Giderken olayların
üzerini bambaşka örtülerle örtmek gibi son derece hastalıklı bir tavra sahip
olduğumu kimseye söylemedim. Bu yüzden tüm gidişlerim parantezlerde saklıydı
benim. Anlaşılmaya dair umutlar tükendiğinde, kendini imha yolunu seçen bir
kimyasal atık gibi, üstelik de giderken saçtığım mikroplardan habersiz bir
şekilde, sırf kendimi daha iyi hissetmek adına, gidebilmekti işim…
Gündeliklerin
içinde, elime ayağıma dolanan o koca egolarla ve gereksiz sololarla,
zücaciyecideki fil gibi gidiyordum bilmem kaç yıldır kuruttuğum zar gibi olmuş kırılgan
yaprağın üzerine. ‘Haksızlık ettiğimin farkında olmak’la hiç alakası yoktu
durumun. Bu sadece sebeplerin içinde, benim ön plâna çıkardığım bir balondu.
“Belki de daha iyi anlıyorlar!” sözüydü tek derdim. Asla iyi bir hafız olamama
nedenim, suçlanacaklar listesinde hep ilk sırayı tercih edişim. Sorunum
olmadı öylesi trajik finallerle çünkü. Dolup dolup, boş verdim. Olsun. Ama
yukarıdaki cümle, öyle çok tekrarlandı durdu ki yüreğimde, onu oradan alıp da beynime
sokamadım bile. Çünkü yeri asla orası değildi. Ve sanırım o parantezin içindeki
kırgınlığın adı da sadece “zannedilmek”ti…
O
yılın sonunda, o daha iyi anlayan güruhu yönlendirenler tarafından çok önemli
biri katledildi. İçimdeki güzeyimi ne
kadar uzun bir süre kendime doğrulayıp tekrar tekrar sağlamladıysam da, kanamaktan
kurtaramadım duygularımı. Haksızlığa uğramıştı bilinmezlerim. İsimsiz
kozalarda, hiç bir yere gidemeden durdum. Durmadan durdum. Zannedilmenin
ağırlığı çöktü üzerime, tonlarca beton dökülmüş gibi. Ki durmaksızın dolup, boş
verdim kendi kendime. En iyi dostumu yitirmişim gibi hissettim. Niyeyse, onu da
bilmiyorum. Deniz kuşlarıma şiirler yazdıran farkındalıktan, olağanüstü bir dost
öz’lemiştim özetle. Ve o kaybediş, pasifiğin en derin yerine düşürülmüş kuru bir
yapraktı benim için. Sırf bu yüzden zaman zaman kabarcıklar içinde nefes
alıyordum, nefessiz. Ki ben en çok oradayken mutluydum.
Sonra
yeniden şiirlerime koyuldum. En güzeli derin uykularda şiirlerle doymaktı.
Bilirsin aşırı kan kaybı, oldukça yavaşlatır ve hatta çıkarabilir insanlıktan bir insanı. Oysa insan olabilmeye duyduğum özlem öylesine
inanılmazdı ki… Günlük rutinler nasıl olsa ezbere ve bir çırpıda
halloluyorlardı. Sevinçler, neşeli kahkahalar ve tamamlandıkça üzeri
çizilenler.
Gidişime
attığım kuru sıkı tebessümlerim, bayram çocuklarının çatapatları gibiydi. Ne
kadar çok ses çıkartıyorlardı ve ne
kadar parlaklardı… Önüm arkam sağım solum, kontrolsüzce ama her nasılsa gayet
düzgün bir biçimde halledilmişliklerle örülüyordu. Bu örgünün hep dışında
kaldım nedense, yapımında ve yayınında dahilim olsa bile. Kırık dökük parçalar
öyle şık bir hematoma dönüşmüşlerdi ki içimde, kendi konformizmini oluşturmuş zararsız
organlar gibiydiler. Zamanla bunun kötücüllüğünden sıyrılıp iyi bir şey
olduğuna dair kurgular yapmışlığım bile vakidir. İşlevleri sadece ayakta tutabilmek ve hissettirmekti aldığım
tüm nefesleri. İşte bu yüzden, kaç
santigrat derecedeyse tenim, orada var oldu hep, istenmezliğim…
Sonrası,
öncesine dair, bin dokuz yüz elli model bir Antonov’un kapısıydı. Yerden iki
bin metre yüksekte. Kinesyolojik açıklaması saniyenin altıda birlik zamanında
saklı. Düşmek, anlamaktır bir bakıma. İlk ne zaman düştüm o mavinin pınarına,
anımsamıyorum.
ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi,
zorla giydirilmeye çalışılan
o dapdaracık entariyi,
yırtıp yırtıp attım her defasında.
ve her defasında,
biraz daha çok sevdim
okul çıkışı giderken
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a
o servise binip, dalıp gitmeyi,
ön çaprazıma...
ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi,
zorla giydirilmeye çalışılan
o dapdaracık entariyi,
yırtıp yırtıp attım her defasında.
ve her defasında,
biraz daha çok sevdim
okul çıkışı giderken
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a
o servise binip, dalıp gitmeyi,
ön çaprazıma...
"Resimdeki Nefes"
j.ak
19.Nisan.2013
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder