Faşizm demokrasi adı altında pazarlanıyordu yıllardır.
Diyorduk ki, “Bu durum idarecilerle doğrudan ilgili değil
uyanın, işgâl ediliyoruz!”
Yurtsever aydınlarımızı tıktılar ilkin Silivri zindanlarına.
Sonra ordumuzun subaylarını tek tek esir aldılar. Dedik ki, “Bunların
gerçeklikle alakası yoktur, olamaz. Suçunun ne olduğunu bile bilmeyen insanların alıkonmalarının
tek bir nedeni olabilir, işgâl ediliyoruz!”
Türk’e, Türk olan her şeye başladı saldırılar. Ki yeni
saldırılardan bahis bile etmiyorum, bilenler biliyor nerelerden kaldırılmak istendiğini,
kimlerin Türk adından rahatsızlık duyduğunu. Birkaç aydın dışında kimselerden
ses çıkmamıştı bunlara. TÜSİAD’dı meselâ bu kurumlardan biri. Amblemini
değiştirmekle başlamıştı işe ve Türk adını kaldırmaktan ilk bahseden kurum
olduklarını okumuştuk. Dedik ki işgâl ediliyoruz!
Son yaşananlarsa akıllara durgunluk veren durumdadır.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’le sıkıntısı olanlar, Bütün kurum ve
kuruluşlardan Türkiye Cumhuriyeti ibaresi “T.C.” sıfatını kaldırmak gibi, Türk
Milleti’ni yok saymak gibi halkı göğsünden hançerleyen bir girişime alet
oluyorlardı. İşgâl edildik ey halk diye bağırmaya başladık bu kez… Ama tabii
Avrupa kupası maçları oynanıyordu o sıra, bir de heyecanlıydı ki Cimbomdu
Fenerdi derken bayılmışız o ara!!! Neydi şu Frankonun halkını yönettiği üç F?
Neyse konumuz başka(?)
8 Nisan’da Silivri’deki duruşmaya orada tutuklu bulunan
aydınlarımıza milletvekillerimize, subaylarımıza yanlarında olduğumuzu
haykırmaya ve tüm bu haksızlıklara topyekün karşı koymaya gittik. Türklüğümüzü,
vatan sevgimizi, birlik ve beraberliğimizi, ulusal şuurumuzu, dimdik
duruşumuzla tüm dünyaya göstermeye gittik. Bu faşist diktatörlüğe, bu sivil
darbeye ve bununla başlayan acımasız işgâle direnmeye gittik…
Günler öncesinden gitme plânlarımızı yapmıştık. Herkes şu
veya bu biçimde kendi ilçesinden kalkacak otobüslere yer ayırtmaya başlamıştı.
Bir arkadaşım o arada beni aradı ve “bizimle gel arabada yer var, biz geceden
gideceğiz, gündüz herhangi bir engele takılmayı istemiyoruz” çağrısında bulundu
sağolsun. Tüm hazırlıklarımızı yaparak, gece yarısı yola koyulduk. Hazırlık derken de gaz maskesi
limon, portakal gibi polis şarjlı bir beklentiye karşı önlemlerden
bahsetmiyorum elbette. Sadece su ve yiyecek aldık yanımıza. Zira şarj olsa bile
öylesine bir şiddeti tahmin edememiştik.
Saat 01:45 civarı Silivri zindanlarının bulunduğu sapağa
gelmiştik ki, sapak yolun beri tarafından da diğer tarafından da daha o saatte jandarma araçları tarafından
kesilmiş, barikatlar kurulmuştu. Bir beş altı km. yolu daha gidip otobanın
karşı tarafına dönersek yürüme yolumuzun kısalacağını söyledi jandarma. “Böyle
emir verildi.” Diyerek de nazikçe açıklama ihtiyacı hissetti. Denildiği gibi
yaparak yolun diğer tarafına dolaştık ve geçidin altına park ettik.
Yaklaşık iki km. kalan diğer yolu yürüyerek nöbet çadırlarına ulaştık. Saz
eşliğinde türküler söyleniyordu ve; “Girip yerden selâmladık, hane içindekileri…”
O saatte tıklım tıklım doluydu nöbet çadırları. Haksızlıklara karşı
söyleşiyordu insanlar. O uykusuz, üşümüş ve üzgünlüğün olduğu yüzlerde, umutsuzluk
ve yılgınlığa yer yoktu.
Sabahın ilk ışıklarını karşılarken bitimsizce gelen
konvoylar ve otobüs dolusu gönüldaşlar
katılıyorlardı coşkuya. Her gruptan, her siyasi düşünceden, her partiden her
sivil toplum örgütünden gelenler vardı. Ama herkesin nabzı Atatürk ve
Cumhuriyet için, Türk Milleti ve Bayrak için çarpıyordu orada. Daha önce 2007
ve 2008’de de gitmiştim Silivri’ye. Ama o zaman benim tutuklum senin tutuklun
tarzı tavırlar gözlemlemiştim. Bazı şeylerin algılanması için altı yıl uzunca
bir süre dedim kendi kendime. İlk toplanmalarda bu bilinçte olunabilseydi belki
de oradaki tüm tutuklular şimdiye kadar çoktan tutuksuz yargılanmak üzere
bırakılacaklardı.
Saat 07.00 sularıydı ve hatırı sayılır bir kalabalık
doldurmuştu barikatların önünü ki, üst taraftan yukarıya çıkışı on dakikalığına
serbest bıraktılar. O sırada dik ve çamur deryası bir yokuştan seğirterek yaklaşık
150 kişilik bir grup, yerleşke yoluna attık kendimizi. Önümüzde dört sıra
halinde upuzun barikatlar vardı. Her yer barikatlarla dayalı döşeliydi. Türk
usulü, durmadan barikatların uzunluğuna bakıyor ve kaça mâl olmuş olabileceğini
hesaplamaya çalışıyorduk… Çok olmalıydı maliyet!
Oradaki sadece bir mahkemeydi oysa ve izlenmeye açık
olmalıydı. Halk bunun bilincindeydi. Bizler o ilk üç barikatı yıkarken sadece
hakkımızı savunuyorduk. Çünkü gayet haklı olarak o mahkemeyi izlemeye
gelmiştik. Dördüncü barikatı yıkayazken Jandarma'nın gaz maskelerini taktıklarını gördük ve henüz mahkeme başlamamıştı bile. Bu yüzden orada durduk ve insanlar sözleşmişler gibi durup mahkemenin başlamasını beklediler sloganlar eşliğinde. Daha sonra olup biteni tüm dehşeti ve kepazeliğiyle yaşadık ki,
televizyon yayınından da az çok izlendi biliniyor hepsi.
Yaşananları, yaşadıklarımızı bir serzeniş gibi aktarmayı
istemiyorum. Ağlamayacağım çünkü! Sızlanmayacağım! Çünkü Türk Milleti sızlanmaz! Bunu hâlâ
anlayamamış olanlar, çoluk çocuk yaşlı genç demeden düşman askeriymişiz gibi, tüm kolluk kuvvetlerine, yani bu vatanın
içinden yetişmiş, bizim doğurup büyüttüğümüz evlâtlarımıza bizi kırdırmak isteyenler, öğrenecekler bunu. Er ya da geç öğreteceğiz.
Tüm o sıkılan sular, ayaklarımızın dibine dibine atılan
yüzlerce gaz bombası ve tüm o boylu boyunca dört sıralı barikatların parası
bizlerin cebinden çıkmıştı bu bir. İkincisi Madem mahkeme salonu insanların
tamamını almıyor, mahkemenin dışına bir barkovizyon kurarsın, insanlar izler.
