Libya, Ürdün, Mısır
Fas, Tunus, Sudan ve tabii ki Suriye…
Bu ülkelerde olan
bitene baktığımızda, yürütmenin başına “getirilmiş” olanların güdümlü bir
siyasete uşaklık ettiklerini ve yönetimin de tıpkı bizde olduğu gibi totaliter
bir diktatörlükten ibaret olduğunu görmemek için sanırım kör olmak gerek.
Küresel çete, uşaklarını kullan at mantığıyla çalıştırır. Bu durum NATO’da
eğitilen üst rütbeli askerlere kadar böyledir. Miyadını doldurduğunda, işi
bittiğinde bir tür kabuk değişimi gibi bu “ürün”lerden kurtulur ve yerine
yenilerini getirir…
Dünyanın hızlıca dönüştürüldüğü son 20 yıla baktığımızda,
tröstlerin, çok uluslu şirket kompradorlarının yeni dünya düzeninde tüm enerji
kaynaklarını ele geçirmede moda bir terim olan ‘küreselleşme’yi kullanarak
hedeflerine nasıl ve ne şekilde zeminler hazırladıklarını gayet iyi biliyoruz.
Minareyi çalan
kılıfını da hazırlarmış. Lenin’in’ın “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
diye bahsettiği hak, farklı bir şekliyle 1966 yılında ilk kez karşımıza getirildiğinde,
o uluslararası antlaşmayı imzalamamıştık. 2005’de bize dayatılan bu
uluslararası antlaşmada (İkiz yasalar-neosevr), sözcüklerin tanımların içleri
boşaltılarak Ulus sözcüğü “halk”a evrilmişti ve maalesef küresel çete
uyanıklarınca hazırlanmış bu metni
imzaladık. Bölünme yolundaki bunca kırmızı çizgi ihlâlinin, uluslararası arenada meşruiyet kazanmış şekli
işte bu “ikiz yasalar” antlaşmasıdır...
Yani artık halkların kendi kaderini tayin hakkı, özgürlük, insan
hakları, ileri demokrasi biz ve bizim benzerimiz ülkelerde, küresel çetenin
diline sakız olmuş, sözde demokrat geçinen mütareke kalemşörlerince de peşinden
koşulan bir muz olmuştur.
Arap Baharı’nı yani
malûm turuncu devrimi incelediğimizde ilk gözümüze çarpan oradaki
aktivistlerdir. Türkiye’de de PKK’nın siyasetteki uzantılarının tıpkı Arap
ülkelerindeki aktivistler gibi bir rolü üstlenmiş olduklarını apaçık görürüz. Diktatörlere
karşı ne yapılmalı? Kalkışılmalı, ayaklanılmalıdır. Plânların gerçek pınarı,
membağı tam da burasıdır…
“TRUVA ATI”
taktiği
İlk günkü yazımda
özellikle şu “popülerlik” üzerine yoğunlaşmıştım. Çünkü bu hareketin gideceği
yönü tespit edebilmiştim az çok. Koskoca Atatürk Orman Çiftliği, diğer tarafta
üçüncü köprü arazilerindeki hektarlarca yeşil alanın katliamı sözkonusuyken
neden Taksim’in bu denli önemli olduğunu iki şekilde açıklayabilirim. İlki yine
doğru bir tespit olan konunun derhal medyaya servis edilmesiydi. Ki bizler nice
eylemlerin içinde yer almış, nice gaz bombaları yemiştik 29 Ekim Ankara’sından
bu yana… Ama bu büyük halk hareketleri (29 Ekim Ankara, 13 Aralık Silivri, 8
Nisan Silivri, 19 Mayıs Ankara) hiçbir şekilde medyaya günler öncesinden servis
edilmemişlerdi. İşte burada işgillenilmesi gereken bir durum vardı. Ki konunun
kendine ait olan “yaşam biçimi, özgürlüklerin sembolü olma, ağaçların katliamı”
gibi aslında hiç de önemsiz olmayan “popülerlik” boyutunu kat ve kat aşan bir
durumdu. Çünkü medya, bir konu popüler olmasa bile onu popülerleştirmenin en
işlevli dinamiğidir. Diğer taraftan yürütmedeki diktatörün söylemlerini artık
en sert şekline (iki ayyaş vb.) getirmesi istimi sıkışmış bir düdüklü tencere
etkisini yaratacaktı memlekette ve öyle olup bom diye patladı…
Bu dinamik üzerinden
hareketle “bizim aktivistler” derhal devreye sokulmuşlardır. Kanaat önderleri Y-CHP
ve BDPKK sempatizanları mevzuyu canhıraş bir biçimde sahiplenmiş ve diğer büyük
dalgadan haberli ya da habersiz kendi işlerini yapmaya koyulmuşlardı.
Birleşe birleşe kazanacağız!
Bu slogan tıpkı ulus
sözcüğünün halklar’a evrildikten sonra, kerameti kendinden menkul ithal anlamıyla,
insanların papağan gibi bağırmaya
başladıkları “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı gibi son derece popüler ve
kulağa hoş gelen bir slogandır…
Birleşilen yere
dikkatle bakacak olursak orası Türk Bayrağı ve Mustafa Kemal Atatürk’tür. İyi
ya işte ne var bunda canım diyecekseniz, hiç demeyin… Son yıllarda en fazla
Atatürkçülük yapan İP’den bahsetmenin tam zamanıdır çünkü. Burada uyanık olmak
gerekir diye düşünmekteyim. Çünkü Doğu Perinçek 1991’de yazdığı kitabında
Kemalizm’in devrinin bittiğini söylüyordu. Aynı yıllarda Abdullah Öcalan’ı PKK
kampında ziyaret ediyor, ona karanfil hediye ediyordu… Geçtiğimiz yıllarda Aydınlık
Gazetesi Andrew Mango’nun mişli geçmiş zaman ekleriyle ve sık sık kullandığı
“herhalde” sözcükleriyle bezediği “Modern Türkiye’nin Kurucusu Atatürk” adlı
kitabını Atatürk hakkında bugüne kadar yazılmış en iyi biyografi kitabı olarak
lanse ediyordu(!) Ki gerçekte bana göre son derece palavra, sinsice Atatürk’ü
diktatör gibi gösteren, ailesini karalamaya çalışan bir üslüp net bir şekilde görülür
o tuhaf biyografide… Aydınlıkçılar bunu nasıl farkedemez ve palavra bir kitabı
lanse ederler anlamış değilim.
Taksim Gezi Parkı
için yedi gündür yapılagelen direniş hareketine baktığımda, kitlelerin ezici
bir çoğunluğuna İP’nin Atatürkçülük üzerinden yaptığı “kanaat önderliği”,
aklıma ilk gelen komplo teorisinde tehlikeli bir ihtimali barındırıyor.
Bitirilmeye çalışılan en önemli birleştirici ve bu milletin Cumhuriyetle
mayalanmış Atatürk algısını yerle bir edebilme ihtimalidir bu da…
İP ve örgütlü bir
biçimde onun yanında yer alan TGB konusunda aklıma takılansa
organizasyonlarında harcanan hiç de az olmadığı apaçık görülen maddi kaynaktır.
Nereden gelir bu derenin suyu bilinmez. 8
Nisan Silivri duruşması organizasyonunda yurdun her yerinden yüzlerce otobüs
kaldırılmıştı meselâ...
Memleketin hemen her
kurumundan milli sözcüğü çıkartılıp atılmıştır son dönemde. Son 30 yıldır
musibet ilân edilen millî sözcüğünün herhangi bir etnisiteyi işaret etmediğine
dair ne kadar çok yazdıysak ve söylediysek kendimiz okuduk ve kendimiz
dinledik! KHK’larla bir gecede alınan kararlarla Atatürk ilke ve devrimlerine
bağlı yurttaş yetiştirme maddesi Millî Eğitim’den çıkartılmıştı. Bir sürü karar
vardır bunun gibi ama bu bana göre en önemli olandır. Yani özetle, bir şekilde
şu Atatürk’ten kurtulunması gerekmektedir ama nasıl nasıl?!
