28 Mart 2011 Pazartesi

Uzun Bir Sözcük...

uzun bir sözcüktür emek
yollar boyudur
yıllar boyu,
bakımlı bahçelerin
ardı olur kâh nadasta,
gerçek bir emeğin
beklentsi olamaz
karşılığında.
noktasız roman kadar uzun,
bir dost kadar çoktur
kokar evlatlarımıza.
alnımızdaki teri silerken 

içtiğimiz sudur,
iniş ve yokuştur
yazılara sığmaz,
parlar bakışlarda.
güvendir onu çoğaltan

ve dostluktur ancak
yaşamdan geriye kalan
upuzun bir sözcüğün 

yanına konan...

"uzun bir sözcük"
j.ak
28.Mart.2011

27 Mart 2011 Pazar

27 Mart Dünya Tiyatro Günü...

Bizim memlekette tiyatro hem mecliste hem de siyasi arenada, tiyatrolara göre çok daha üst seviyelerde oynanıyor.

Hepsi de maşallah gerçek tiyatro oyuncularımızdan daha iyi "OYUNCU"!

Dünya Tiyatrosunda da durum aynı...

Her yıl aynı senaryo oynansa da  sürükleyicilik olsun, oyuncuların kendilerini yenilemeleri olsun izlenmeye değer ve sürreel efektleriyle insanın aklını başından alabilen detaylarla doludur. Dünya Tiyatrosu'nda ABD'yi ön saflarda görürüz ama  İngiltere yine de shakespeareian tarzıyla klasik tavrını korur.

Ödüller şimdilik sadece Türkiye'de belirlenmiştir.

Derhal aktarıyorum;

TÜRKİYE:

En iyi erkek oyuncu:  ( "Haberim yok"repliği ile) Recep Tayyip Erdoğan.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:   ("Fakire aylık bağlayacağım" adlı tiradıyla) Kemal Kılıçdaroğlu...

En iyi kadın oyuncu:  ("Komiser Tokatlamak" adlı müthiş aksiyonla -dublör kullanmadan-) BDP'li milletvekili Sabahat Tuncel.

En iyi yrd. kadın oyuncu: Mecliste olmamakla beraber bu ödüle layık görülmesi bazı kulislerce eleştiri almış olsa da NAZLI ILICAK... Kendisi her role yatkınlığı ve binbir çeşit role girebilme yeteneği ile göz doldurmaktadır...

En iyi çocuk oyuncu: Bu yıl yüzlerce çocuk arasında karar verilememiş ve Güneydoğu'daki bütün "Taş Atan Çocuklar"a verilmiştir... Onlara rollerini ezberletenler ise mansiyon ödülüne lâyık görülmüşlerdir...

En iyi tiyatro müziği: "Ankara Misket Havası..."

En iyi yönetmen ödülü:  Ergenekon adıyla üç yıldır sahneden inmeyen ve ardından Balyoz adıyla kapalı gişe oynanan oyunları yöneten Fetullah Gülen'e verilmiştir... Her iki oyun da Silivri Sahnesi'nde izleyenleriyle buluşmaktadır...

En iyi kostüm: Cübbeli Ahmet Hoca ve tarikatı... Kendisi yurt dışındaki zikir ayini nedeniyle ödül törenine katılamamıştır.

En iyi dekor: "Lâleler" adlı tasarımıyla İstanbul Büyük Şehir Belediyesi...

En iyi makyaj: Cumhuriyet Gazetesi... Eleştirmenler, cumhuriyet gazetesinin yaptığı  Atatürkçülük Makyajı'nın Türkiye ve hatta Dünya Klâsikleri arasına girebileceği müjdesini vermektedirler...

En iyi senaryo:  "Uysada Kodum Uymasa da Kodum" adlı skeci ile Bülent Arınç... Bu doğaçlama oyunu Arınç aynı zamanda kendisi oynamaktadır. Epik tarzıyla göz dolduran  bu skeçteki en büyüleyici repliği ise; "MÜSLÜMANLIKTA SEVİŞMEK YOKTUR!" şeklindeki derin ve anlamlı aforizmadır... Kendisi güldürürken düşündürmeye devam ediyor...

Yılın Tiyatro Barış ve Kardeşlik Ödülü ise,
"HASİKTİRİN! HASİKTİRİN!" sözleriyle gönül telimizi titreten , Osman Baydemir'e lâyık görülmüştür...
Kendisi Amerikan ekolünün öncülerinden olup, aldığımız duyumlara göre boş zamanlarında "we are the world we are the children" adlı parçayı durmaksızın tekrarlıyormuş...

(bkz: en asil duygunun insanı)


25 Mart 2011 Cuma

ölüm yokuşu...

- ne zamandır böylesin?
- valla bilmem üçüncü paketi içiyorum üç gün diyelim.
- ağlıyorsun?
- yok, duman.
- geçer mi diyorsun peki?
- tabi tabi şu sigara bitsin geçer.
- geçmezse?
- bi' sigara daha yakacağım...

hayat, sigaradan olma zaman birimleri gibi
kendinle yüzleşme koşullarını kovalar,
duygularınsa gölgesi bile kaçar.
ve başlar huzursuzluklar,  
böylesi bir durumda 
kusursuzluklar
acı acı kusarlar...
ki yarısı yalan. ne yarısı,
tümü yalan... 
görünenler hep yalan
"fly me to the moon" söyle kendine, 
ki yüzgörümlüğü olsun benden,
yoktan sahiliklere...
işte sana yalandan "gerçek!"
gerçek;
Libya'daki zulüm!
ve her yer
her yer yine ölüm!
ve yine ve yeniden,
insan olmaya değil de
izlemeye gelmiş gibi
dünya nüfüsundaki büyükçe bir bölüm.
şükredenler bile var "halimiz"e;
HALİMİZ?!!
miskin, kokuşmuş bir
fly me to the moon
sen şimdi otur ye 
fırından yeni çıkmış taze bir somun
insanlar geberiyorlar diyorum 
boşu boşuna...
askerimizi sürerken
yeni dünya düzeni
bu ölüm yokuşuna
sen otuz metrekarelik oturma odanda
şükür mü diyeceksin
izlerken plazmandan
kan tacirlerinin
zengin oluşlarına?

"ölüm yokuşu"
j.ak
25.Mart.2011



24 Mart 2011 Perşembe

bir doğruydu hayat...

dip köşesinde
dapdar bir açının
iç köşesinde
karanlık bir acının
bıraktım,
başrol oyunculuğunu
çünkü bu;
kötü bir senaryo.
iç açılarıyla
iç acılarımın
toplamda
üç yüzaltmış derecelik
bir yamuk(!)
görselini
oynamamızı istemiş, "bu" senaryo!
oysa bir doğruydu hayat
işte önümde;
kuytuları sade
rüzgarı yavaş,
geçip gider gibi gezgin bir ayyaş,
üzerinde sendeler yürüyemez gibi
düz.
yalan yanlış giderim, olsun,
o doğrudan giderim.
yol bu:
şakaya gelmez!
sekiz dokuz
ongen...
kuvvet noktasıysa
kendi yörüngen,
yani
dip köşesinde dapdar bir açının
iç köşesinde diyorum,
karanlık
kapkaranlık acının,
çıkartmaya bak
iç açılarından
iç acılarını,
sahipsiz anılarının...

"bir doğruydu hayat"
j.ak
24.Mart.2011


21 Mart 2011 Pazartesi

bir yanda...

bir yanda sevgililer
bir yanda diğerleri
başladık giymeye
mevsimlikleri.
ayanlık sardı
mevsimlik işçiler gibi,
tarafsız yürekleri.
bir çift kanat derdi
şimdi geceler,
fanus ardındaki
flu anıllarımıza...

"bir yanda"
j.ak
21.Mart.2011

18 Mart 2011 Cuma

Kumdan Bir Masal

yapraklar kovalar her çevirişimde
yalnızlığımı
"dur gitme" der peşinden,
parmak uçlarımdaki nasırlar.
oysa göğün maviliğine
kurulmuş çoktan
üç kişilik bir sal,
üzerinde;
ben,
yalınayak bir yalnızlık,
ve kumdan bir masal...

öykülerimiz bile
alabora olmuşlardı
dümensiz gemilerimizde,
azdır eşya bilmez misin?
yorucu olmayan
iç seyahatlerimizde.
batarken suyun dibine
tüm ağırlıklar
bırakıverilir
göğün maviliklerine,
ve uçarlar
hep birlikte;
ben,
yalınayak bir yalnızlık,
ve kumdan bir masal...


"kumdan bir masal"
j.ak
17.Mart.2011

17 Mart 2011 Perşembe

BURASI...

burası aklımın kurtarılmış bölgesi
bir dilek tut ki içinden,
etrafında
ışık pervaneleri dönsün
şiir tutulması yaşanmış bugün
gerçekler tümüyle ölgün!
burası,
yüreğimin kurtarılmış bölgesi
olgunluğumu serer
ısıtırım diz(e)lerimi
ve toprağıma veririm
diyemediklerimi.
burası cephede bir sığınak
öylece sahipsiz,
sessiz barınak
dışarıda bir gün var ki
dolunay gibi parlak
konuşur  diyemediklerini...
nefeslerde hep
karanlığın kokusu,
ve nefslerde var,
düzen korkusu
kınından çıkmaya sak,
hazır cevap
herkeste ağız dolusu
laf-ı güzaf...
burası,
acılarımın kurtarılmış bölgesi
toplanmış bir hasatın 
buruk meyvesi.
yer olur yer,
yâr olur yâr
burası,
yaşlı ağacımın
serin gölgesi...


"burası"
 j.ak
16.Mart.2011

Yatmadan Önce Düş Fırçalamak...

öyle uyanırsın, gözlerinde hüzün,
yüzünde düş çapakları...
yatmadan önce düş fırçalamak,
sabah uyandığında hüz(ü)nü yıkamak,
ve sonra
beklentisizce
kırılmış aynalara bakmak.
yalnız bir sevdada,
eserse poyraz
bunlar
her akşam ve her sabah
olmazsa olmaz...


"yatmadan önce düş fırçalamak"
 j.ak
16.Mart.2011

11 Mart 2011 Cuma

Büyük Oldu

gözlerimde 
göl durgunlukları,
hafif çalkantılı.
yollar da 
sisli melodiler gibi tıpkı
bulanık bana henüz.
yeni doğmuştu oysa
bu yalnızlık,
çocukluğunu ve 
ergenliğini yaşayamadan
büyük oldu.


"büyük oldu"
j.ak
11.Mart.2011

kırkının da kulpu kırık küp...


- Perde takmayı düşünüyor musunuz?
- Yo hayır perde kullanmayı sevmiyorum...
- İster ama.

İster. İyi ama ben sevmem. Ruhum daralır. Hafiften bir tedirginlik duyarım o kapalılığın içerisinde. Bu bana içeride güvende ve görünmez olma duygusundan ziyade dışarıda neler olduğunu görememe kaygısı uyandırmıştır hep. Evin yatakodası bölümlerinden bahsetmiyorum tabii ki. Uyurken yarı ölümü yaşıyoruz nasılsa ve zaten biz bile yokuz orada. Ama yaşadığımız yer yani salon, açık apaçık olmalı. İşte bu yüzden perdesizdir pencerem. Bir tür takıntı, hatta sanki çok daha güvendeymişçesine bir his.

Derken bu bir içi dışında olma haline götürdü uzun uzun yıllarla beraber. Böylece özel hayat denen zırvadan arındırdı.

Neydim ki ben? Çok mu özeldi yaptıklarım? Yaşadığım hayat, okuduklarım, dinlediklerim ve çaldıklarım...

Konu bu değildi aslında pencerelerin perdesizliğinden dem vurmaya gelmiştim metafor sapma  bakımından anlatacaklarımı aştı bir parça hepsi bu.

Yaklaşık olarak on günlük bir süreyi televizyon izleyerek geçiriyorum. Dilimde bir çirkeflik, sinirlerimde bir gerginlikle. Okuyamadığım yazılara mı yanayım düşünemediğim şiirlerime mi?

Bugün tüm günümü bu tekerlemeyi dilimde döndürerek geçirdim "kırk küp kırkının da kulpu kırık küp" söyle bak ne kadar iyi hissedeceksin... Bu tekerlemeyi kesebileceğim bir yer aradım kendime. Sus artık tamam yeter sus!!! Aynı siyasi görüşleri paylaştığım insanların bulundukları ortamlar... Ve uğultu şeklinde kulaklarımda aynı tekerleme. "Kırk küp kırkının da kulpu..."

Siyaset televizyon ekranından böyle. Siyaset derken hepsini katıyorum içine. Sabahtan akşama dek izlenen herşeyi. Memleket el değiştirirken konuşulan tüm zırvalıkları, tüm programları. Sanki Türkiye'de yorumcu sayısı altıyı geçmiyormuşçasına tüm tartışma programlarında görmekten mide bulantıları geçirdiğim o yalancı, o pervasız, o sahte Atatürkçü, o halk düşmanı, o ukala, o cahil, o soysuz, o vahşi, sözün özü aynı tipleri görmekten bahsediyorum... Spor programlarının tamamı futbol. Kimdi o memleketini yıllarca üç F ile yöneten neyse. Ve tipler hiç değişmeyecekler sanırım o yorumcular da aynıları. Sanki koskoca memlekette bu kadar insan varmış gibi. Sanatçılar peki? Onlar da aynı. Hepsi herşey aynı. Bu kadar az yani Türkiye.  Haberler ise ondan daha da az. Üç konu var şimdilik. Ergenekon naklen yayın, Balyoz ve bir de "basıncı" kız...

Bunları hafızamı tazelemek için arada bir irdeliyorum. Yarışmalar ve kadın programlarıysa günden güne daha bir gerizekalı formatlarda verilmeye başlanmış ki şaşkınlığımı yakalayamadım uzun bir süre. Herkes işini o kadar büyük bir ciddiyetle yapıyor ki en çok buna şaşırıyor insan. Kanal D'de sabah haberlerini sunan kişi mesela. Eğlence programı gibi bir hava yaratıyor ama Nasa ciddiyetinde.

Çok uzattım bunları herkes biliyor artık. Ben nasılolsa şimdilerde ancak günün bu saatleri serbest atış yapabildiğim ileri demokrasimizin yasaklı hale getirdiği gariban "blog"umdayım. Kısıtlı bir biçimde de olsa geveleme hakkımı kullanabilirim.

Çoğu kez kendimizi yokluklar üzerinden kandırmak durumunda kalırız ya hani? Mesela açızdır, "ne varmış canım halimizde aç değiliz açıkta değiliz" deriz. Bir tür ileri boyutta savunma mekanizmasıdır aslında. Açızdır lanet olasıca. Kültürel açlık da vardır sanatsal açlık da, insan ilişkilerinde de, yaşam pratiklerimizde de.  Ta ki bu açlık söyleyemediklerimizle yalancı bir olgunluk dönemine iteler bizleri. Hal böyle olunca da ayıkla pirincin taşını...

Tıpkı televizyondaki gibi azızdır gerçekte. Kendini bir parça çoğalmış gibi hissedenler bile  bu kez de biribirini az görmek telaşına kapılıverir. Ki en tehlikelisi budur böylesi bir dönemde.

Kimbilir kaç yıldır memleket yol ayrımında. Bu öyle kocaman bir kavşak ki o ayrımın farkına varabilmemiz için belki yapmamız gereken sadece tabelaları ve yol ışıklarını "doğru" okumak, oysa her birimiz o kadar iyi şoförleriz ki ihtiyacımız yok öyle ışıklara tabelalara falan. Bodoslama girer dururuz birbirimizin üzerine. Biliyoruzdur evet ve bilmemiz gereken odur ki;"AYNI YOLUN YOLCUSUYUZDUR!" Ama o kavşak o kadar fazla ayrımlara açılıyor ki güzel bir yola çıkarken ve öyle fazla yan yol var ki, kimileri kaybolmuş, kimileri su kaynatıp sağa çekmiş, kimileriyse çarpışan arabalar gibi birbirinin üzerine çıkmaya çalışıyor...

Bertolt Brecht'in Anlaşmanın Önemi diye bir oyununu okumuştum yıllar önce. Aynı dili konuşabilmekten bahseder o oyun ve detaylarda kaybolmamaktan.

Oysa bugün donanımlı insanlar görüyorum detaylarda takılıp birbirine çarpan.

Yeterince olgun bir toplum değiliz, yeterince samimi bir toplum değiliz, varolan değerler yitip gideli, yeterince merhametli de değiliz. Çok yazık...

Kırkının da kulpu kırık olan siyasetçilere, medya patronlarına, sanatçı bozuntularına lanet olsun! Çünkü yaratılmaya çabalanan o ortak dilden bizlere hiç hayır yok artık. O yalan bir dil, o sahte bir dil...

Pencerelerinizdeki perdeleri açın artık. Söyleyemediklerimiz bizi asla olgunlaştıramaz. Eteklerimizdeki taşları dökerken bir tek şeyden emin olmalıyız, bizler "aynı dili oluşturabilecek miyiz?" Yoksa?

Aynı dili kullanabilmek demek herkesin biribirinin yaşantısını bilmesi algılayabilmesi demektir. Perdeler kapalıysa kimsenin kimseden haberi olmaz o ayrımdan çarpa çarpa ve çok büyük hasarlarla geçip giderken.

Perdelerse kimi zaman egolarımız, kimi zaman  da gereksiz duygusallıklarımız olabiliyorlar maalesef...


10 Mart 2011 Perşembe

Alargada Bir Gemi

ne uyuduğum saat belli
ne de yediğim öğün
adını değiştirdim bugün
izine ses çizdim göğün,
adını es geçtim bugün,
özüne buz dizdim
her bir sözcüğün
erisinler diye...
bazen yolda yürürken
görmezden gelinen biri,
kimi zaman giydirilir
dar gelen bir entari.


bir anlık
İstanbul geçer içimden,
kim ne kazanacakmış ki
şu üçüncü köprüden?
gökten bir ezber mi düştü?
en önemli konuymuş artık 
"küçük dostlarımız"ın
sebepsiz ölümü.
sanırsın bir canlı türü yok olmak üzere
ekolojik denge tehlikede...
kedileri bu mahallenin
beş derece altında miyavlar
mevsim normallerinin.


alargada bir gemi,
hayalleri temize çekti
sabırlar bindirildi içine
sevgiler,
çiçekler gibi.
karşılıksız besin ikmali,
ölüdür şimdi 
aşk şiirlerimi yazdığım sahilin
mavilikleri...
ayakları ıslak,
ayakları çamur
uçmaktandır oysa
varoluşundaki hamur.
alargada bir gemi,
tüm hayalleri 
temize çekti...

"alargada bir gemi"
j.ak
10.Mart.2011

Gerdiniz!!!


"Ger ne olursan ol gene ger!"

Haberlerin, siyasetin, dizilerin, insanların algı kapasitelerinin, şu memleketteki herşeyin bünyemde yarattığı etki gerim gerim gerilmek, sinirlenmek ve hiçbir şey yapamamak.

Bir kız çıkıp beni taciz ettiler diyor 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde. "Günün mana ve ehemmiyeti misin nesin?" derken tam, konuşmalardan kısa kısa sorular dizildi kafama;

1- Tacizci sempatizanı olduğum bir partinin başkanıysa susarım.
2- Benim tacizcim iyidir.
3- Gazeteciyim ama kendimi (polisler gibi) "basıncı" diye tanımlarım.
4- "Kol kırılır yen içinde kalır" düsturunu şiar edindim ey kadınlar, 2011 Türkiye'si artık böyle haberiniz ola.
5- "74 doğumluyum 93'de okuldan mezun oldum ama ilk manşetim lise ikide yayınlandı sanırım. Zira tarihler kalmıyo benim kafada... Ağzımdan çıkanı kulağım duymayalı beri böyleyim"

Hacı Arif Bey'den gelsin o zaman:

"Vucüd İkliminin Sultanı Sensin..."

Süper...

Recep Tayyip bilmemnerede konuşuyor diyor ki: "Gecikmiş adalet adalet değildir!"

Bak sen! Nedir peki adalet? Sadece gecikmemiş olan mıdır? 
Mesela bir kadına arabayla çarpıp ölümüne neden olmanın bir cezası falan yok mudur bu memlekette? Ya da yüzlerce fesat karışmış ihale ile birilerini zengin etmek midir? Mülk kimde ise adalet onun malı mıdır? Adalet önünde herkes eşit değil midir? Ben yanıtını ne kadar biliyorsam o kadar ger! Ne olursan ol ger...

Daha geçtiğimiz ay Melih Gökçek Ankara'da market servislerini "kafasına göre aldığı bir kararla" kaldırmadı mı?

Dolmuş mafyalığına mı soyundunuz ne yaptınız? Çünkü dolmuşlar kazanmıyorlar gibi bir de tez(!) var ortada. İlginç vallahi. Önce servis başına bin lira aidat istenmiş, sonra marketler kendi aralarında birleşip dava açmışlar ve kazanmışlar o aidatları vermemek üzere... Sonra mı? Sonrası bilindik. Kökten çözüm.

Servisler tez kaldırıla! Al sana adalet. Gecikme falan yok!
Ne olursan ol ger... 

Son izlediğim ise tam bir bombaydı. Gerilimin doruk noktası gibi. MHP seçimlerde gençleri tavlamak için müzikal anlamda çığır açmış ve rap müzikle gençlerin gönlünü feth etmeye sıvanmış!

Soruyorlar Bahçeli'ye, "siz rap müzik sever misiniz?"

"Evet" diyor... "Dinlerim ben rap, çok severim!"

Ne diyim ben size ya? Ne diyim...

Ger ne olurs... Öööffff!!!

4 Mart 2011 Cuma

Keşke Yalnız

zor olmadı
yakalayıp da
tutmak kendimi.
yolundan çevirmek
değil yaptığım
tüm o söylediklerimi.
asmalı mıyım
bir arağacına
hissettiklerimi?
koşarak,
çok uzaklara giderler
o duygular belki,
ve çekerler belki de
kendi iplerini.

evrilmeli hayal
devrilmeli.
hiç dargın
hissedebilir miyim
bana kendimi?
şanslıyım bu günlerde
bırakmadığım için beni
"keşke yalnız bunun için
sevseydim seni..."

"keşke yalnız"
j.ak
3.Mart.2011

(cemal süreyya'ya selâm olsun...)

3 Mart 2011 Perşembe

Ergenekoncu Olmayan Muhalif Gazeteci

Muhalefet etmenin illegal birşeymiş gibi gösterildiği yurdum topraklarında mumla arasan bulamayacağın türden birşeydir bu. 

Vardır aslında güya ama onlar "gibi yapanlardır." Muhalefet ediyormuş gibi yapıp sistemin bütün nimetlerinden nasibini alır, dolayısıyla duruşu sık sık çizginin dışına kayar. özde değil sözde muhalif diyeyim de tam olsun. Zira sözde muhaliflik kolaydır. Car car car konuş hamaset yap. Çok güzel aferin. Ama bir de bakarsın ne yapıyor diye, bulunduğu sisteme deliler gibi hizmet sunuyor. E bravo ne diyeyim. Kolay gelsin. Allah işinizi gücünüzü rast getirsin...

Gerçek muhaliflere gelince ise işleri zor!
Gerçekten zor.

Yaftalanmak ilk başlarına gelen olur bunların. Şucusun, bucusun denir. Savunulanlar legaldir, ama o değerler tu kaka yapılalı öyle uzun bir zaman oluyordur ki, kendisini açıklamaya yeltenemez bile. Çoktan damgası basılmıştır. Seksenli yılların sol modasının öncü takipçilerinden kuzey rüzgarları eşliğinde ezberci saldırılardan tutun da, dincisiydi liboşuydu kürt faşistiydi, herkesin eleştiri odağı olmuştur. Bir de bakar ki her görüşe serbesite sağlanmış boruları son ses ötüyor, Cumhuriyetimize sahip çıkmaya çabalayan muhalif bırakın konuşmayı, gık dediği anda sorunu kökünden halletme yoluna giden faşist bir dikta rejimi var karşısında...

Hangi hükümet vardır ki dünyanın en büyük adliye sarayını yapıyoruz diye gururlansın. Adliye sarayından bahsediyoruz yahu, konser salonu, kültürel etkinlik merkezi, bir bilimsel araştırma platosundan falan değil. Adliye sarayı. Davalı, davacı, suç gibi kavramların ağız dolusu olduğu bir yer. Suç oranının bu hükümet döneminde kaça katlandığı artık herkesçe biliniyor.

Sakın şimdi "aman efendim öyle güzel çalışıyor ki bu makamlar eskiden yakalanamayan suçluların hepsi bu hükümet zamanında yakalandı ve tutuklandı" deyip de insanın asabını bozmayın... Zaten yakalanmış olanların suçlu olmalarına rağmen nasıl serbest bırakıldıklarını biliyoruz, izledik televizyondan  hep beraber. Davullu zurnalı çıkış merasimleriyle  Hizbullah militanları serbest,  PKK terör örgütü üyeleri Habur kapılarında kurulan seyyar mahkemelerce "serbest"... Ama birileri çıkıyor ve mabadından Ergenekon diye ucu açık bir terane sallıyor, sonra dalga dalga "gelsin muhalif gazeteci, gitsin muhalif ses" hadi ordan yahu. Korku filmini geçtiniz be...

Bugün akşam haberlerinde yine o çok konuşanlardan biri "her muhalif ses bir gün Silivri'yi tadacak" diyordu. Laf güzel, cafcaflı. Ama laf işte sadece. Gülelim mi şaşıralım mı yiyelim mi? Çok da masum anlatıyordu oysa. Dinlemişim gayrı ihtiyari... Neyse.

Ha durun bakalım hem Adadolu yakasında Kartal'daki  hem de Avrupa yakasındaki o devasa adliye saraylarının yapımları tamamlanmak üzere. Tamamlansınlar hele allah'ın izniyle uçanla kaçan diyorum artık.

Bizler faşizmde nirvanayı yaşarken hala daha "ileri demokrasi" palavralarını utanmazca dillendirenler var. Oturup ağlamak istiyor insan.
Şimdi aklıma şahane bir söz geldi ama önce googledan bakmam lazım soyadı neydi adamın? Evet Barthes'mış,
vee Roland Barthes'dan gelsin bu hareketli söz;

"Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir."

Bizim muhalif basın da aynen bunu yapmaktadır. AKP'yi eelştirirler eleştirmesine, ama falanca falanca uygulamalarını da ille başarılı bulurlar. Yahu dön de bir bak hemşerim götü açıkta bırakılmış memleketin, o uygulama iyi olsa nee kötü olsa ne?... Daha hala ne iyisinden bahsediyorsun?

Hele din konusu aman diyeyim dağlara taşlara. Şu hükümet başa geldiğinden beri şöyle adam gibi çıkıp da ben inanmam kardeşim bu palavralara diyen/diyebilene rastlamadım. Ateist ise hiç konuşmaz agnostik ise konuşur muğlaktır renk vermez. Biraz inançlıysa "ben asında inançlı biriyim" deme ihtiyacını hisseder. N'oluyorsunuz kardeşim? Bana ne senin neye inandığından? Açlar doyacak mı sen inandın diye? Memleket borç batağından kurtulacak mı burnuma soka soka kıldığın o namaz sayesinde? Senin Hac ziyaretinden bana ne, sen hacca gidince benim sosyal güvencem mi artacak? Söyleme kardeşim bunun şovunu yapmak için ön saflara atma kendini.  Ama yok inanmayanın bile ne kadar aslında imana geliverdiğini ve bunu söyleme ihtiyacı hissettiğini gördük. Bir saygıdır gidiyor. Kendilerini aklama cümleleri de hep birdir : "Aaa şekerim inananlara saygımdan dolayı" "Bir laf vardır:`bir köye girerken herkes körse sen de tek gözünü kapatacaksın`" vs...Bırakın bu işleri yahu!

Saygı ne kadar kolaymış böyle meğer? Ben göstermiyorum işte. Var mı itirazı olan? Abuk sabuk safsatalardır  bana göre hepsi. Ve bu da benim düşüncem. Kimseden de saklayacak değilim. Ben kadın ile ilgili tüm ayetlerin "Kadınlarınıza söyleyin" diye başlayan orada bile erkek egemen bir tutum sergilenilmiş olan sözlerin nesine saygı göstereceğim? Ne o elin adamı gelecek bana söyleyecek, ben de öyle yapacağım. Oldu. Nötr olmayı anlarım, doğru bildiğini söylemek kaydıyla... Ama bir de üstüne saygı göstermek, işte bu düpedüz faşizme "yalan" söyleyerek karşı duruş gösterememektir!

Ne olduğu apaçık meydandadır işte. Seçimlere kadar bir iki dalga daha yaşamamız işten bile değildir (sanki seçim yoluyla olası bir değişiklikte memleketin tüm sorunları hallolacakmış gibi.) Bloglara erişimler de engelleniyor, muhalif sesler de birer birer susturuluyor. Olan budur.

Tabii bu iktidarın akfaşizmi, bulundukları pozisyonu korumak amacında. Bir B,C,D partisinin memleketin dertlerine ne kadar "deva" olabileceği ise bu yer sağlamlama çabasından çok daha vahim bir durumdadır. Fazlaca ironik. Nasıldı o söz?  Kasap et koyun can derdinde mi?

Bir kavgadır gidiyor kör dövüşü gibi...

Peki ya memleket?!

2 Mart 2011 Çarşamba

Topallar İç Dileğim...

bir yanı daima daha ağırdır
yürekteki adaletlerin
günlerin salısı ya da
mevsimlerin
ilkbaharı kadar
alelacele sürüklenirken,
bir demet doğaçlamada,
seher vaktidir hüzün.
vapur iskelelerinde şu ömrün,
kızıl sorularını yazdı
bir martı;
kanadıyla köpüğüne
denizin.
güz biriktirdi ellerim güz
tuz biriktirdi
trapez zerrelerinden gözlerim.
ya dumandandır
ya da rüzgardan,
yanağımdan süzülen
yenilmiş gidişlerim...
aklımdan bir dünya dert geçerken
topallar iç dileğim
diyor ki; "boşver..."
sözcükler, 

bu yüreğin
görünmez boşluklarına 

değerler...
kapılar kapandı nasıl olsa
"ben", anlamsız kalabalık,
geçmiş zamana düştü esir.

yüksek sesle haykırdı:


"aşk sadece hobidir!"

hem bilge 
hem yalandı
şimdi ışıksız bir zifir
içimdeki bu nehir...

"topallar iç dileğim"
j.ak
02.Mart.2011

1 Mart 2011 Salı

#Blogumadokunma

"Blogumadokunma" twitleriyle başlanan bir günde öğrendik ki digiturk onca parayı akıtıp satın aldığı lig tv'den yaptığı canlı yayınları (nasıl oluyorsa) blog sayfalarından canlı olarak paylaşanlar yüzünden mahkeme kararıyla tüm blogspot erişimine engel koydurtmuş. Diyarbakır 5. asliye ceza mahkemesi'nin 14.01.2011 tarih ve 2011/156 d iş sayılı kararı imiş bu...

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR evet. Mülk de kimdeyse adalet ondan yana çalışıyor tabii. Bu ve benzeri yasaklamalara neden bu kadar toptancı bir yaklaşım gösterilir acaba? O yayınları yapan bloggerlar tek tek tespit edilemiyor muymuş? Bu o kadar da zor olmasa gerek. Ama uygulamaya bakıyoruz çok zormuş gibi "toptan erişimin engellenmesi" gibi ipe sapa gelmeyen bir uygulamaya maruz kalıyoruz.

Geçenlerde bir üniversiteli blog  yazarının AKP ve Tayyip Erdoğan'ı eleştirdiği bir yazı yüzünden tutuklandığı haberini duymayan yoktur. Ta en başından beri blog denen oluşum ve internet ortamında düşüncelerin özgürce paylaşıldığı ortamlar tehlike olarak görülmüştü. Buna ilk karşı duruş köşe yazarlarından gelmişti.
Burada insanın kafasına takılan şu oluyor hemen.

Ben şiirlerimi yazıyorum bloguma. Benim gibi binlerce kullanıcı olmalı kendi şiirlerini yazıp bloguna koyan. Şimdiye dek hiç bir şaire ait blog şairlerine karşı çıkan bir açıklama duymadım. Falanca neden şiir yazıyor ve bloguna koyuyor diye. Peki siyasi görüşlerini yazan blog yazarları, bizim avanak köşe yazarlarının neden o dönemde bu kadar gözüne batmış ve karşı durmuşlardı acaba? Kendi yazdıkları ve kendi söyledikleri mutlak doğrular mıydı ki? Başka insanların siyasi görüş bildirme ve bunları yazma hakkı onlardan mı sorulacaktı? Bu sorulara o dönemlerde bulabildiğim yanıtın şimdilerde hayata geçirildiğine tanık olmak utanç vericidir.

Digitürk ve onun lanet olası maç yayınları mıdır yalnızca sorun? Şimdi yani bloglara erişim yasaklandı diye digitürk'ün lig tv satışlarında patlama mı yaşanacak? Hepimiz biliyoruz ki böyle birşey olmayacak. Belki de protestolar olacak ve insanlar digitürk aboneliklerini iptal ettireceklerdir. Bu durumda nedir? Blogların susması oradaki platformların okunamaması asıl başkalarının işine gelecektir. Ya da gelecekti diyelim. Çünkü google bu soruna derhal çözüm getirerek DNS ayarlarını değiştirmek suretiyle girişi sağlamıştır ve yine herzaman olduğu gibi kısa bir sürede herkes tarafından öğrenilecek olan 8.8.8.8 ve 8.8.4.4 DNS numaralarıyla erişim sağlanacaktır. Tıpkı şu an benim de sağladığım gibi...

Yasaklar her zaman aşılır. Ki aşılacağı bilinerek konurlar. Örneğin dün gece benim meyhanede fosur fosur sigara içmem gibi. Yasak olmasaydı belki de ben o kadar çok içmezdim. Ola ki dumanımla birilerini rahatsız etmemek konusunda hep nazik olmuşumdur. Hiç kimsenin benim dumanım yüzünden ölmeyeceğinden de bir o kadar eminim.

Yasaklar konur. Bu türden yasakların "önüne-ardına" baktığımda peşisıra rüşvet çarkının işlediğine ya da konulan bu yasaklamaların sıcak para ihtiyacına derman olacağıyla ilgili bir başka haber duyuyorum. Mesela alkol şu şu mekanlarda yasaklandı; Demek ki o mekanın ne yapması gerekecek, ekstra bir ruhsatlandırılmaya tabi tutulması gerekecek gibi...

Şimdi blog konusundaki erişim yasağından ve google.com'um bu derdimize birden bire çare olması konusu ister istemez aklıma takılıyor. Bu konuda hiç birşey bilmem çünkü ben "son kullanıcı" diye tanımlanan bir bilgisayar kullanıcısıyım. 

*Ama bu DNS numaraları bir yığın geçişin birbaşka port üzerinden yapılması kime ne kazandıracak? 

*Dieğr yandan mahkeme kararı çok mu işe yaramış oluyor bu durumda? 

*Ve hükümet bütün bunların neresindedir?

Gibi sorularım var... Sizin yok mu?

Bu Gece

her tarafı benden bir adım
şu Beşçeşmeler'in.
kim kimi paylaştı  bu gece
bilmezden geliriz,
iki yaralı
iki umutsuz çocuğuz.
oysa hiçbir zaman
böyle dertler olmazdı ki konumuz
biz ki kurtarırız memleketi bilirsin,
her kadehte yükselirken seslerimiz
ve artarken sinirlerimiz.
altmışbeşlik Raşit de yorgun,
bağlama üstadı Erol da.
dertler bir ve
roller artık ardı görünür birer kevgir
kimin umurunda...
üzüntüler ve kırgınlıklar
dillere pelesenk
biliriz nasılolsa,
bir adım sonrası yolun
yine ve yeniden memleket...
Beşçeşmeler bu
hava sert eser burada bilirsin
biz ve onlardık başından beri,
biz, onlar ve sevdalardık.
kim derdi ki
bir Tolga Çandar türküsü 
çalarken Erol,
ağlamaksızın biz
şerefe diyeceğiz,
ve meyhanecinin 
ömür boyu enleminde
melekleri kılığına gireceğiz...
"herkes kendi sevdasını çoğaltsın"
der gibi
sormazdan geldi bu gece
bizim çok bilmiş!
hey gidi Köşem,
hey gidi hep oturduğumuz masa
şu yorgunluk bana kalsa
susmaktan da beterdi oysa.
ki kaç kişiyiz,
birbirimizi biliriz.
ama bu gece diyemezdim kimseye,
diyemezdim.
kendi kendimi
ele veremezdim.
sırf bu yüzden bütün muhabbetleri
tahammüden provoke ettim.
eski püskü,
o güzelim dostları
birkaç kadehin içinde
bu geceye mahsus
eritip hapsettim.

"bu gece"
j.ak
01.Mart.2011

(Beşçeşmeler dostları ve Candan Yalçınkaya için...)