Teknolojiyi bu şekilde de kullanabilirdiniz ey diktatörler! Bir TV. Kanalından canlı
canlı da izletebilirdiniz. Ama ana hedefinizin halkı provoke etmek olduğunu
biliyoruz artık. İşgâli tamamlamak için bir iç savaş yaratma çabanızı özellikle
son üç yıldır dikkatle izliyoruz… Bu davayla ilgili, tanıklardan delillere ve
yapılan uygulamalardan davanın adına kadar her şey ama her şey hukuka
aykırıyken, bir de kalkıp oraya gelen halkı suçlu gibi göstermek nasıl bir
yavuz hırsızlıktır anlamak mümkün değil. Benden aldığın parayla benim
Bayrağıma, Vatanıma, Türklüğüme gaz bombası atacaksın, su sıkacaksın, sonra da
kendini orada burada haklı çıkartmaya çalışacaksın! Hukuksuz bir yargılamayı “hukuk”
diye dayatmaya çalışacaksın! Artık buna kimseler inanmıyor ki! Bu millete karşı
neyse de tüm dünyaya rezil oluyorsunuz, bunun nasıl farkına varamazsınız anlamak mümkün değil. Orası yani o bulunduğunuz
makamlar gözlerinizi bu kadar mı kör etti? Bu kadar mı normal geliyor size bu
yaptıklarınız? Bu yıkıma alet olurken halkı vahşice bir iç savaşa sürüklerken
nasıl bu kadar rahat karşı saldırılarda bulunabiliyorsunuz? Katilliği tescilli
kişilerle bal kaymak görüşürken, pazarlıklar yaparken elindeki tek makinesi daktilosu ve kurşun kalemi olan onca aydını, fırkateynlerimizin şerefli
subaylarını suçları ıspat edilemediği halde nasıl oluyor da “dur bakalım belki
suçlu çıkar” kafasıyla tutuklu yargılıyorsunuz?
Orada bizler sadece slogan atıyorduk. Tam bağımsız Türkiye,
Mustafa Kemal’in askerleriyiz, yeminler edildi yıkılacak Silivri diye
haykırıyorduk. O soğuğa ve kim bilir kaç şiddetinde esen fırtınaya inat dimdik
durup İstiklâl Marşımız’ı okuyorduk. Birden üzerimize su sıkılmaya başlandı.
Halkı provoke eden, polis özel timine talimatı veren içişleri bakanlığından başkası
değildir. O su sıkıldıktan sonra barikatlar yıkıldı ve gaz bömbalı saldırılarla
arbede başladı zaten. Bir ara sesler öylesine tuhaflaştı ki; “papapapa papapapa”
diye geldi. Üzerimize ateş açıldığını sandım! Trajik ve bir o kadar fantastik,
gerçek üstüydü yaşanan vahşet.
Türk Polisi Türk Bayrağı’na su sıkıyor, kendi
halkına bombalar yağdırıyordu. Nevruz’da
açılan paçavraya tren muamelesi yapanlar kendi devletinin bayrağına bunları
yaparken burunlarının direği hiç mi acımadı merak ediyor insan!..
O sırada doğa imdada yetişti ve rüzgâr ters istikamete doğru esti. Ciğerlerimiz nefes
alamayacak durumdaydı ama olsun en azından o sis kalkmış ve mahkeme salonunun
olduğu yere gitmişti. Gözlerimizi açıp etrafımızı görebildik o andan sonra.
Beraber olduğumuz arkadaşlarımızı bulabildik. Bir yarım saat sonra da haber aldık ki mahkeme
gaz yüzünden ertelenmiş. Aynı anda bir
de telefon gelmişti bana. Arayan polislerin gaz bombalarının ve tazyikli suyunun
bittiğini, arka tarafta joplarıyla
beklediklerini haber veriyordu. TV.’dan görmüş.
Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, oradaki halk oraya
dövüşmeye vuruşmaya, polisle ya da jandarmayla çarpışmaya gitmemişti. Öyle olsa
son hamlesini de yapardı çünkü. Sarı basın görmeyi istemese de yüz binin çok
üzerinde insan vardı orada! Niyet polisle çatışmak olsa inanın bu yapılırdı. Tek
derdimiz vardı ama tek! O da, o sözde mahkemeyi protesto etmek, bu hukuksuzluğa ve işgâle tepki göstermekti…
Polis oradaki halka hunharca zarar verdi(rildi)! Ama halk polise hiçbir zarar vermedi. Türk Halkı, polis ve asker öldürerek devlet
kurma hevesinde olan “başkalarıyla” karıştırılmasın. Çünkü Türk Halkı kendi
evlâdının saçının teline zarar vermez. Umarız ki içine düşürüldüğü bu durumu Türk
Polisi de bir an önce kavrasın. Ama bir altı yıl da bunun için bekleyemeyiz. Ey polis,
vatansız bırakılmaya çalışılıyoruz buna ayıl artık! Ayıl!
Ve ey küresel çete, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecek!
Sen de buna ayıl artık!
Vatanını tüm
hatlarıyla ve cesurca savunan kardeş
ülke Suriye’ye selâm olsun!
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder