4 Haziran 2013 Salı

SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ - III




Libya, Ürdün, Mısır Fas, Tunus, Sudan ve tabii ki Suriye…

Bu ülkelerde olan bitene baktığımızda, yürütmenin başına “getirilmiş” olanların güdümlü bir siyasete uşaklık ettiklerini ve yönetimin de tıpkı bizde olduğu gibi totaliter bir diktatörlükten ibaret olduğunu görmemek için sanırım kör olmak gerek. Küresel çete, uşaklarını kullan at mantığıyla çalıştırır. Bu durum NATO’da eğitilen üst rütbeli askerlere kadar böyledir. Miyadını doldurduğunda, işi bittiğinde bir tür kabuk değişimi gibi bu “ürün”lerden kurtulur ve yerine yenilerini getirir…

Dünyanın hızlıca dönüştürüldüğü son 20 yıla baktığımızda, tröstlerin, çok uluslu şirket kompradorlarının yeni dünya düzeninde tüm enerji kaynaklarını ele geçirmede moda bir terim olan ‘küreselleşme’yi kullanarak hedeflerine nasıl ve ne şekilde zeminler hazırladıklarını gayet iyi biliyoruz.

Minareyi çalan kılıfını da hazırlarmış. Lenin’in’ın “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye bahsettiği hak, farklı bir şekliyle 1966 yılında ilk kez karşımıza getirildiğinde, o uluslararası antlaşmayı imzalamamıştık. 2005’de bize dayatılan bu uluslararası antlaşmada (İkiz yasalar-neosevr), sözcüklerin tanımların içleri boşaltılarak Ulus sözcüğü “halk”a evrilmişti ve maalesef küresel çete uyanıklarınca hazırlanmış bu metni  imzaladık. Bölünme yolundaki bunca kırmızı çizgi ihlâlinin,  uluslararası arenada meşruiyet kazanmış şekli işte bu “ikiz yasalar” antlaşmasıdır...  Yani artık halkların kendi kaderini tayin hakkı, özgürlük, insan hakları, ileri demokrasi biz ve bizim benzerimiz ülkelerde, küresel çetenin diline sakız olmuş, sözde demokrat geçinen mütareke kalemşörlerince de peşinden koşulan bir muz olmuştur.

Arap Baharı’nı yani malûm turuncu devrimi incelediğimizde ilk gözümüze çarpan oradaki aktivistlerdir. Türkiye’de de PKK’nın siyasetteki uzantılarının tıpkı Arap ülkelerindeki aktivistler gibi bir rolü üstlenmiş olduklarını apaçık görürüz. Diktatörlere karşı ne yapılmalı? Kalkışılmalı, ayaklanılmalıdır. Plânların gerçek pınarı, membağı tam da burasıdır…

 “TRUVA ATI” taktiği

İlk günkü yazımda özellikle şu “popülerlik” üzerine yoğunlaşmıştım. Çünkü bu hareketin gideceği yönü tespit edebilmiştim az çok. Koskoca Atatürk Orman Çiftliği, diğer tarafta üçüncü köprü arazilerindeki hektarlarca yeşil alanın katliamı sözkonusuyken neden Taksim’in bu denli önemli olduğunu iki şekilde açıklayabilirim. İlki yine doğru bir tespit olan konunun derhal medyaya servis edilmesiydi. Ki bizler nice eylemlerin içinde yer almış, nice gaz bombaları yemiştik 29 Ekim Ankara’sından bu yana… Ama bu büyük halk hareketleri (29 Ekim Ankara, 13 Aralık Silivri, 8 Nisan Silivri, 19 Mayıs Ankara) hiçbir şekilde medyaya günler öncesinden servis edilmemişlerdi. İşte burada işgillenilmesi gereken bir durum vardı. Ki konunun kendine ait olan “yaşam biçimi, özgürlüklerin sembolü olma, ağaçların katliamı” gibi aslında hiç de önemsiz olmayan “popülerlik” boyutunu kat ve kat aşan bir durumdu. Çünkü medya, bir konu popüler olmasa bile onu popülerleştirmenin en işlevli dinamiğidir. Diğer taraftan yürütmedeki diktatörün söylemlerini artık en sert şekline (iki ayyaş vb.) getirmesi istimi sıkışmış bir düdüklü tencere etkisini yaratacaktı memlekette ve öyle olup bom diye patladı…

Bu dinamik üzerinden hareketle “bizim aktivistler” derhal devreye sokulmuşlardır. Kanaat önderleri Y-CHP ve BDPKK sempatizanları mevzuyu canhıraş bir biçimde sahiplenmiş ve diğer büyük dalgadan haberli ya da habersiz kendi işlerini yapmaya koyulmuşlardı.

Birleşe birleşe kazanacağız!

Bu slogan tıpkı ulus sözcüğünün halklar’a evrildikten sonra, kerameti kendinden menkul ithal anlamıyla,  insanların papağan gibi bağırmaya başladıkları “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı gibi son derece popüler ve kulağa hoş gelen bir slogandır…

Birleşilen yere dikkatle bakacak olursak orası Türk Bayrağı ve Mustafa Kemal Atatürk’tür. İyi ya işte ne var bunda canım diyecekseniz, hiç demeyin… Son yıllarda en fazla Atatürkçülük yapan İP’den bahsetmenin tam zamanıdır çünkü. Burada uyanık olmak gerekir diye düşünmekteyim. Çünkü Doğu Perinçek 1991’de yazdığı kitabında Kemalizm’in devrinin bittiğini söylüyordu. Aynı yıllarda Abdullah Öcalan’ı PKK kampında ziyaret ediyor, ona karanfil hediye ediyordu… Geçtiğimiz yıllarda Aydınlık Gazetesi Andrew Mango’nun mişli geçmiş zaman ekleriyle ve sık sık kullandığı “herhalde” sözcükleriyle bezediği “Modern Türkiye’nin Kurucusu Atatürk” adlı kitabını Atatürk hakkında bugüne kadar yazılmış en iyi biyografi kitabı olarak lanse ediyordu(!) Ki gerçekte bana göre son derece palavra, sinsice Atatürk’ü diktatör gibi gösteren, ailesini karalamaya çalışan bir üslüp net bir şekilde görülür o tuhaf biyografide… Aydınlıkçılar bunu nasıl farkedemez ve palavra bir kitabı lanse ederler anlamış değilim.

