel oldu.
At yarışları, İddia, Spor-Loto, Spor-Toto ve benzeri sözde şans oyunları, özde
kumar tutkusunu ön plana çıkardı. Yerli yabancı sporcu transferleri, ligin
falına bakılması aydınların da uğraşları oldu. 12 Eylül döneminde futbolun iç
politikaya dönük işlevinin tamamlandığı, spora ve özellikle futbola büyük
yatırımlar yapıldığı görülemedi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol”
söylemiyle yazarlar, çizerler, sanatçılar, edebiyatçılar ve hatta sendikacılar
tribünde yerlerini aldılar. Ve biraz da ‘entelektüel solun’ üzerinden “spor,
imtiyazları eşit bir kamusal alandır” masalı kitlelere yayıldı. Spor ortamı
bütünüyle Üç Maymun’u oynayanlarla oynatılanlara kaldı.
Patronların, Şirket Kulübü Yerine Kitle Kulübü Tercihi
1950’lerden itibaren ağızlarda sakız
yapılan “futbolda çağdaşlaşma, kulüplerin şirketleşmesinden geçer” tekerlemesi
nedense bugüne kadar ağırlıklı olarak yaşama geçirilemedi. Bunda en önemli rol
kuşkusuz kulüpleri yöneten ağalarındır. Yönetime seçildikleri andan itibaren
gizli-açık, özel işlerini yönetici kisvesiyle güven içinde yürüten işadamı
yöneticiler, şirket kulübü olmak yerine kitle kulübü olmayı yeğlediler.
Böylelikle kulüpleri yöneten patronlar, hem geniş tanıtım olanaklarına
kavuştular, hem de paracıklarını riske atmadılar. Kendi özel işlerini
verimlilik ve kârlılık prensipleriyle yönetip, holdingleşen bu patronlar,
yönettikleri kulüplere bu anlayışlarını taşımadılar, yönettikleri kulüpleri
borç batağına attılar.
Kitle kulüpçülüğü uygulamasının sermayeye
daha çekici gelmesinin ardında şu gerçekler yatmaktadır: Spor etkinliklerinde
kamu yararı gözetiliyor iddiası ortalığı tozu dumana katmakta, sonuçta
patronlar belediye başkanlarını, valilikleri, emniyet amirlerini kolayca
devreye sokarak şahsi işlerinde kullanabilmektedir. Şu anda Türkiye Profesyonel
Ligleri’nde yer alan kulüplerin yönetimleri ya doğrudan belediyelerin sırtında,
ya da dolaylı olarak belediyelerin sorumluluğundadır. Nereden, nasıl, neyin
karşılığında sağlandığı belli olmayan, büyük ölçüde kayıtlarda belirtilmeyen
ekonomik olanaklar, gerek transfer ve gerekse tüketim, adresi belli olmadan
bazı kişilerin hızlı ve yaygın tanıtımları için kolaylıkla çarçur
edilmektedir. Türkiye’de kulüp kasasıyla
yöneticilerin cepleri birbirine karışmakta, bu arada hatırı sayılı miktarda
dolara duş yaptırılmaktadır.
Transfer mi Köle Ticareti mi?
Sanılanın aksine, Türk futbolu gelişmedi,
yalnızca tekelleşti ve yabancılaştı. Transferde dönen baş döndürücü rakamlar
tavan ile taban arasındaki uçurumun giderek derinleşmekte olduğunun açık
kanıtıdır. Gerçekte, transfer adı altında sporcuların sadece emekleri değil,
kendileri de pazarlanmaktadır. Futbolcu döktüğü terin karşılığını belirleyen
tartışmaya özgürce katılamamaktadır. Daha da doğrusu futbolcu örgütsüz olduğu
için, yönetici ile masaya eşit koşullarda oturamamaktadır. Köle pazarındaki
uygulamayla, futbol emekçilerinin alım, satım, kiralama işlemleri büyük
benzerlikler göstermektedir. Transfer yönetmeliklerinde sporcuya çalışacağı
işyerini bile özgürce seçebilme yolunu tıkayan bir sürü engel bulunmaktadır.
Yürürlükteki yasalar ve yönetmelikler, sporcunun özgür bir birey değil, sadece
meta yani “mal” olduğunu ortaya koymaktadır. Kulüp ile futbolcu ilişkisi, işçi
ile patrondan çok, efendi ile köle arasındaki ilişkiyi anımsatmaktadır. Kesin
gerçek şudur ki, yasal süresi belli olmayan futbol emekçisinin geleceği,
yöneticilerin iki dudağı arasındadır. Kısacası günümüzdeki transfer
uygulamasının en iyi tanımı “meslek yaşamının herhangi bir aşamasında nerede,
kiminle çalışacağı konusunda her türlü söz hakkının futbol emekçisinden
esirgenmesini amaçlayan bir kısıtlayıcı ağ” şeklinde olanıdır.
Modern sıfatlı sporlar başlangıçta
egemenlerin uğraşı oldu. Egemenlerin sınıfsal çıkarları gereği sporu işçi ve
emekçi sınıflara yayma girişimleri, önceleri işçi sınıfının önderlerince sert
tepkiyle karşılandı. İşçi önderleri sporu bir “Truva atı” olarak değerlendirdi.
Sınıf mücadelesinde burjuvaların avantaj yakalayacağının bilincine varan işçi
ve emekçiler, İsveç’de 1891 yılında yayımladıkları işçi gazetesinde spora karşı
tepkilerini, şu sözlerle dile getirdiler: “Spor, iş ve çalışmanın kötü bir
taklididir. Bu nedenle de toplumun tembel ve üretime katılmayan kesimleri
tarafından uygulanır, onlar tarafından el üstünde tutulur. Bu niteliğinden
ötürü sosyalist devrim, spor etkinliklerine son vererek, bu çöküntü dönemini
kapatacaktır.” Yine 1912 yılında İsveç Sosyal Demokrat Gençlik Dernekleri Federasyonu,
yayımladıkları bildiride spordaki şovenist gelişmelerin altını
çizerek şu görüşlere yer verdi: “Sosyal Demokrat Gençlik Kulüpleri’nin görevi,
bu kötü spor ilgisine karşı savaşım vermektir.”
Özellikle sporun günümüzdeki şövenist anlayışına karşı çıkmak başlıca sorunumuz olmalıdır. İşçi sınıfı
hareketinin amaçladığı ekonomik ve sosyal devrim, ancak halk sağlığı sorununu
çözebilir. Almanya ve İskandinav ülkelerindeki işçi önderlerinin “burjuva
uğraşı” tespiti ile spora karşı aldıkları tavır sporun işçi sınıfı saflarında
yayılmasını engelleyemedi. Bunun üzerine işçi önderleri tavır değiştirerek
“Spor bir halk hareketine dönüşmüştür. Kapitalist sistem sürdükçe spora sosyalist
bir öz vermek olanağı yoksa o zaman işçi ve emekçiler sporda ayrı örgütlenmeye
gitmelidirler” tezini savunmaya başladılar. Bu tarihsel yanılgı ve teslimiyetin
sonunda sadece Almanya’da işçi spor kulüplerine kayıtlı işçi sporcular
kolaylıkla SA’ların hedefi oldular. Azımsanmayacak sayıda işçi sporcu SA’lar
tarafından katledildi. Sözün özü, emekçiler spora karşı çıkmakla ya da sporda
ayrı örgütlenmeye gitmekle spor ortamında var olamadı.
Sözün özü, Spor arsada güzel ve temiz, borsada çirkin ve kirlidir!
(Spor emek-sen)