18 Haziran 2019 Salı

SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ 8: MÜLTECİLER – GÖÇMENLER



Liberal kapitalizme geçiş sürecini (12 Eylül 1980) darbe sonrası başlayarak, Sovyetlerin dağılma sürecini takip eden dönemden beri yaşamaktayız. Bu zaman zarfında küçük esnafın ve burjuvanın, vahşi kurtlar sofrasında rekabet edebilmesini koşullandıran en önemli unsur kayıt dışı ucuz iş gücüydü ve hâlâ daha da öyle. Türkiye’ye gelen bu yedek iş gücü ordusuna baktığımızda, çoğunluk sırasıyla Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Azerbaycan göze çarpan Türk Cumhuriyetleri’ndendir. Burada gelenlerin çoğunluğunu belirleyen en önemli ölçüt, Türkiye’de kazandıkları paranın dolar olarak karşılığının kendi ülkelerindeki kullanım değeridir. Şöyle kalıplar kullanılır oldu meselâ son zamanlarda: “Özbekler çok çalışkan, ama Azeriler tembel.” İşin gerçeği şudur ki, ne Özbekler o kadar çalışkandır, ne de Azerbaycanlılar öyle tembel. Sadece 100 dolar gibi bir meblağın Azerbaycan’daki satın alma gücüyle Özbekistan’daki satın alma gücü farklıdır. Diyelim ki Türkiye’den Özbekistan’a ailesine ayda 100 dolar yollayan bir Özbek işçinin beş kişilik ailesi, gayet refah içinde geçinebilirken, aynı 100 doları ailesine gönderen bir Azerbaycanlının beş kişilik ailesi pek de geçinemez.

Göçmen işçi konusunda bilmemiz ve anlamamız gereken çok daha önemli bir husus şudur ki, göçmen işçi bir ülkeye asla kendi seçimiyle veya başına buyruk, keyfi olarak gidemez. Çalışacağı ülkenin koşullarıdır bunu belirleyen. Biraz daha açalım, çalışacağı ülkenin liberal kapitalizmi yaşıyor olması ve onu çalıştıracak olan burjuva patronlarının, sermayesini koruyabilmek ve daha fazla kazanabilmek için, ucuz emeğe duyduğu iştahlı ihtiyaçtır. Hâl böyleyken de, “Bizim kendi vatandaşımız zaten işsiz, gelmesinler, kendi ülkelerine gitsinler.” türünde yaklaşımlar, onları köle emeğiyle çalıştıran uyanık burjuvanın pek de umurunda değildir yani. Zira günde 14-15 saat, çoğu zaman izin günü olmaksızın, asgari ücretle ve en önemlisi de sigortasız bir şekilde çalışmaya hiçbir yerli işçi yanaşmaz.

Göçmen işçi konusundaki kısa özetten sonra mülteci konusuna geçelim şimdi. Mülteci; ülkesinde savaş, doğal afet gibi felâketler sonucu can güvenliğini emniyete almak üzere, ya da siyasi sığınmacı olarak yine can güvenliğini emniyete almak üzere gelenlere denir. Sığınmacıdır yani bu gruptaki insanlar. Ana amaçları işçilik etmek, çalışmak değildir.  Ancak ne var ki sığınmacı olarak gelenler onlar için ayrılan fonlarla “geçinemedikleri” zaman, çalışırlar. Ama mültecilerin tümü kayıt altındadır. Onlar için kayıt dışılık söz konusu değildir. Yani uyanık bir burjuva patronu, bir mülteciyi sigortasız çalıştırırsa başı belâya girebilir.

Bu anımsatmadan sonra Türk Soylu Göçmen İşçiler ve Suriyeli Mülteciler ayrımının altını kalın bir çizgiyle çizelim ve artık bu iki farklı konuyu birbirinden ayırabilelim. Çünkü siyasilerin ve bazı uyanıkların, mültecileri bize göçmen işçi gibi pazarlamalarının altında kasıt vardır. Bu asla bir dil sürçmesi falan değildir. Bu durum Türk Soylu Göçmen İşçilerden rol çalmaktır. Mültecileri sığınmacıları siyasi malzeme olarak kullanacak olanların ucuz politikalarıdır. Ola ki Suriyeli sığınmacıların bir kısmı orta ve küçük burjuvadır ve burada da kendi sermayeleriyle dükkânlarını açmışlar ve üstelik vergisiz algısız haksız bir rekabetle işlerini yürütmektedirler. Büyük bir kısmı çalışmaksızın sadece devletin verdiği yardım paralarını alarak, yaşadıkları şehirlerin sahipliğine soyunmuş durumdadır. Nargilelerini tüttürmek, plajda kadın-kız taciz etmek, adım başı mangal keyfi yapmak ve  “daha fazlasını” istemek, kısaca arpası fazla gelip azmak başlıca özellikleri olmuştur. Suriyeli mülteciler arasında bir azınlık olarak çalışanlar da vardır. Pamukta fındıkta yani tarla bağ bahçe işlerinde olduklarını biliyoruz. Ama dediğimiz gibi bu gruptakiler azınlıktadır. Suriyeli Mülteciler, homojen bir yapıya sahip değillerdir.





Şimdi birileri gelip gün içinde uzun saatler çalıştıkları için, dolaşımda hiç görmediğimiz Türk Soylu Göçmen İşçilerle, Suriyeli Mültecileri aynı kefeye koyuyorsa ya kasti bir terbiyesizliğin peşindedir, ya da göz göre göre bizleri aptal yerine koyuyordur.



Son haftalarda mültecilere ısrarla göçmen işçi denilmesinin altında yatan ekonomik gerçeklik şudur ki, kayıt dışılıktan kayıtlılığa geçiliyormuş gibi yapıp, (devlet kapitalizmine geçiliyormuş gibi yapıp), Orta Asya’dan gelen gerçek göçmen işçileri tamamen kayıt dışına itmek, yani liberal kapitalizmi sürdürmektir. Siyasi gerçeklik ise Suriye’den gelenlerin çoğunun Ermeni ve Kürtlerden oluşuyor olmaları ve yeni Amerikan projesi olan “şehir devlet” sürecinde bu kayıtlı mültecilerin belediyelerde istihdam edilmelerini sağlayarak Türkiye’nin parçalanma sürecini hızlandırmaktır.

Ancak bu işler o kadar kolay değil. Biz bu oyunu görüyoruz ve bozacağız!

JALE ALTUNEL
18 Haziran 2019


           

caz öze döndü dedi Veysel

caz özüne döndü
kayıtlı olanlar,
kayda değer işyerlerinin
şiddet görmemiş parkelerine
kayıt dışı olanları gömdüler
şiddetle.

meyvesi toplanmamış ağaçlar gibi ağırdı
mühimmatları askerlerin
mitraist mühimmatlara daldı uyku
caz öze döndü.

savaş ve duman
daha ağırdır
her zaman
bir askerin
taşıdıklarından.

"caz öze döndü dedi Veysel"
j.ak
18. Haziran. 2019





7 Mayıs 2019 Salı

ne zor

Ne zor iki ateş arasında kalmak.
Ne zor birilerinin kanadı altına sığınmak zorunda kalmak.
Seçeneksizlik ne zor.
Yalanları çırılçıplak görmek, ama yine de dinler gibi yapmak ne zor.
Büyük kitlelerin "büyük" inançları karşısında çırpınmak ve kanatları yolunmak ne zor.
Uçamamak ve mıhlanıp kalmak ve sadece seyretmek zorunda kalmak ne zor.
Son'u görmek ne zor...
"ne zor"
j.ak
7 Mayıs. 2019

3 Mayıs 2019 Cuma

SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ 7 -- KALIPLAR VE KOSTÜMLER



Türklüğün islamla sentezleneceğine inanıyorsun da, başka bir ideolojiyle sentezlenince niye öküz trene bakar gibi bakıyorsun?

Emperyalizm "globallik" denen ucubeyle gittiği yolda tıkandı. Tıkandıkları yer ve zamanda durumu kurtarmak için küçük-orta çaplı savaşlar çıkarmaya ihtiyaç duymaktalar. Ama işin daha tuhafı globallik hikâyesi çürüdüğünden beri ülke ülke, muhtelif ve zaten var olan hareketlerin ardına geçip o yoğurdu sulandırıp ayran yapıyorlar. Sonra da istedikleri idareciyi iş başına getiriyorlar ya da zaten işbaşında olanı orada tutuyorlar.

Kazakistan'daki 1 Mayıs Halk Hareketi'nin de arkasındalar, Fransa'daki Kara Blok - sarı yeleklilere karşı - anarşist hareketin de arkasındalar. Ama görülüyor ki bazı yerlerde bu da yemiyor. Sarı yelekliler içinden kara bloka geçiş yapanlar olmuş 1 Mayıs'ta Fransa'da meselâ. Gerçekte anarşist olanlar mı sarılılar tarafından ayartıldı, yoksa tam tersi mi oldu mevzu o değil. Mevzu Halk Hareketleri'nin belli bir yerden sonra kontrolden çıkmasıdır.

İdeolojilerin uygulandıkları yer, jeosiyasi düşünce "gereği" artık çoktan oluşmuş ve oturmuş kalıpları mıh gibi çakmıştır kafalara. Komünizm dediniz mi meselâ orada duracaksınız bir dakika. Bunu savunuyorsanız ya rusçusunuz, ya çinci ya yugocu. Mao Tito ve Stalin de zaten birbirlerini çoook severlerdi ve kardeş kardeş geçinirlerdi değil mi? Titoizm Hocaizm Maoizm Stalinizm diye uzanıp giden aslında tek bir ideolojinin fraksiyonları say say bitmez. Ama kalıp tektir yani "Kahrolsun komünizm" dediniz mi ne kadar da anti-avrasyacı sovyet rusya karşıtı olduğunuzu "belirtip" altını da bir güzel çiziktirmiş olursunuz. Ama gel gelelim kazın ayağı öyle değildir. Çünkü ayranınız yoktur içmeye sermaye tahtravanıyla gidiyorsunuzdur saçmaya.

Demem şu ki 80 darbesi sonrası Türkiye'de başlayan liberal kapitalizm, emperyalizmin emir komutasında kendini her ne kadar islâm üzerinden şekillendirdiyse, bir o kadar da sol üzerinden şekillendirmiştir. Bu kalıpları kendi çıkarları adına işletmiştir. Kendini sosyalist hatta antiemperyalist zannederek büyük kitleler ardına takılanların ideolojik düşüncelerine saygım sonsuz, ama ne yazıktır ki birilerinin hizmetkârı olduklarının öldükten sonra bile farkına varamayacaklar. Üzerine oynanan ülkelerde "büyük kitleler" demek de zaten o demek. Ne demekse? Anladınız işte. Aynısını islâm üzerinden de yapmadılar mı sanki?

Ama işte yakın tarihteki ilk örnek İran'dı ve komünist hareket islâmcılarla kolkola yürüdü. Sonra 79 karşı-devrimi gerçekleşti ve vinçlerde ilk sallandırılanlar o komünistler oldu. Karşı-devrimler de büyük devrimlerde sıkça görüldüğü gibi öncülerini yok eder. Halk Hareketleri öyle güçlüdür ki kapanın elinde kalır. Sahipler kimlerdir bu bilinir, ama Hareket'in Kanaat Önderleri kimler haline dönüşür bunu bilemezsiniz. Dikkatli olmak lâzım.

Neyse, ayçiçeği tarlalarımıza dokunmazlarsa çekirdeklerimiz elimizde izliyoruz iblislerin kurup kurup bozulan, kimi zaman da bozulmayan oyunlarını. Ama biz ülkemiz ve Türk Dünyası üzerine kurulan oyunları bozmak için buradayız. Her kanaat önderiyim diyenin peşinden sürüklenmeyecektir bu millet.

"Birilerine güzel inandın o saflık hoştu güzeldi. 
Ama masumluğundan vurdular işte o kötüydü." (Nevim Dirican)



Jale ALTUNEL 
3. Mayıs 2019

21 Nisan 2019 Pazar

söz veriyorum

Daha önce aynısı başıma gelmedi mi sanki?
İnsan Türkiye'de yaşar da aynı durum başına gelmez mi? 
İnsan Türkiye'de yaşar da en yakınlarıyla "bir anda" ters düşmez mi?
SİS ÇANI'yla tariflemişti Melih Cevdet Anday 
Telgrafhane şiirinde böyle durumlarda çan çan çan haberdar etmeyi.
Yoruldum desem inanır mısınız?
Devrimci adam yorulur mu? 
Yoruluyor işte. 
Ne devrime inanç kalıyor böyle, 
ne memlekete. 
Canhıraş savunabileceğim değerlerim var oysa.
Cumhuriyet, Atatürk devrimleri...
Korkmaktan vazgeçeli çok oluyor. 
Keşke tek derdimiz bu olsaydı.
İnanmak ne güzel bir tutkudur.
Ve şairin dediği gibi ne tatlı bir şifadır aldanmak.
Sevdiklerime inancım öylesine naif ki, 
Utanmaları en son isteyeceğim iş.
O yüzden siyaset yazmayacağım artık.
Varsa yoksa bisiklet
Kedim Caz
Börtü böcek
Gezi tozu
ve yüksek sadakatime nail bir küçücük ego. 
İçimden konuşacağım.
İçimden konuştuklarımı şiirlerime söylerim belki.
Düzeltmeler yaparım üzerlerinde, 
dilbilgisi hataları sözcüklerin yerleri, 
dizelerin melodisi, 
entonasyon hataları...
Söz veriyorum canlarım, 
içimden konuşacağım bütün olmazları 
aykırılıkları. 
Olur olmaz dökmeyeceğim artık eteklerimdeki ağır taşları. 
Alıkoymayacağım kimsecikleri o tatlı şifalarından.
Ve eskiden çok yapardım, 
şimdi sisler dağılıp da gerçekler ortaya bir bir döküldüğünde 
kimseye "ben demiştim" demeyeceğim.

"söz veriyorum"
j.ak
21 Nisan 2019





18 Mart 2019 Pazartesi

BATI EMPERYALİZMİNİN GELDİĞİ YER

Son beş yıldır, tüm dünyadaki "göçmen işçiler" konusuyla ilgileniyorum. Konu elbette son beş yılın konusu değil. Ama Türkiye'de de, 1980 sonrasının ekonomi politikasındaki ibre, liberal kapitalizmi işaret ettiğinden beri, yıl be yıl ekonomide artan kayıt dışılık, özellikle SSCB'nin dağılmasıyla paralel bir seyirde bizim ülkemizde de göçmen işçilerin talep edilmesini beraberinde getirdi.

Önce Rus kadınlarını gördük. Bunlar ekseriyetle seks işçiliği yaptılar. Daha sonra bavul ticareti. 2000'li yıllara gelindiğinde artık sadece Rusya'dan değil, Türkistan'dan da pek çok soydaşımız, kayıt dışı ucuz emeği büyük bir iştahla talep eden küçük ve orta burjuva işletmelerinde ucuz yedek işçi ordusu olarak talep edildi. Ve bu süreci hâlâ hazırda yaşamaktayız.

Avrupa'ya, yani vahşi batıya dönecek olursak, orada II. Dünya Savaşı sonrası artan ucuz yedek işçi ordusu talebi, sanayiiden hizmet sektörüne kadar sür-git bir seyirde devam etmiş, yıldan yıla da, gerek sosyo kültürel, gerek sosyo ekonomik olarak etkileşimi beraberinde getirmiştir.

Bu girişi yapmaktaki amacım sosyo kültürel etkileşimin ekonomiden ayrı düşünülmemesi gerektiğine dair olup, konuyu kendi bakış açımla anlatmak istememdir.

Avrupalı, sömürüyü, işgâli, yok etmeyi, hak ihlâlini ancak kendine mübah görür ve bu yaptıklarına "demokrasi götürüyoruz", "medeniyet götürüyoruz" gibi isimler takar. Ama siz kendi ülkenizi savunduğunuzda bunun adı "barbarlık" olur.

Fransa Cezayir'de iki milyon insanı katletti, Avrupanın pek çok ülkesinden "yeni dünya" coşkusuyla Amerika'ya gidenler oradaki yerli ahaliyi (Kızılderililer'i) katletti. İngilizler Hindistan'a gidip orada milyonları katletti. Ama onlar "medeni", biz "barbar"ız.

Avrupa'ya göçmen işçi olarak gidenlerle Avrupalı arasındaki sosyo kültürel fark, Türkistan'dan Türkiye'ye gelenlerle Türkiye Türkleri arasında yaşanmamaktadır. Dil aynı din aynı ortak geçmiş kadim tarih aynı... Bu anti parantezi asla aklımızdan çıkarmamamız gerek. Çünkü bu büyük bir avantajdır.

TÜKETİM KAPİTALİZMİ ÇARKINDA FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ



Avrupalı artık, İkinci paylaşımdan sonraki süreçte arkasını iyiden iyiye sağda solda çıkardığı hibrit savaşlarla ve terörle huzurunu kaçırdığı ülkelerden köle emeğiyle aldığı göçmenlere yaslamış durumdadır. Onlar "beyaz yarı tanrılardır", diğerleriyse onlara hizmet etmekle yükümlü ucuz köleler. Öyle ki Avrupalı hem onların sırtından rahat yaşayacak, hem de onlardan sosyo kültürel manada rahatsızlık duyduğunda, bu "istenmeyen unsurları" rahatça çekip vurabileceklermiş. 15 Mart'ta gerçekleşen Yeni Zelanda saldırısını Avrupa'da kimsecikler ağız dolusu kınayamadı meselâ. Oysa saldırıyı gerçekleştiren İskoçyalı da İngiltere'nin sömürgesidir. Ve Tabii ki Yeni Zelanda ve Avustralya da aynen öyle... Bu arada yeri gelmişken o coğrafyalarda da aborjin yerlileri hunharca katledilmedi mi? Ama neofit saldırgan, kraldan çok kralcı bir eda ile kendini bu beyaz yarı tanrı unsurun canfeşan jandarması olarak görmektedir.

Avrupa emperyasından verdiğim örnekler Rusya için de geçerli. Her ne kadar 1917 devrimini yaşamış olsa da Viking Slav karışığı Ruslar da tüm Türkistan'ı yıllarca sömürmüşler, sırtlarından geçindikleri Türkistanlılar'a ve Kırım Türkleri'ne karşı aynı faşizan baskılarla mukabele etmişlerdir. Saldırganın Sırpça şarkısı, Sırbistan'daki Rusçu faşistlerin TV.'yi basıp Türkler'e kin kusması hiç de tesadüfi değildir. Slav kardeşliğinizi sevsinler sizin.

Türk Milleti Haklı davasını ÇANAKKALE ZAFERİ ile taçlandırmış bir millettir.

Batı tipli bir emperyalizmi ise ne Osmanlı ne de Cumhuriyet sonrasının Türkiyesi benimsemiştir. Terör saldırılarında da Türkler'e ait bir imza görülmez. Vur kaç taktiğiyle değil, düzenli ordusuyla, hayvan gibi kaslı kaslı değil, 13 yaşındaki evlâtlarımızla yendik!

Gerekirse tekrar aynı yenilgiyi batının kendi eliyle yaratmış olduğu bu tuh hastalarına yaşatırız...
ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİMİZ KUTLU OLSUN!

Jale ALTUNEL 
18. Mart. 2019



13 Mart 2019 Çarşamba

st. Petersburg'da tekila içmek

yapraklar gibi dökülmüştü insanlar sokaklara
bir başka dünya sloganlarıyla
toprakta cemleşti ağaçtan gelen kimya
yol vardı yoldaşlarıyla
ve yolda,
yolsuzluk dolu bir coğrafya
yolsuzdu yine,
at binmez kılıç kuşanmaz yoksul
köylü kadın, erkek işçiye
erkek işçi memura kul
coğrafya diyorum, bu coğrafya
tam bir okul
tek bir mezun vermedi
küskün bir yediveren misali
üsküdar'la moskova arası
İstanbul'la Semerkand arası kadar belki
suç ortaklığı yaparken atlar ve kılıçlar
bize nalbantlık düştü
ve nal asmak
şans getirsin diye.

"st. Petersburg'da tekila içmek"
j.ak
13. Mart. 2019

10 Şubat 2019 Pazar

ANNE TERLİĞİNDEN DARBEYE SEKSENLER GENÇLİĞİ


Hep geçmişe ait nostaljik anılar beynimizin uzun ince ve tatlı kıvrımlarında, bir nehirden akan bol köpüklü sular gibi tertemiz hüzünsüz pürüzsüz ve ışıltılıdır. Anımsadığımız günler bile hep bol güneşli ve sıcacık. Hey gidi seksenler.

Bu “bol güneşli sıcak anılar” herkeste farklı bir efektle vücut buluyor. Söz gelimi ben darbenin olduğu yıl sadece on dört yaşındaydım ve benden birkaç yaş küçük insanların bile o yıllardan bahsederken “gözü kara” ve çok “bıçkın” devrimciler olduklarını, hatta “götürüldüklerini”(!) falan anlatmalarına tanık oldum. Yahu insaf o yaşlarda klâsik bir Türk evlâdı anne terliğiyle terbiye ediliyordu. Misafirlikte birden fazla şeker almayasın diye evde nasihat veriliyordu sana paşam, ne götürülmesi, ne devrimciliği ne solculuğu alla sen. Cin Ali serisinden Marx’a, nasıl bir geçiş yaptın? Kara delikten mi geçtin?

İş başa düştü. Anlatalım madem.

Bizim bahtsız kuşak, yetmişlerin sonlarında yaşanan o bunalımlı kaosu da, her gün düzenli olarak gençlerin ölüm haberlerini de kafasına kazımış, üniversiteye adımını sıkıyönetim zamanı atmış ve anne-babası tarafından da “aman evlâdım sakın ola siyasetten bahsetme, ağzını sıkı tut asla bir olaya karışma!” şeklinde tembihlenmiş, “uslu”, tırsak ve sinmiş, yani kısaca kayıp bir kuşaktır. Bunun böyle olmadığını iddia edenlere aldırış etmeyin. Yalan söylüyorlar. Bir de anti Amerikancılık hikâyesi var ki hele o, külliyen yalan.

Beyaz Gölge dizisiyle parlayan basketbol hepimize Converse ayakkabılarını giydirmedi mi? Giydirdi. Antrenörümüze Coach diye hitap etmedik mi? Ettik. Grease adlı film gösterime girince o eski Amerikan arabalarına hayran olmadık mı? Olduk. Şarkı sözleri bile hâlâ aklımda,

“I got chills
They're multiplying
And I'm losing control…”

Üniversite yılları başladık kıllanmaya pek tabii. Ama kendi adıma şunu diyeyim ki o yıllarda okuduğum kitapları yeterince anlamamış olduğum ve 21 yaşımdan sonra tekrar okuduğum acı bir gerçektir. Etrafımdaki akranlarım da düpedüz aynı durumdaydılar.

Bizler itiraf etmeden ne değişebilir ne de değiştirebiliriz. Samimi olmak gerek. Geçmişle barışmak ve onu olduğu gibi kabullenmek gerek. Hareketli bir canlı üzerine falsolu terlik atabilen ve her attığını isabet olarak kaydeden annelerin gül çocuklarıydık biz. Ne eksik, ne fazla...

Ağabeylerinizin ablalarınızın anılarını kendi anılarınız gibi anlatmayın şu seksen darbesine dair. Gerçekten ayıp oluyor. O kaotik dönemde hayatlarını kaybeden fidanların hatırasına ayıp oluyor en başta…

Jale ALTUNEL
10. Şubat. 2019

4 Şubat 2019 Pazartesi

kadın

gidelim Nidaba
postmodern gürültüler sokağında
epik kostümlerimizi giyelim
bir elimiz,
yakın geçmişin çocukluğunda
bir elimiz,
geleceğin gece mavisi saçlarında olsun.
ne dersin?
sayfalar dolusu bir tarihi
sığdırabilir miyiz dokuduklarımıza?
ipe un serelim Nidaba
tozları yağacak tarihin
okuduklarımıza.

"kadın"
j.ak
4. Şubat. 2019

23 Aralık 2018 Pazar

açtılar

kusurlu sayıldı
bol küsürlü insanlık
iyiliği yetmedi
baldırı çıplak fukaralığın
ve belki bir anlamı vardı
sözcüklere bile tutsaklığın.

açtılar...

tüm sırlarını açtılar
tüm surlarını açtılar
ve
kusurlarını.

yeğledik sırf bu yüzden
tok bilgilere
üç kuruşluk küsürlü cehaletleri.

fahişeler dostum,
sırf bu yüzden
samimi geldiler hatta
gözüme.
o derme çatma
ve boşvermiş emekleriyle.

"açtılar"
j.ak
23. Aralık. 2018


21 Aralık 2018 Cuma

BİR İÇERİ ŞEHİR HİKÂYESİ

Akşamüzeri mi yoksa sabahın ilk saatleri mi bu alacakaranlık? Küçük bir odada tek kişilik bu yatakta, sırtındaki tüm kemikler sızlıyordu. “Hava ne kadar da soğuk. Nem olmasa soğuğu bu kadar fazla hissetmezdim.” Diye mırıldandı yataktan doğrulmaya çalışırken. Ezan sesiyle irkildi. İrkilme sebebi ezanın hoparlörden değil, yalın bir insan sesinden duyulmasıydı. Ezanın makamına kulak verdi ki akşam ezanı mı sabah ezanı mı olduğunu anlayabilsin. Ama ezan kulağının alışık olduğu bir makamda değildi.

Sıcacık yataktan gönülsüz bir şekilde kalktı, küçük odadaki yekpare pencerenin sımsıkı örtülmüş perdesini araladı. Daracık ve hafif meyilli bir kıvrımla aşağı doğru küçük bir dere gibi inen sokağın köşesinde, ikinci kat yüksekliğinde bir yerde olduğunu tahmin etti. Sokak öylesine dardı ki karşısındaki binalara neredeyse eliyle dokunabileceğini sandı. Tanımıyordu burayı. Buraya nasıl geldiğini ve nasıl uyuduğunu hiç bilmiyor, anımsayamıyordu. Ağzında acı bir pasla odadaki eşyaları inceledi. Pencerenin yanındaki yatağı, dikdörtgen odanın kapısına doğru sol tarafta duruyordu. Kapının sağ yanındaki tekli gardırop üçüncü sınıf otellerde görülen koyu ahşap, iç tarafları ince nişli, masifleriyse bin dokuz yüz yetmişli yılların modern çizgilerine sahipti. Yerler mozaik taştı ve yatağın baş tarafından kapıya kadar uzanan, üzerinde Kars motifleri bulunan mavisi ve kırmızısı bol bir kilimle örtülüydü. Kapının sol yanında bir lavabo, yatağın pencereye doğru başucundaysa bir komodin vardı.

Yatağın altından ucu çıkmış bir bavula ilişti gözü. Bavulu tanımıştı, onundu. Üzerindekilere baktı dikkatle, altındaki pijamamsı eşofmanı çekiştirdi baldır kısmından, aynı şekilde üstündeki kalın penyenin yakasını yenlerini çekeledi, kaşlarını kaldırarak dudağını sarkıttı ve “ne alaka, nasıl geldim buraya yahu?” dedi. Uyku sersemliği geçmeye başlamıştı ve pencereden kapının sol yanındaki lavaboya doğru seğirtti, yüzünü yıkamak, ağzındaki paslı kuruluğu çalkalamak için musluğu açtı. Su cılız da olsa akıyordu. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı ağzını çalkalarken suyun lezzetini fark etti. İstanbul’da neredeyse kırk yıldır unuttuğu bir durumdu musluktan akan suyun adeta içilebilir bir lezzette olması. Bu cılız suyu iştahla içmeye başladı musluktan. Bavuluna yöneldi, fermuarını açtı. İçinde eşyalarını gördü ve sevindi. Üstelik bir yüz havlusu, temiz birkaç çift iç çamaşırı, saç fırçası, makyaj malzemelerini koyduğu çantası bile vardı. Üzerini değiştirdi. Lavabonun üzerindeki küçük aynada derme çatma ve aceleyle makyajını yaptı.

Dışarı çıkarken bavulunu alıp almamakta tereddüt ettiyse de, almamaya karar verdi. Üzerine siyah bir pantolon ve siyah boğazlı bir kazak giymişti. Gardırobun içinde deri ceketini ve botlarını buldu. En son onları da giyip odadan çıktı. Kapının iç tarafında anahtar vardı. Anahtarı yanına aldı, kapıyı kilitlemeye gerek görmedi. Kapı çıkışında sola doğru bir koridordan geçti. Koridorun sonunda aşağı doğru inen dar ve içe doğru yuvarlak bir merdiven vardı. Merdivenin ahşap tırabzanına sıkıca tutunarak indi. Tek bir merdivendi bu ve inmekle bitmiyordu. Koridordaki ışık bir süre sonra merdiven boşluğunu aydınlatmayacak hale geldi ki, alt katta gün ışığının huzmeleri saçlarını ve yüzünü okşadı adeta, zamanı ayırt edebilmişti nihayet. Sabahtı ve alacakaranlık yerini aydınlığa bırakıyordu. Sabahın ilk ışıklarında buranın küçücük, on beş yirmi yataklı bir butik otel olduğunu anladı. Lobide kimse yoktu. Pencereden gördüğü dar sokağı giriş kapısından da görünce kendini çocuksu bir coşkuyla sokağa attı.

Kaybolmamak için her yere nirengi gözüyle bakıyordu. Dere gibi aşağıya doğru bükülerek inen bu dar sokağı arşınlamaya başladı. Rüzgâr bu küçük sokakların arasında bile kapı ve camların pervazlarında ıslıklar çalıyor, saçlarını kırbaç gibi savuruyordu. Sokak bitmiş ve yol iki yana doğru ayrılmıştı ki, sol taraftaki sokağın, yukarıya ve aşağıya doğru uzanan surlarla kesildiğini fark etti. Surların içinde bir yerdi burası.

Tam surların olduğu yöne doğru gidecekken sağ taraftan bir piyano sesi duydu. İçinde tarifsiz bir heyecan oluştu. Nasıl ve ne şekilde geldiğini bilmediği, hiç tanımadığı bu yerde, işitmiş olduğu bu ses içini öylesine ısıtmış öylesine sarmalamıştı ki, kendini güvende hissetti. Sesin nereden geldiğini bulmalıydı. Sağ tarafa ayrılan yol önce düz sonra tatlı bir meyille kıvrılıyor ve sokağın dar olması nedeniyle geri kalan yönü anlaşılamıyordu. Sesin geldiği yöne hızlı adımlarla yürürken sabahın ilk ışıklarında nihayet karşı taraftan kendisine doğru yaklaşan orta yaşlı bir adam görerek bir şeyler sorabilecek olmanın rahatlığıyla adamın yolunu kesercesine önüne atıldı, “Buralarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı?” Adam gülümseyerek, “Hə, bu küçənin axırına in təzə kutab bişirərlər orda” dedi.

Şaşkınlıktan adama teşekkür bile etmeden sadece başını yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak, yüzüne asılı aptal bir gülümsemeyle koşmaya başladı. Azerbaycan’daydı. Piyano sesinin çok yakınına gelmişti. Hatta piyano sesinin yanında gülüşmeler konuşmalar da duyulmaya başlamıştı. Ne yöne gittiği yukarıda anlaşılmayan sokak tekrar sağa kıvrılmış ve yolun sağ tarafında da kapısı ardına kadar açık bir ev gördü. Piyano sesinin bu evden geldiği aşikârdı artık.

İçeri dalarken en ufak bir tedirginlik duymadı Çolpan. Girdiği yer evin avlusuydu ve piyano sesine karışmış insan sesleri tüm avluyu kaplamış, ipek bir örtü gibi sarmıştı bu dar sokaklı minyatür şehri.

Avluyu çepeçevre saran kare yapının birinci katında tırabzanlara tutunarak belinden aşağıya düşecekmiş gibi sarkan güzelce bir kadın kahkaha atarak el salladı Çolpan’a. “Həəyyy gəl bura, gəl sənallah!” İşaret parmağıyla avlunun sağından yukarı çıkan merdiveni gösteriyordu. Çolpan merdivenleri hızlı bir şekilde çıkarak kadının yanına geldi. Kadın genç ve güzeldi. Su yeşili kaşe eteğinin üzerinde etek boyunda nar çiçeği renkte bir tunik, içinde beyaz boğazlı bir kazak, kazağın üzerinde de altın renginde iri halkalı ucu etek bitimine kadar sallanan kalın metal bir kemer vardı. Saçları geriye doğru krepeli, omuzlarına doğru dökülüyor, yumuşak kumral rengi, zarif bir kıvrımla narçiçeği tuniğinin üzerine düşüyordu. Çolpan’ın hızlı adımlarla yanına gelişine sabırsızlanıp, tutunduğu tırabzandan öne doğru güç alarak koştu ve Çolpan’ın ellerini tuttu “Gəl əzizim içəri gədək” diyerek Çolpan’ın tek bir söz söylemesine soru sormasına bile meydan vermeden çekiştirerek onu evin geniş holüne soktu.

İçeride akşamdan kalma bir partileme hali vardı. Dört erkek üç kadından oluşan bu grup, piyano eşliğindeki tatlı sohbetlerini adeta bitirmek istemiyor, son birer kadeh daha kırmızı şarap içmek için Çolpan’ın gelişini bahane ediyorlardı. Çolpan orada kendini yıllardır tanış olduğu insanlar arasındaymış gibi rahat, konforlu ve samimi hissediyordu. Gözü odanın sol tarafında kenarı duvara yaslanmış piyanoda ve kendisine arkası dönük olarak piyano çalan adamdaydı. Adam Çolpan için kopan patırtıyla çalmayı durdurup piyanosunun başından kalktı. Döndü ve Çolpan’a doğru yaklaştı, “Nəcesən aycan, bizi xoşbəht əledin, xoşgelmişsin” dedi. Çolpan, kalın aşağı doğru uzanmış bıyıklı, geniş favorili kemerli burunlu beyaz tenli ve anlamlı bakışları olan bu adamın elini sıkarken bir elini de onun omzuna koymuştu. Adam da aynı şekilde sol elini Çolpan’ın omuzuna koydu ve “Sizə təzə yazdığım mahnımı icra ətmək istəyirəm Xanım” dedi. Çolpan atıldı, “Adı? Adı ne acaba?” Adam hiç düşünmeden cevapladı “MART”...

Çolpan ona ikram edilen bir kadeh şarapla beraber, masanın üzerinde akşamdan kalma atıştırmalıklardan yemeye koyulmuştu ki orada duran gazeteye ilişti birden gözü. Gazete kril harfleriyle yazılmıştı ve üzerindeki tarih 1977’ydi. Derhal piyanosunun başına, yeni bestesini çalmak üzere oturan adamın yanına giderek, “Doğru mu bu gazete? 1977 yılında mıyız? Sizin adınız ne?”diye sordu. Adam kalender bir kahkaha patlattı, “Nolsun ki sən hansı ildə olalım istəyirsən? Biz hər vaxtta olarık. Mənim adım Vaqıf” dedi ve bestesini çalmaya koyuldu...

Çolpan telefonuna alarm zili olarak yüklediği Vaqıf Mustafazade’nin Mart adlı bestesiyle tatlı uykusundan uyanmıştı. Rüya mıydı gerçek miydi tüm bunlar? Yatağından kalkıp perdeyi araladı, sokağa baktı. İstanbul İdealtepe’deki evindeydi. Göğe bakarak gülümsedi ve gözlerini kapadı. Tek bildiği şuydu ki; Vaqıf Mustafazade yaşıyordu...

Işıklar içinde uyu Vaqıf. 
JALE ALTUNEL 
Nartugan/2018

bizim dansımız

aşk emekçisiydi
renklerin dansı bir ara
tekmeler atıldı birden
ayaklarına
coşkuyu parçaladı emekçi, 
o acıyla
ve çocukça bir ludist edasıyla.

sarı sendikanın
ara bulucusu gibiydiniz
aşk karargâhında.
şuursuz, esrimiş, etobur.
patronla hemen ortak olur,
renksiz bir dans satın alır,
satardınız sonra
beş misli fiyata.

bilir misiniz?
aşk emekçisidir
renklerin dansı hâlâ
kâh selâmını alır Şehriyar’ın
Haydarbaba’dan
kâh bavulunu taşır bir göçmenin
Orta Asya’dan.

acıya dayanıklıdır dostum
renklerimiz
ne eğilmekten anlar
ne bükülmekten, sözlerimiz.
kızıla döndüğünde
gönül dağında gök kubbemiz,
turkuaz türküler yakacağız
aşktır mürekkebimiz.

“bizim dansımız”
j.ak
19. Aralık. 2018

7 Aralık 2018 Cuma

göçmen kış


söz yorgunluğunda uzun gece
soğuk,
histeri nöbetinde
gözkapakları tahammülsüz
ve son falsoyu verip
son sözlere,
kornerden gol edasıyla
yolladık gözden kulağa sanki,
küpe niyetine.

davasından habersiz
bir göçmen işçi
şu yağmur.
getirdi tarlalara yollara, bağlara
koskoca bir bozkır
ve söz yorgunluğunda bu ara
haklı bir dava.

davasından habersiz
bir haklılık,
gönül dağında birikmiş kar.
bıraksan,
memleketin en güzel havzalarına
damarlarından dolar
ama
öyle yüksek haykırdınız ki
çığa döndü hak
ve altında kaldı söz.

“göçmen kış”
j.ak
7.Aralık.2018


1 Aralık 2018 Cumartesi

MEMLEKET






                                                                                                      "Memleket"

                                                                                                   JALE ALTUNEL
                                                                                                     30 Kasım 2018

24 Kasım 2018 Cumartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Bakımlı mı bakımlı bir esmer güzeliydi benim ana yarım. Sevgili Gülümser Hanım. Sabun kokan bir teni ve minik esmer ellerinde nar çiçeği ojeleri... Atatürk ve kırmızı beyaz kedi merdivenleri. Milli Bayramlarımız'da tören yürüyüşleri... Dostu Tulpar olsun ilkokul öğretmenimin.

Babam sık sık seferdeydi orta okula geçtiğimde ben. Baba yarılarım oldu o kere. Hüseyin Bey fen ve tabiat bilgisi öğretmenim. Bir gün şöyle bağırdı tüm sınıfın önünde; Filiz Sonay, Jale Ak... Yine ne yapmıştık da bizi tahtaya çağırıyor diye, korka korka çıktık Filiz'le kara tahtaya. Orta bir ve ilk dönemin sonları. "Basketbola ne dersiniz?" diye sordu sırık Filiz'e ve bana. Aynı boyda iki kızdık o sınıfta... Sevinçten gözlerimiz parladı. "Yapabilir miyiz ki" diye sordum. Öğreteceğim dedi. Öğreteceğim... Koltuğunun altına Cumhuriyet Gazetesi'ni sıkıştırarak gelen İngilizce Öğretmenimiz Ali Bey... Şiveli ama tertemiz Türkçesi'yle Mehmet Bey de asla unutamadıklarım arasında.

Derken liseye geçtim. Artık bir basketbolcuydum aynı zamanda. Öğrenmiştim. Öğretmişti yetiştirmişti beni Hüseyin Bey. Memleketin en güzel lisesiydi benim lisem. Herkesinki öyledir zaten de, benimkisi başkaydı. Hele benim öğretmenlerim, bambaşka. Evinin bahçesinde ağırlayan Edebiyat Öğretmenimiz Gülsüm Hanım'dan mı bahsetsem, bana sanat tarihini sevdiren Gönül Hanım'dan mı, yoksa milli bayramlarda giydiği kırmızı beyaz tayyörleriyle sırf ona mahcup olmamak için ders notunu sekizlere dokuzlara çıkarttığım tarih öğretmenim Kâmuran Hanım'dan mı?

Tekin Bey Beden Eğitimi öğretmenimizdi. "Gel bakalım gel AK" dedi. Bedri Bey'e gözüyle beni işaret ederek "Ağabeyinden yeni kurtulduk şimdi de kardeşi geldi" dedi. Bıyık altından gülüyordu:
- "Nereyi kazandı Ağabeyin?"
- "Hava Harp Okulu'nu hocam." 
- "Sen nereyi istiyorsun bakalım?"

Onun beden eğitimi öğretmeni olduğundan ve Gölcük Barbaros Hayrettin Lisesi'nin de bir basketbol takımının varlığından haberim vardı. Hemen atladım:
- "Ben basketbolcu olacağım Hocam!" Kahkaha attı.
- "Bedri bak basketbolcu olacakmış. Olur mu bundan basketbolcu?" Bedri Bey bana baktı, gülüştüler... Tekin Erdem oturduğu masasından ayağa kalkarak yanıma geldi elini omzuma attı. Okul takımı seçmeleri olacağını ve sonra da antrenmanların başlayacağını söyledi...

Ne mi oldum? Sporcu tabii. Spor Akademisi'ne hazırladı beni Tekin Erdem Öğretmenim. Vefat etti baba yarım...

***

Ne çok şey öğrettiler ÖĞRETMENLERİMİZ...
Özveriliydiler. İğneyle kuyu kazmanın ne demek olduğunu ben de bir beden eğitimi öğretmeni olunca anlamıştım. Ne kadar da zordu birine bir şeyler öğretmek. Ne büyük bir emek, ne büyük bir çabaydı.


Kiminden mert olmayı öğrendim, kiminden dostluğu, kiminden mücadele etmeyi, kiminden dürüstlüğü. Yani demem o ki, derslerin dışında bana ne çok şey kattıklarını anlatmakla bitiremem. Şanslı mıydım ne?

Bütün öğretmenlerimin ellerinden öpüyorum. 
Başta BAŞ ÖĞRETMEN ATAMIZ olmak üzere, naçiz bedenleri O'nun gibi toprak olmuş öğretmenlerime ve eğitip öğretmekten başka derdi olmadığı halde öldürülmüş olan şehit öğretmenlerimize de Tanrı'dan rahmet diliyorum...


ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN.



Jale ALTUNEL 
24. KASIM. 2018

9 Kasım 2018 Cuma

"AZƏRBAYCAN QIZLARI GÖYLƏRİN ULDUZLARI" HAYDİ TÜRK KADINI STADA!

Bu slogan 9 Kasım 2018'de yani bugün Tebriz'de oynanacak olan TRAXTOR adlı Türk takımının maçına giden Traxtor taraftarı gençler tarafından maçın 25. dakikasında seslendirilecek.

İran molla rejiminde bu yıl kadınların stada girmesi konusu geçtiğimiz Haziran'da gündeme gelmişti. Ve molla rejiminin kadınlara getirdiği bu yasaklı durum Dünya Kupası'nda delinmişti. Bu Fars kadınlarının "başarısı" olarak molla rejiminin tarihine geçmiş olsa bile, şimdi İran İslâm Cumhuriyeti Güney Azerbaycanlı Türk Kadınları'nın Traxtor maçlarına girmesine engeller çıkartmaktadır.

Az önce aldığım bir habere göre, Türk Kadını stad yakınına bile yanaştırılmıyormuş.

Oysa Dünya kupasında Azadi Stadyumunda İspanya Maçını dev ekrandan izlemek üzere gelmiş binlerce kişi arasında pek çok Fars kadın vardı... Beş kadın erkek kılığına girerek stada girmeyi başarmıştı. Sonra izin çıktı. Derken o izin "altyapı problemleri" nedeniyle iptal edildi ve bu gelişme üzerine protestolar ve sloganlar arasında bir oturma eylemi başladı. Protestonun videoları sosyal medyada kısa sürede yayıldı ve #Azadi_iptalietiketiyle kısa sürede 2 bine yakın paylaşım yapıldı. İran İçişleri Bakanı Abdurrıza Rahmani Fazli'nin özel talimatı sonrası maçın başlama vuruşundan bir saat önce kadın taraftarların stadyuma girişine izin çıktı. (BBC News 21Haziran.2018)

TÜRK KADINI - FARS KADINI AYRIMCILIĞI

İran'daki Güney Azerbaycan Türkleri her konuda olduğu gibi kadın konusunda da ayrımcılığa maruz kalıyor. Ve bence KADIN konusu bir İslâm Cumhuriyeti olan İran'da en sıkı tutulması gereken "iş"lerin başında gelmekte.

* Çünkü irticai bir karşı-devrimin amacı sakatlanmış bir toplum yaratmaktır.
* Bir toplumu sakatlamanın en güzel yolu tek kanadını kopartmaktır.
* Kadınlar olmadan sadece erkeklerden oluşan bir güruh, değil Millet, bir topluluk olmaktan bile çok çok uzak kalacaktır!


FAKİRE DİN, ZENGİNE "LİBERTE"

Güney Azerbaycan'daki Türkler'in İran Molla rejimine geçişte nasıl bir tarihsel sürece gark olduğu ve yoksullaştırıldığını net olarak biliyoruz.

İran'da Türk nüfusun yoğunluklu olarak yaşadığı Güney Azerbaycan bölgesine on yıllardır ne bir fabrika yapılmıştır, ne de bölgenin gelişimine katkı sağlayacak bir alt yapı hizmeti. Türk'e ait olan bölgede halk, yoksul ve yalnız bırakılma politikalarıyla "kaderine" bırakılmış ve git gide yozlaştırılmış, cahil bırakılmış ve yobazlaştırılmıştır. Fakirlik cahilliği, cehalet yobazlığı tetiklemiştir ki biz buna Türkiye'den de gayet net bir şekilde aşinâyız.

İran'ın zenginlikleri Farslar'ın yoğunluklu olarak yaşadığı şehirlerdedir sözün kısası. Zengin ve nispeten daha eğitimli halk da doğal olarak Farslar'dır İran'da. Zengin Fars Kadınları'nın baş örtülerini saçlarının yarısından çoğu gözükecek şekilde bağlamalarına da son yıllarda hiç ses çıkarılmadığı gelen haberler arasındadır. Yani zenginseniz İran'da hiç bir eli sopalı polisin engeline takılmıyorsunuz. Gerekirse bastırıyorsunuz ceza parasını ya da rüşveti, basıp geçiyorsunuz...

Şimdi bu durumda sınıfsal olarak fakir bir konumda yaşamaya terk edilmiş Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarımızın TRAXTOR maçında yapacakları bu çıkışı ve bu sloganı son derece önemli bulduğumu söylemeliyim.
İran Molla Rejimi'nin bu çifte standartlı yasağı soydaşlarımız tarafından delinirse, bunun devamında bir TÜRK DEVRİMİ kaçınılmazdır.

YANINIZDAYIZ SOYDAŞLAR! BU KONUDA SONUNA KADAR YANINIZDAYIZ! HAYDİ TÜRK KADINI STADA!


Jale ALTUNEL 
9 Kasım. 2018