Taksim Gezi Parkı için yedi gündür yapılagelen direniş hareketine baktığımda, kitlelerin ezici bir çoğunluğuna İP’nin Atatürkçülük üzerinden yaptığı “kanaat önderliği”, aklıma ilk gelen komplo teorisinde tehlikeli bir ihtimali barındırıyor. Bitirilmeye çalışılan en önemli birleştirici ve bu milletin Cumhuriyetle mayalanmış Atatürk algısını yerle bir edebilme ihtimalidir bu da…

İP ve örgütlü bir biçimde onun yanında yer alan TGB konusunda aklıma takılansa organizasyonlarında harcanan hiç de az olmadığı apaçık görülen maddi kaynaktır. Nereden gelir bu derenin suyu bilinmez.  8 Nisan Silivri duruşması organizasyonunda yurdun her yerinden yüzlerce otobüs kaldırılmıştı meselâ...


Memleketin hemen her kurumundan milli sözcüğü çıkartılıp atılmıştır son dönemde. Son 30 yıldır musibet ilân edilen millî sözcüğünün herhangi bir etnisiteyi işaret etmediğine dair ne kadar çok yazdıysak ve söylediysek kendimiz okuduk ve kendimiz dinledik! KHK’larla bir gecede alınan kararlarla Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı yurttaş yetiştirme maddesi Millî Eğitim’den çıkartılmıştı. Bir sürü karar vardır bunun gibi ama bu bana göre en önemli olandır. Yani özetle, bir şekilde şu Atatürk’ten kurtulunması gerekmektedir ama nasıl nasıl?!

İşte düdüklü tencere istimden patlamış, bir tür halk galeyanı oluşmuş ve Mustafa Kemal’in askerleriyiz nidalarıyla halk en sonunda(!) sokaklara dökülebilmiştir. Ellerimizde Türk Bayrakları yüreğimizde memleket sevgisiyle, bu güzel topraklar üzerinde eşit, özgür, tam bağımsız, emeğin hakça bölşüldüğü, etnik ayrışmaların, yağmaların, talanın ve her geçen yıl giderek artan dolar milyarderlerinin olmadığı bir memleket özlemiyle faşizme diktatörlüğe karşı haklı mücadelemizi vermektir derdimiz.

Ancak ne var ki iktidarın kendi sonunu görerek korkusundan, saldırıların dozunu artırması polisin vahşeti andıran saldırıları adeta bir iç savaşı tetiklemektedir.
Sivil polisin kâh kontrgerillalığı üstlenmesi, kâh halkın içine sızıp eylemle ilgili ters guard propoganda yapması asıl amacın bu olduğunu göstermektedir.

Olası bir iç savaş sonucu vatanımız, üslerimize yığılmış olan Nato askerlerinin postallarıyla çiğnenme tehlikesi altındadır. Ekonomik olarak bu durumu bertaraf edebilecek durumda da değilizdir üstelik... Ne ki, ok yaydan çıkmıştır artık ve insanlar AKP gitsin de ne olursa olsun kafasına girmişlerdir çoktan…

AKP’nin gitmesi ve yeni bir partinin işbaşına gelmesi çözüm müdür?

1854’te Osmanlı’nın borçlandırılması sonrası, ikinci borçlandırılmamız Marshall Plânı’yla olmuştur.  II. Dünya Savaşı sonrasında 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketi olan bu plânla, tıpkı 1876 sonrası duyun-u umumiye zamanı yaşanan yaptırımlar yaşanmıştır. Emperyalistlerin Plânları hiçbir zaman değişmediği için öncelikle cahil bırakılmak istenen bölgeler üzerinden oynanmıştır sinsi oyun ve ilk olarak Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Sonrasında olan biten zaten iş başına getirilecek olan idarecilerin basiretsizliği ve gafletleri üzerine konumlanmış bir dizi saçmalıktan ibarettir. Verilen tavizler ve memleketin sokulduğu borç batağı cehalet ve zübükzadelerle harmanlanarak bizleri bugünlere taşımıştır… Aynı dönem NATO Paktı’na üyeliğimizse ordumuzu büyük ağabeyin arka bahçesindeki jandarması yapmıştır. Ve elbette aynı ordu olası yol kazalarında yaptığı –tümü ABD kaynaklı olan- darbelerle ABD’ye karşı görevlerini harfiyen yerine getirmişti…

Sistem içinde yer alan partilere ve on yıllardır bir türlü değişmeyen seçim sistemimize baktığımızdaysa Türkiye’nin hiçbir zaman demokrasiyle yönetilmediğini, yapılan bu oy verme saçmalığında asıl yönetim biçimimizin plütokrasi olduğu aman aman mikroskobik bir durum değildir. Aday isimlerinin parti başkanlarının iki dudağının arasında olmasından tutun da cebinde parası olmayanın asla siyaset yapamamasına kadar her şey ortada ve apaçıktır… O halde böyle bir düzen içinde AKP’nin gidip falancanın gelmesi neyi değiştirebilir ki? Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi seçimler yasaklanırdı” demiş. Haksız değil…

Taksim Gezi Park’tan tüm Türkiye’ye dalga dalga yayılan ve git gide sertleşen bu kalkışmaya dönecek olursam en başından beri dört adet komplo teorim olduğunu söylüyorum;


 1. Kalkışmanın günler içinde eriyerek bitmesi ve hiçbir şeyin değişmemesi…
 2. AKP’nin gitmesi ve yerine, küresellere yine onun verdiği tavizlerin aynını veren  bir X partisinin gelmesi.
 3. Bir iç savaş çıkması ve küresellerin Türkiye’yi Suriye ile eş zamanlı bir şekilde  bitirme operasyonu.
 4. Bir iç savaş çıkması ve TSK'nın Kuvva-i Milliye ruhuyla bu halktan yana tavır  alarak halkıyla beraber devrimi tamamlaması. (II.Kurtuluş Savaşı)

Devrimler asla kansız olmamışlardır. Kanlı olurlar ve silâhlı güçler mutlak suretle halkının yanında yer alırlar.









1 Haziran 2013 Cumartesi

SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ - II



Kanaat önderliği yapan siyasiler halk hareketinin altında kalmışlardır!
Bizler al beyaz Bayrağımız’ın, altında, bu totaliter rejime, emperyalizme, yağmaya, kapitalizme, faşist diktatörlüğe karşı birleşmekteyiz ve bu vatanın gerçek sahipleri olarak söz söyleme hakkımızı lâyığıyla kullanıyoruz ve kullanmaya da devam edeceğiz!
Bu bir halk hareketidir. Etnik, mezhepsel ya da siyasal hiç bir ayrım olmaksızın!  
Alanlara adeta nöbet değişimi yapar gibi akın akın yağıyoruz. Cumhuriyet Mitinglerinde halk ilk kez sokaklara dökülmek gibi bir refleksi kazanmıştı. Ancak o hareket derhal manipüle edilmiş, insanların inancını güvenini kırmak üzerine oynanan oyun, bir anlamda başarı kazanmıştı. Bu duruma çanak tutan o e-muhtırayı unutmayın unutturmayın!
Şu anki durum, sadece lastik değişimine mi yarayacak, yoksa değişimden sonra gelecek olan siyasiler, böyle bir refleksi kazanmış olan halk karşısında kendilerine çeki düzen vermeyi akıl akıl edebilecekler mi?
Arap ülkelerinde olup bitenleri ve BOP çerçevesinde yapılması düşünülen değişimi düşününce aklıma ilk gelen polisin şiddeti daha da artırması ve hatta halkın “aynı türden” verebileceği yanıtların ihtimali.  Bunu polis kendisi provoke ederse durum içinden çıkılmaz bir hale gelir ki istenen bunun ta kendisi midir göreceğiz.
İyi şeyler düşünmek istiyorum. Ama aklım yüreğim büyük resme takılı.
Ortadoğu'da yapılagelenler ortadayken, füze kalkanları memlekete yerleştirilmişken, Suriye sınırı PYD terör örgütünün kampı haline gelmişken, üslerimizde Alman Amerikalı Nato askerleri cirit atarken, bu halk hareketinin AKP'yi devirip yerine "yenisini" getirmesi gibi bir işe yarayacağını düşünmek gibi bir seçenek de yok değil. Ama bu seçenek bana hem çok safiyane hem de  işlevsiz geliyor.
İyi şeyler düşünmüyor değilim.
Bu halkı yani bizi küçümseyen aydın geçinenlere çatıp durmuşumdur yazılarımda. Umutlarım bu dip dalgasının tusunamiye dönmesi ve yapılmış herşeyi silip süpürmesine dair... Ama bu da tek başına olabilecek bir şey değil. Küresellerin kurallarını ve bu işbirlikçilerin onlarla beraber yaptıklarını tanımayacak bir iradenin masaya yumruğunu vurması gerekiyor. İşte olması gereken ya da benim devrim hayalim budur.
Yoksa AKP gitmiş diğeri gelmiş, Ayşe gelmiş Fatma gitmiş ne fark edecek ve ne değişecek ki? Alkol serbest olur, yaşam biçimimizde serbest oluruz. Ama nedir? Aynı serbesiteyle küresellere lokma olmayı sürdürürüz ancak…
Satrancı andıran stratejik bir oyun oynanıyor.
Gezi Park’taki direniş, önce medyaya yansıtıldı hemen. Yani Silivri’deki yüzbinleri görmeyen duymayan televizyon kanalları bu konuya mal bulmuş mağribi gibi atladılar. Peki sonra ne oldu? Bu kez Gezi’yle ilgili haberleri kısıtlamaya başladılar. İktidar işine geldiği gibi yorumladı ve aynen o şekilde öttürdü papağanlarını. İktidar borazanları ölümlerden yaralananlardan hiç bahsetmeyip, halkın bu büyük kalkışmasını küçülttükçe küçülttüler. Derken haberler bir anda kesildi… Allah Allaaah (cc) Ne oldu da kesiverdiniz hani veriyordunuz? Ne oldu? Ben söyleyeyim ne oldu, polisin şarjı, gaz bombası, faşist saldırıları karşısında halk yılmadan, ölmek pahasına orada durdu. Her geçen saat  sel gibi oraya akmaya devam etti, emperyalizme, faşist diktatörlüğe karşı sloganlarını sertleştirdi.

Elbette iktidar borazanları bunları verecek değillerdi...
Şimdi bunu ancak tek bir şekilde okuyabiliyorum. Hesaplar tutmadı. Yani amiyane tabirle yemedi. Uymadı, tüm hesapların plânların, stratejilerin altında kaldılar. Hepsi hem de. Amerikan Büyükelçisi buna dahildir. Kendisi bir anda söylem değiştirdi, ben eminim ki mal bulmuş gibi olaya atlayan büyükelçi bile en başında ağzını açtığı için bin pişman oldu. Zira Çılgın Türkler oyunlarını bozdu. Bu tusunaminin önünde hiçbir güç duramasın!
Olaylar henüz başlamamışken yazdığım yazıda insanımızın örgütlülük adına karambol bir şekilde bunu sadece sosyal paylaşım sitelerinden yapabildiklerini söylemiştim. Olayın üzerinden saatler geçince en fazla popülasyonu barındıran sosyal paylaşım sitelerine girişler engellendi. Ancak ne var ki teknolojik bir çağdayız. Derhal engellemeye karşı programları herkes yükleyiverdi.
Şu aşamadan  sonra, provokasyonların ve her tür siyasi manipülasyonun bastırılabilmesi ve uyanık olunması gerekmektedir.

J.AK
1.Haziran.2013a




31 Mayıs 2013 Cuma

SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ...


“Yenileceğimizi biliyordum ama halk savaşmak istiyordu…”

Paris’te Marks bir halk ayaklanmasında bunları söylemişti evet. Ve yenildiler.
Örgütsüz bir mücadele yenilmeye mahkûmdur.
Peki neler oluyor?
Silivri’de
Hasdal’da,
Buca’da,
[Reyhanlı’da,
Üçüncü Boğaz Köprüsü civarındaki büyük çaplı doğa katliamlarında?]

Taksim Gezi Parkı korunduğu zaman, yeşil alanlarımızı ve dolayısıyla vatanımızı kurtarmış mı olacağız? 

Elbette hayır. 


Siyanürle maden aranmasından tutun da, köprüydü AVM’ydi aklınıza ne kadar rant kapısı geliyorsa her biri için öylesine büyük bir iştah ve zorbalıkla yapılagelindi ki bu katliamlar, Taksim Gezi Parkı belki de devede kulak. Ama nedir? Orası kentin en panoromik, en gözönünde, en can alıcı ve hatta en “popüleritesi yüksek” uzvudur. Asla önemsizdir demeyeceğim. Çünkü Kapitalizme karşı yapılan bu eylemin alt metninde kalın puntolarla yaşama biçimime ve özgürlüklerime karışma vurgusu yatmaktadır. Taksim bir yaşam biçimidir. Ve her bir ağaç biliyorum ki benim canımdan kıymetli.

İş bu kıymetli – ve popüler vaziyet-, biliniyordu ki kullanılabilirlik değeri azami seviyelerde bir durumu da beraberinde getirecekti. Ha keza böyle de oldu.

Sokak konusunda kendimi tıpkı o Paris’teki kitleye benzetiyorum son dönemde katılmanın benim için bir zorunluluk olduğunu bildiğim eylemlerde. Kim olarak katılıyorum? Vatandaş. Peki bu eylemler kimler tarafından organize ediliyorlar? 

Örgütlülük boyutu nedir? Uzantıları belli siyasi yapılardı her birinin. O onu desteklemiş, bu bunu. Peki bu siyasi görüşler benim siyasi görüşlerimi bire bir yansıtıyor mu? Hayır. Hiç biri bire bir yansıtmıyor. Ancak ne var ki insan doğası devreye giriyor böylesi durumlarda. İçgüdüsel bir çıkış, bir hamle. Ayağa kalkış, kendi kendini yalnızca “kendine” doğrulamak adına bir direnme içgüdüsü.

Reyhanlı’da 177 canımız katledildi. Onlar için binlerce insan toplanıp şiirler söylemediler ne yazık ki. Bugün Taksim'de onların unutulmadığına dair sloganlar da atılır umarım...

Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün yolları “şuradan” geçecekmiş denildi. Ve hektarlarca arazi  o nadide örtüsünden mahrum bırakıldı. O canım ağaçlar, içinde yaşayan börtüsü böceğiyle, kuşlarıyla birlikte yok edildi. Sonra denildi ki “Yok yok yol oradan değil, şuradan geçecek. Yanlışlık yaptık…” Oysa biliyoruz böyle bir yanlışlık yapılmaz. O bölge orman vasfından arındırıldı. Yani yeni 2B yasasına göre imara açılmışoldu…


Peki Gezi Parkı için toplanan binlerce insan neden oraya gidip şiirler, şarkılar söylemediler? (Söylemedik?) Uzak diye mi? Yeterince panoromik olmadığı için mi? Şimdilik popüler olmadığı için mi? Ya da en önemlisi   önlerinde Sırrı Süreyya Önder gibi bir kanaat önderi olmadığı için mi? Bu gece şartlarım uygun olsaydı normal bir zamanda yüz metre mesafesine bile asla yaklaşmayacağım Apo’nun posta güvercini Sırrı Süreyya ile aynı safta yer almak pahasına Taksim Gezi Parkı'na ben de gidecektim. Ancak bu durum beni naçizane kendimce bazı tespitler yapmaktan da asla alı koymuyor… Zira mücadelemizin henüz gerçek anlamda örgütlü bir mücadele olduğunu sanmıyorum. Örgütlülük adına olagelen, gücünü sosyal paylaşım sitelerinden  alan karambol bir çıkıştır şimdilik. Belki de her şeyin bir sırası vardır.

Söz konusu olan yer İstanbul’un gözbebeği Taksim Gezi Parkı’dır. Memleketteki yüksek katılımlı son dönem eylemlerine baktığımızda, benim aklıma, 8 Nisan Silivri duruşması, 1 Mayıs(Taksim), 19 Mayıs (Sıhhiye) geliyor. Neler oldu bu eylemlerde peki? Onca insanın katılımıyla gerçekleşen bu protestolar medya ve TV.'de hiç bir yer bulamadı... Halk organik(!) Amerikan yapımı gaz bombalarıyla tanıştı, hatta kaynaştı. Öyle ki önlem olarak eczanelerden solüsyonlar bile temin edebiliyoruz artık… O derece de bilgilendik. Polis öylesine güçlendirildi ve F tipi bir hale sokuldu ki ve yetkileri öylesine genişletildi ki. Allah yarattı falan demeyip yer misin yemez misin, tıpkı bir panter edasıyla saldırıyor halka…

Büyük kitleler ve bir ayağa kalkıştan bahsediyordum. Konu şimdilik dağılmasın. Halk üzerine yapılagelen her bir baskı, her bir yengi, o halkın gücünü ve direncini kırar. Bu bilinen bir gerçektir. O yüzden ben çoğu zaman bu organizasyonların bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorum bu bir…

İkincisi Taksim Gezi Parkı’yla alakalı. Medya ve TV.'da geniş yankı buldu bu konu acaba neden diğerleri bir satırlık yer bulamazken bu protesto ayyuka çıktı?

Burada öncelikli olarak zaman aralığına dikkat çekmek istiyorum. Dün ve bugüne yani. Geçtiğimiz gün yüce meclisimiz geceyarısı saat 01.30’a kadar çalıştı(!)… Bir konu yasalaştı:  Yeni yasada "Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO'ya aittir" hükmü çıkarıldı. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi için TPAO'ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı… Aynı zaman aralığında Gezi Parkı’nda protestolar olurken “Başbakan bütün devlet erkanıyla İstanbul’un tüm su rezervlerini içeren bölgeyi talan etmek ve binlerce ağacı kesmek üzere canlı yayında trilyonları harcıyordu hepimizin ve gezidekilerin gözü önünde…” 

Taksim’deki “BÜYÜK KANAAT ÖNDERİ”(!)  Sırrı Süreyya Önder. Kimdir Sırrı Süreyya Önder? BDP milletvekili. Dış güçlerin bu memlekette yaratmaya çalıştığı düzen solcusudur. Zaman gazetesinde yazıları yayınlanırdı arada. Hâlâ yayınlanır mı bilmem. Zaman gibi gazeteler düzen solcularının reklâmını yapmayı pek bir severler. Neyse. Herkes biliyor kim kimdir nedir neye ve kimlere hizmet eder…

Bana göre Taksim’de olan bitenin iki türlü sonucu vardır.

Birincisi, dava büyük bir ihtimalle kazanılacaktır. Taksim Gezi Parkı büyük kanaat önderi sayesinde kurtulacak ağaçlarımız kesilmeyecek falan olacak filan olacaktır… Kulağa gerçekten çok romantik gelmiyor mu?

İkincisi kaybedilecektir. Ama düzen ve sistem partileri her daim böyle zeminlerden bir yoklama çıkarır. Acaba kim için? Ki kendilerince bir kazanımdır. Peki bu ata(!) kim oynar? E onu da ben söylemeyeyim. Siz zaten anladınız…

Gezi Parkı o bölgenin yegâne yeşil alanı. Duygusal yaklaşmamak elde değil. Oradaki her bir ağaç bir can. Ama elbette yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtını da olumlamıyor. Benim yanıtım kafadan Hayır!.. Bu konunun müsebbiblerine bakıldığında aynen bir PR'dır bu.
Sıkı çalışma doğrusu...

Derdim büyük resmin kendisiyledir. Oraya giden birbirinden değerli insanın bu olan bitenin öznesi, figüranı durumuna sokulmasıdır!



J.AK, 
31. Mayıs. 2013



21 Mayıs 2013 Salı

virile döne


tek kanat nedense hep kopuk
fonda tanıdık yalnızlık
kolları sorgusuz
ve iki yana doğru açık.

düşmen lâzım diyor inatla
okuduğu manifestosunda.

hey gidi aşinâ,
durduk yere bozguna uğratmasana
virile döne
dirile öle, uçuyorum işte
gece yolcusuyum öylece
sıfırıncı meridyende...

uçuyorum yalnızlık 
hava alabildiğine karanlık
ve görmüyor musun?
gidiyorum bu gün yine batıya
esiyorum hatta 
gün doğusundan frişka
yıldızları affetsin tarih
rüzgâr da benim,
kanat da!

“virile döne”
j.ak 
21.Mayıs.2013





14 Mayıs 2013 Salı

Adem...


özgürlük
av kapanında koca bir yem
işaretler bırakmış asırlardır
sınır niyetine adem
artık birikmeyecek
yarınlara renklerden desen
hazır çizgilerde
ölüm istiflenirken.

“adem”
j.ak
14.Mayıs.2013



5 Mayıs 2013 Pazar

şaşırmak ne güzel


zaman yetmez ararsam,
sesini işitmeye
bir sekizinci notanın  
her bir tadı ayrı güzellikte
bu sakin rotanın.
nedenleri öylesine çok ki
minnettarlığın
tümü yere düşse de
anlatmaya gücü yetmez
bulutlarımın.
adları ne kolay telaffuz ediliyor
onlarca yılın
ve şaşırmak ne güzel,
saklanmasına, 
antik tutkuların.
derdindeyken 
memleket kokan
dağların, ovaların
soluklandığım tek yer
bir gecenin özüydü
başımı yasladığım.

“şaşırmak ne güzel”
j.ak
5.Mayıs.2013


1 Mayıs 2013 Çarşamba

görünmez düşlerimiz


zaman  savrulurken,
boş vermişlik
gösterişsiz çerçevesiydi
zor bir resmin
anlaşmak üstelik,
pek azıyla mümkündü
söylenenlerin.
hanidir şu rehavet
dikkat istedi hep
ve nihayet,
uzun mesafelere
sessiz cümleler kuruldu
sonra tanıdık bir paragraf oldu,
hatta hacimli bir kitap.
ve hatta başka gezegenden
secde edilesi eski bir şarap.
tarihî frekans antlaşmasının
maviydi telaşsız mürekkebi.
can kulağıyla dinledi beni
ve yazdı sonra bir iç denize,  
iç seslerimi.
o sırada, çılgınca
yudumluyordum ben
görünmez düşlerimizi.
ve görünen o ki,
sular altında kaldı kıyıları
tüm sözcüklerin şimdi.

“görünmez düşlerimiz”
j.ak
30.Nisan.2013


19 Nisan 2013 Cuma

Resimdeki Nefes...


     Giderken olayların üzerini bambaşka örtülerle örtmek gibi son derece hastalıklı bir tavra sahip olduğumu kimseye söylemedim. Bu yüzden tüm gidişlerim parantezlerde saklıydı benim. Anlaşılmaya dair umutlar tükendiğinde, kendini imha yolunu seçen bir kimyasal atık gibi, üstelik de giderken saçtığım mikroplardan habersiz bir şekilde, sırf kendimi daha iyi hissetmek adına, gidebilmekti işim…


Gündeliklerin içinde, elime ayağıma dolanan o koca egolarla ve gereksiz sololarla, zücaciyecideki fil gibi gidiyordum bilmem kaç yıldır kuruttuğum zar gibi olmuş kırılgan yaprağın üzerine. ‘Haksızlık ettiğimin farkında olmak’la hiç alakası yoktu durumun. Bu sadece sebeplerin içinde, benim ön plâna çıkardığım bir balondu. “Belki de daha iyi anlıyorlar!” sözüydü tek derdim. Asla iyi bir hafız olamama nedenim, suçlanacaklar listesinde hep ilk sırayı tercih edişim. Sorunum olmadı öylesi trajik finallerle çünkü. Dolup dolup, boş verdim. Olsun. Ama yukarıdaki cümle, öyle çok tekrarlandı durdu ki yüreğimde, onu oradan alıp da beynime sokamadım bile. Çünkü yeri asla orası değildi. Ve sanırım o parantezin içindeki kırgınlığın adı da sadece “zannedilmek”ti…


       O yılın sonunda, o daha iyi anlayan güruhu yönlendirenler tarafından çok önemli biri  katledildi. İçimdeki güzeyimi ne kadar uzun bir süre kendime doğrulayıp tekrar tekrar sağlamladıysam da, kanamaktan kurtaramadım duygularımı. Haksızlığa uğramıştı bilinmezlerim. İsimsiz kozalarda, hiç bir yere gidemeden durdum. Durmadan durdum. Zannedilmenin ağırlığı çöktü üzerime, tonlarca beton dökülmüş gibi. Ki durmaksızın dolup, boş verdim kendi kendime. En iyi dostumu yitirmişim gibi hissettim. Niyeyse, onu da bilmiyorum. Deniz kuşlarıma şiirler yazdıran farkındalıktan, olağanüstü bir dost öz’lemiştim özetle. Ve o kaybediş, pasifiğin en derin yerine düşürülmüş kuru bir yapraktı benim için. Sırf bu yüzden zaman zaman kabarcıklar içinde nefes alıyordum, nefessiz. Ki ben en çok oradayken mutluydum.


    Sonra yeniden şiirlerime koyuldum. En güzeli derin uykularda şiirlerle doymaktı. Bilirsin aşırı kan kaybı, oldukça yavaşlatır ve hatta çıkarabilir insanlıktan bir insanı.  Oysa insan olabilmeye duyduğum özlem öylesine inanılmazdı ki… Günlük rutinler nasıl olsa ezbere ve bir çırpıda halloluyorlardı. Sevinçler, neşeli kahkahalar ve tamamlandıkça üzeri çizilenler.  


       Gidişime attığım kuru sıkı tebessümlerim, bayram çocuklarının çatapatları gibiydi. Ne kadar çok ses çıkartıyorlardı ve ne kadar parlaklardı… Önüm arkam sağım solum, kontrolsüzce ama her nasılsa gayet düzgün bir biçimde halledilmişliklerle örülüyordu. Bu örgünün hep dışında kaldım nedense, yapımında ve yayınında dahilim olsa bile. Kırık dökük parçalar öyle şık bir hematoma dönüşmüşlerdi ki içimde, kendi konformizmini oluşturmuş zararsız organlar gibiydiler. Zamanla bunun kötücüllüğünden sıyrılıp iyi bir şey olduğuna dair kurgular yapmışlığım bile vakidir. İşlevleri sadece  ayakta tutabilmek ve hissettirmekti aldığım tüm nefesleri. İşte bu yüzden,  kaç santigrat derecedeyse tenim, orada var oldu hep, istenmezliğim…


     Sonrası, öncesine dair, bin dokuz yüz elli model bir Antonov’un kapısıydı. Yerden iki bin metre yüksekte. Kinesyolojik açıklaması saniyenin altıda birlik zamanında saklı. Düşmek, anlamaktır bir bakıma. İlk ne zaman düştüm o mavinin pınarına, anımsamıyorum. 

ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi, 
zorla giydirilmeye çalışılan 
o dapdaracık entariyi, 
yırtıp yırtıp attım her defasında. 
ve her defasında, 
biraz daha çok sevdim 
okul çıkışı giderken 
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a  
o servise binip, dalıp gitmeyi, 
ön çaprazıma...


"Resimdeki Nefes"
j.ak
19.Nisan.2013

17 Nisan 2013 Çarşamba

Sitte-i Sevr


sitte-i sevr bir Nisan fırtınası
fukaranın kalmadı giyecek hırkası
Sevr'lere soğukluğumuzun alamet-i farikası
bizim değil, düşmanın fırkası
sittin sene duracak değil ya sitte-i sevr
Elbet bir gün sittir olur gider!
Gün döner ay dolanır,
geçer bu vakt-i çerağan geçer...

"sitte-i sevr"
j.ak
Suna Çalışkan İçaçan
17.Nisan.2013



16 Nisan 2013 Salı

Stilsiz Düşerken Ay'a...


baş döndürücü bir yer burası.
bilinç altı düşlerden biri gibi.
ki ilk kez ben değilim yönetmeni.
stilsiz düşüyorum Ay’a.
tutamadım güzel sözcüklerimi
hepsi o sırada
uçup gitti.
hatta mevsim normalleriyle
benim anormalliklerim arasında,
yoktu bir ilişki.
tamamlandı temel ihtiyaç listesi
hüzün en başı çekti
üstelik bin yıl önce öğrenmiştim
tebessümün matematiğini
denize baktığım yerde çünkü
içim hep yazdı.
orada geleneksel festivaller vardı
güneşin ciğerlerime işlemişliği de zaten
hep bu yüzden.  
dokunduğum ya Ay tozuydu,
ya da denizimizin tuzu
ben çok sevdim o aşırı dozu! 

“Stilsiz Düşerken Ay'a”
j.ak
15 Nisan/2013






12 Nisan 2013 Cuma

SİLİVRİ TÜRKÜSÜ



aydınlarım subaylarım
tertip zindanlarında esir!
dik durun yiğitlerim
bu zafer bizlerindir.
görmeliydiniz coşkumuzu,
on binlerdik Silivri'de
al-beyazlar içinde
eğilmedik engellere.
çetin bir sağanak olduk
çılgın yüreklerimizle...
demokrasi diyorlar
yasaklı mahkemeye
böyle bir diktatörlük
nerde görülmüş nerde?
dört yanımız işgâl,
dert yanımız namert
Coni'nin gazı batsın
ve ondan alınan kuvvet!
bağrım taş, toprağım çamur
tohumların açmaz burada ey gâvur
gafillerle hainlere
bağışıktır bu hamur
şimdi artık yükümüz,
dünümüzden de ağır
sen akiller ordusu, istediğin kadar anır!
bil ki nazlı Anadolu 
yüzlerce uzun yıldır
kaç hayınla dâvâlı
kaç zaferle sevdâlıdır
her bozgunun ardından,
Türk'ü türkü bağırır!

"Silivri Türküsü"
j.ak
12.Nisan.2013



10 Nisan 2013 Çarşamba

8 Nisan ve Bir Diktatör Hobisi Olarak "Gaz!"

Faşizm demokrasi adı altında pazarlanıyordu yıllardır.
Diyorduk ki, “Bu durum idarecilerle doğrudan ilgili değil uyanın, işgâl ediliyoruz!”  

Yurtsever aydınlarımızı tıktılar ilkin Silivri zindanlarına. Sonra ordumuzun subaylarını tek tek esir aldılar. Dedik ki, “Bunların gerçeklikle alakası yoktur,  olamaz.  Suçunun ne olduğunu bile bilmeyen insanların alıkonmalarının tek bir nedeni olabilir, işgâl ediliyoruz!”

Türk’e, Türk olan her şeye başladı saldırılar. Ki yeni saldırılardan bahis bile etmiyorum, bilenler biliyor nerelerden kaldırılmak istendiğini, kimlerin Türk adından rahatsızlık duyduğunu. Birkaç aydın dışında kimselerden ses çıkmamıştı bunlara. TÜSİAD’dı meselâ bu kurumlardan biri. Amblemini değiştirmekle başlamıştı işe ve Türk adını kaldırmaktan ilk bahseden kurum olduklarını okumuştuk. Dedik ki işgâl ediliyoruz!

Son yaşananlarsa akıllara durgunluk veren durumdadır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’le sıkıntısı olanlar, Bütün kurum ve kuruluşlardan Türkiye Cumhuriyeti ibaresi “T.C.” sıfatını kaldırmak gibi, Türk Milleti’ni yok saymak gibi halkı göğsünden hançerleyen bir girişime alet oluyorlardı. İşgâl edildik ey halk diye bağırmaya başladık bu kez… Ama tabii Avrupa kupası maçları oynanıyordu o sıra, bir de heyecanlıydı ki Cimbomdu Fenerdi derken bayılmışız o ara!!! Neydi şu Frankonun halkını yönettiği üç F? Neyse konumuz başka(?)

8 Nisan’da Silivri’deki duruşmaya orada tutuklu bulunan aydınlarımıza milletvekillerimize, subaylarımıza yanlarında olduğumuzu haykırmaya ve tüm bu haksızlıklara topyekün karşı koymaya gittik. Türklüğümüzü, vatan sevgimizi, birlik ve beraberliğimizi, ulusal şuurumuzu, dimdik duruşumuzla tüm dünyaya göstermeye gittik. Bu faşist diktatörlüğe, bu sivil darbeye ve bununla başlayan acımasız işgâle direnmeye gittik…

Günler öncesinden gitme plânlarımızı yapmıştık. Herkes şu veya bu biçimde kendi ilçesinden kalkacak otobüslere yer ayırtmaya başlamıştı. Bir arkadaşım o arada beni aradı ve “bizimle gel arabada yer var, biz geceden gideceğiz, gündüz herhangi bir engele takılmayı istemiyoruz” çağrısında bulundu sağolsun. Tüm hazırlıklarımızı yaparak, gece yarısı  yola koyulduk. Hazırlık derken de gaz maskesi limon, portakal gibi polis şarjlı bir beklentiye karşı önlemlerden bahsetmiyorum elbette. Sadece su ve yiyecek aldık yanımıza. Zira şarj olsa bile öylesine bir şiddeti tahmin edememiştik.

Saat 01:45 civarı Silivri zindanlarının bulunduğu sapağa gelmiştik ki, sapak yolun beri tarafından da diğer tarafından da  daha o saatte jandarma araçları tarafından kesilmiş, barikatlar kurulmuştu. Bir beş altı km. yolu daha gidip otobanın karşı tarafına dönersek yürüme yolumuzun kısalacağını söyledi jandarma. “Böyle emir verildi.” Diyerek de nazikçe açıklama ihtiyacı hissetti. Denildiği gibi yaparak yolun diğer tarafına dolaştık ve geçidin altına park ettik.

Yaklaşık iki km. kalan diğer  yolu yürüyerek nöbet çadırlarına ulaştık. Saz eşliğinde türküler söyleniyordu ve; “Girip yerden selâmladık, hane içindekileri…” 

O saatte tıklım tıklım doluydu nöbet çadırları. Haksızlıklara karşı söyleşiyordu insanlar. O uykusuz, üşümüş ve üzgünlüğün olduğu yüzlerde, umutsuzluk ve yılgınlığa yer yoktu.

Sabahın ilk ışıklarını karşılarken bitimsizce gelen konvoylar  ve otobüs dolusu gönüldaşlar katılıyorlardı coşkuya. Her gruptan, her siyasi düşünceden, her partiden her sivil toplum örgütünden gelenler vardı. Ama herkesin nabzı Atatürk ve Cumhuriyet için, Türk Milleti ve Bayrak için çarpıyordu orada. Daha önce 2007 ve 2008’de de gitmiştim Silivri’ye. Ama o zaman benim tutuklum senin tutuklun tarzı tavırlar gözlemlemiştim. Bazı şeylerin algılanması için altı yıl uzunca bir süre dedim kendi kendime. İlk toplanmalarda bu bilinçte olunabilseydi belki de oradaki tüm tutuklular şimdiye kadar çoktan tutuksuz yargılanmak üzere bırakılacaklardı.

Saat 07.00 sularıydı ve hatırı sayılır bir kalabalık doldurmuştu barikatların önünü ki, üst taraftan yukarıya çıkışı on dakikalığına serbest bıraktılar. O sırada dik ve çamur deryası bir yokuştan seğirterek yaklaşık 150 kişilik bir grup, yerleşke yoluna attık kendimizi. Önümüzde dört sıra halinde upuzun barikatlar vardı. Her yer barikatlarla dayalı döşeliydi. Türk usulü, durmadan barikatların uzunluğuna bakıyor ve kaça mâl olmuş olabileceğini hesaplamaya çalışıyorduk… Çok olmalıydı maliyet!

Oradaki sadece bir mahkemeydi oysa ve izlenmeye açık olmalıydı. Halk bunun bilincindeydi. Bizler o ilk üç barikatı yıkarken sadece hakkımızı savunuyorduk. Çünkü gayet haklı olarak o mahkemeyi izlemeye gelmiştik. Dördüncü barikatı yıkayazken Jandarma'nın gaz maskelerini taktıklarını gördük ve henüz mahkeme başlamamıştı bile. Bu yüzden orada durduk ve insanlar sözleşmişler gibi durup mahkemenin başlamasını beklediler sloganlar eşliğinde. Daha sonra olup biteni tüm dehşeti ve kepazeliğiyle yaşadık ki, televizyon yayınından da az çok izlendi biliniyor hepsi. 

Yaşananları, yaşadıklarımızı bir serzeniş gibi aktarmayı istemiyorum. Ağlamayacağım çünkü! Sızlanmayacağım!  Çünkü Türk Milleti sızlanmaz! Bunu hâlâ anlayamamış olanlar, çoluk çocuk yaşlı genç demeden düşman askeriymişiz gibi,  tüm kolluk kuvvetlerine, yani bu vatanın içinden yetişmiş, bizim doğurup büyüttüğümüz  evlâtlarımıza bizi kırdırmak isteyenler,  öğrenecekler bunu. Er ya da geç öğreteceğiz.

Tüm o sıkılan sular, ayaklarımızın dibine dibine atılan yüzlerce gaz bombası ve tüm o boylu boyunca dört sıralı barikatların parası bizlerin cebinden çıkmıştı bu bir. İkincisi Madem mahkeme salonu insanların tamamını almıyor, mahkemenin dışına bir barkovizyon kurarsın, insanlar izler. Teknolojiyi bu şekilde de kullanabilirdiniz ey diktatörler! Bir TV. Kanalından canlı canlı da izletebilirdiniz. Ama ana hedefinizin halkı provoke etmek olduğunu biliyoruz artık. İşgâli tamamlamak için bir iç savaş yaratma çabanızı özellikle son üç yıldır dikkatle izliyoruz… Bu davayla ilgili, tanıklardan delillere ve yapılan uygulamalardan davanın adına kadar her şey ama her şey hukuka aykırıyken, bir de kalkıp oraya gelen halkı suçlu gibi göstermek nasıl bir yavuz hırsızlıktır anlamak mümkün değil. Benden aldığın parayla benim Bayrağıma, Vatanıma, Türklüğüme gaz bombası atacaksın, su sıkacaksın, sonra da kendini orada burada haklı çıkartmaya çalışacaksın! Hukuksuz bir yargılamayı “hukuk” diye dayatmaya çalışacaksın! Artık buna kimseler inanmıyor ki! Bu millete karşı neyse de tüm dünyaya rezil oluyorsunuz, bunun nasıl farkına varamazsınız anlamak mümkün değil. Orası yani o bulunduğunuz makamlar gözlerinizi bu kadar mı kör etti? Bu kadar mı normal geliyor size bu yaptıklarınız? Bu yıkıma alet olurken halkı vahşice bir iç savaşa sürüklerken nasıl bu kadar rahat karşı saldırılarda bulunabiliyorsunuz? Katilliği tescilli kişilerle bal kaymak görüşürken, pazarlıklar yaparken elindeki tek makinesi daktilosu ve kurşun kalemi olan onca aydını, fırkateynlerimizin şerefli subaylarını suçları ıspat edilemediği halde nasıl oluyor da “dur bakalım belki suçlu çıkar” kafasıyla tutuklu yargılıyorsunuz?

Orada bizler sadece slogan atıyorduk. Tam bağımsız Türkiye, Mustafa Kemal’in askerleriyiz, yeminler edildi yıkılacak Silivri diye haykırıyorduk. O soğuğa ve kim bilir kaç şiddetinde esen fırtınaya inat dimdik durup İstiklâl Marşımız’ı okuyorduk. Birden üzerimize su sıkılmaya başlandı. Halkı provoke eden, polis özel timine talimatı veren içişleri bakanlığından başkası değildir. O su sıkıldıktan sonra barikatlar yıkıldı ve gaz bömbalı saldırılarla arbede başladı zaten.  Bir ara sesler  öylesine tuhaflaştı ki; “papapapa papapapa” diye geldi. Üzerimize ateş açıldığını sandım! Trajik ve bir o kadar fantastik, gerçek üstüydü yaşanan vahşet. 

Türk Polisi Türk Bayrağı’na su sıkıyor, kendi halkına bombalar yağdırıyordu.  Nevruz’da açılan paçavraya tren muamelesi yapanlar kendi devletinin bayrağına bunları yaparken burunlarının direği hiç mi acımadı merak ediyor insan!.. 

O sırada doğa imdada yetişti ve rüzgâr ters istikamete doğru esti. Ciğerlerimiz nefes alamayacak durumdaydı ama olsun en azından o sis kalkmış ve mahkeme salonunun olduğu yere gitmişti. Gözlerimizi açıp etrafımızı görebildik o andan sonra. Beraber olduğumuz arkadaşlarımızı bulabildik.  Bir yarım saat sonra da haber aldık ki mahkeme gaz yüzünden ertelenmiş.  Aynı anda bir de telefon gelmişti bana. Arayan polislerin gaz bombalarının ve tazyikli suyunun bittiğini, arka tarafta  joplarıyla beklediklerini haber veriyordu. TV.’dan görmüş.

Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, oradaki halk oraya dövüşmeye vuruşmaya, polisle ya da jandarmayla çarpışmaya gitmemişti. Öyle olsa son hamlesini de yapardı çünkü. Sarı basın görmeyi istemese de yüz binin çok üzerinde insan vardı orada! Niyet  polisle çatışmak olsa inanın bu yapılırdı. Tek derdimiz vardı ama tek! O da, o sözde mahkemeyi protesto etmek, bu hukuksuzluğa ve işgâle tepki göstermekti…

Polis oradaki halka hunharca zarar verdi(rildi)!  Ama  halk polise hiçbir zarar vermedi.  Türk Halkı, polis ve asker öldürerek devlet kurma hevesinde olan “başkalarıyla” karıştırılmasın. Çünkü Türk Halkı kendi evlâdının saçının teline zarar vermez. Umarız ki içine düşürüldüğü bu durumu Türk Polisi de bir an önce kavrasın. Ama bir altı yıl da bunun için bekleyemeyiz. Ey polis, vatansız bırakılmaya çalışılıyoruz buna ayıl artık! Ayıl!

Ve ey küresel çete, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecek!

Sen de buna ayıl artık!

Vatanını  tüm hatlarıyla ve cesurca savunan  kardeş ülke Suriye’ye selâm olsun!