19 Nisan 2013 Cuma

Resimdeki Nefes...


     Giderken olayların üzerini bambaşka örtülerle örtmek gibi son derece hastalıklı bir tavra sahip olduğumu kimseye söylemedim. Bu yüzden tüm gidişlerim parantezlerde saklıydı benim. Anlaşılmaya dair umutlar tükendiğinde, kendini imha yolunu seçen bir kimyasal atık gibi, üstelik de giderken saçtığım mikroplardan habersiz bir şekilde, sırf kendimi daha iyi hissetmek adına, gidebilmekti işim…


Gündeliklerin içinde, elime ayağıma dolanan o koca egolarla ve gereksiz sololarla, zücaciyecideki fil gibi gidiyordum bilmem kaç yıldır kuruttuğum zar gibi olmuş kırılgan yaprağın üzerine. ‘Haksızlık ettiğimin farkında olmak’la hiç alakası yoktu durumun. Bu sadece sebeplerin içinde, benim ön plâna çıkardığım bir balondu. “Belki de daha iyi anlıyorlar!” sözüydü tek derdim. Asla iyi bir hafız olamama nedenim, suçlanacaklar listesinde hep ilk sırayı tercih edişim. Sorunum olmadı öylesi trajik finallerle çünkü. Dolup dolup, boş verdim. Olsun. Ama yukarıdaki cümle, öyle çok tekrarlandı durdu ki yüreğimde, onu oradan alıp da beynime sokamadım bile. Çünkü yeri asla orası değildi. Ve sanırım o parantezin içindeki kırgınlığın adı da sadece “zannedilmek”ti…


       O yılın sonunda, o daha iyi anlayan güruhu yönlendirenler tarafından çok önemli biri  katledildi. İçimdeki güzeyimi ne kadar uzun bir süre kendime doğrulayıp tekrar tekrar sağlamladıysam da, kanamaktan kurtaramadım duygularımı. Haksızlığa uğramıştı bilinmezlerim. İsimsiz kozalarda, hiç bir yere gidemeden durdum. Durmadan durdum. Zannedilmenin ağırlığı çöktü üzerime, tonlarca beton dökülmüş gibi. Ki durmaksızın dolup, boş verdim kendi kendime. En iyi dostumu yitirmişim gibi hissettim. Niyeyse, onu da bilmiyorum. Deniz kuşlarıma şiirler yazdıran farkındalıktan, olağanüstü bir dost öz’lemiştim özetle. Ve o kaybediş, pasifiğin en derin yerine düşürülmüş kuru bir yapraktı benim için. Sırf bu yüzden zaman zaman kabarcıklar içinde nefes alıyordum, nefessiz. Ki ben en çok oradayken mutluydum.


    Sonra yeniden şiirlerime koyuldum. En güzeli derin uykularda şiirlerle doymaktı. Bilirsin aşırı kan kaybı, oldukça yavaşlatır ve hatta çıkarabilir insanlıktan bir insanı.  Oysa insan olabilmeye duyduğum özlem öylesine inanılmazdı ki… Günlük rutinler nasıl olsa ezbere ve bir çırpıda halloluyorlardı. Sevinçler, neşeli kahkahalar ve tamamlandıkça üzeri çizilenler.  


       Gidişime attığım kuru sıkı tebessümlerim, bayram çocuklarının çatapatları gibiydi. Ne kadar çok ses çıkartıyorlardı ve ne kadar parlaklardı… Önüm arkam sağım solum, kontrolsüzce ama her nasılsa gayet düzgün bir biçimde halledilmişliklerle örülüyordu. Bu örgünün hep dışında kaldım nedense, yapımında ve yayınında dahilim olsa bile. Kırık dökük parçalar öyle şık bir hematoma dönüşmüşlerdi ki içimde, kendi konformizmini oluşturmuş zararsız organlar gibiydiler. Zamanla bunun kötücüllüğünden sıyrılıp iyi bir şey olduğuna dair kurgular yapmışlığım bile vakidir. İşlevleri sadece  ayakta tutabilmek ve hissettirmekti aldığım tüm nefesleri. İşte bu yüzden,  kaç santigrat derecedeyse tenim, orada var oldu hep, istenmezliğim…


     Sonrası, öncesine dair, bin dokuz yüz elli model bir Antonov’un kapısıydı. Yerden iki bin metre yüksekte. Kinesyolojik açıklaması saniyenin altıda birlik zamanında saklı. Düşmek, anlamaktır bir bakıma. İlk ne zaman düştüm o mavinin pınarına, anımsamıyorum. 

ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi, 
zorla giydirilmeye çalışılan 
o dapdaracık entariyi, 
yırtıp yırtıp attım her defasında. 
ve her defasında, 
biraz daha çok sevdim 
okul çıkışı giderken 
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a  
o servise binip, dalıp gitmeyi, 
ön çaprazıma...


"Resimdeki Nefes"
j.ak
19.Nisan.2013

Hiç yorum yok :