İşte düdüklü tencere
istimden patlamış, bir tür halk galeyanı oluşmuş ve Mustafa Kemal’in
askerleriyiz nidalarıyla halk en sonunda(!) sokaklara dökülebilmiştir.
Ellerimizde Türk Bayrakları yüreğimizde memleket sevgisiyle, bu güzel topraklar
üzerinde eşit, özgür, tam bağımsız, emeğin hakça bölşüldüğü, etnik
ayrışmaların, yağmaların, talanın ve her geçen yıl giderek artan dolar milyarderlerinin
olmadığı bir memleket özlemiyle faşizme diktatörlüğe karşı haklı mücadelemizi
vermektir derdimiz.
Ancak ne var ki
iktidarın kendi sonunu görerek korkusundan, saldırıların dozunu artırması
polisin vahşeti andıran saldırıları adeta bir iç savaşı tetiklemektedir.
Sivil polisin kâh
kontrgerillalığı üstlenmesi, kâh halkın içine sızıp eylemle ilgili ters guard
propoganda yapması asıl amacın bu olduğunu göstermektedir.
Olası bir iç savaş
sonucu vatanımız, üslerimize yığılmış olan Nato askerlerinin postallarıyla
çiğnenme tehlikesi altındadır. Ekonomik olarak bu durumu bertaraf edebilecek
durumda da değilizdir üstelik... Ne ki, ok yaydan çıkmıştır artık ve insanlar
AKP gitsin de ne olursa olsun kafasına girmişlerdir çoktan…
AKP’nin gitmesi ve yeni bir partinin işbaşına gelmesi
çözüm müdür?
1854’te Osmanlı’nın
borçlandırılması sonrası, ikinci borçlandırılmamız Marshall Plânı’yla olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında
1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım
paketi olan bu plânla, tıpkı 1876 sonrası duyun-u umumiye zamanı yaşanan
yaptırımlar yaşanmıştır. Emperyalistlerin Plânları hiçbir zaman değişmediği için
öncelikle cahil bırakılmak istenen bölgeler üzerinden oynanmıştır sinsi oyun ve
ilk olarak Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Sonrasında olan biten zaten iş başına
getirilecek olan idarecilerin basiretsizliği ve gafletleri üzerine konumlanmış
bir dizi saçmalıktan ibarettir. Verilen tavizler ve memleketin sokulduğu borç
batağı cehalet ve zübükzadelerle harmanlanarak bizleri bugünlere taşımıştır…
Aynı dönem NATO Paktı’na üyeliğimizse ordumuzu büyük ağabeyin arka bahçesindeki
jandarması yapmıştır. Ve elbette aynı ordu olası yol kazalarında yaptığı –tümü
ABD kaynaklı olan- darbelerle ABD’ye karşı görevlerini harfiyen yerine getirmişti…
Sistem içinde yer alan partilere ve on yıllardır bir
türlü değişmeyen seçim sistemimize baktığımızdaysa Türkiye’nin hiçbir zaman demokrasiyle
yönetilmediğini, yapılan bu oy verme saçmalığında asıl yönetim biçimimizin
plütokrasi olduğu aman aman mikroskobik bir durum değildir. Aday isimlerinin
parti başkanlarının iki dudağının arasında olmasından tutun da cebinde parası
olmayanın asla siyaset yapamamasına kadar her şey ortada ve apaçıktır… O halde
böyle bir düzen içinde AKP’nin gidip falancanın gelmesi neyi değiştirebilir ki?
Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi seçimler yasaklanırdı” demiş.
Haksız değil…
Taksim Gezi Park’tan tüm Türkiye’ye dalga dalga yayılan
ve git gide sertleşen bu kalkışmaya dönecek olursam en başından beri dört adet
komplo teorim olduğunu söylüyorum;
1. Kalkışmanın
günler içinde eriyerek bitmesi ve hiçbir şeyin değişmemesi…
2. AKP’nin gitmesi ve yerine, küresellere yine onun verdiği tavizlerin aynını veren bir X partisinin gelmesi.
2. AKP’nin gitmesi ve yerine, küresellere yine onun verdiği tavizlerin aynını veren bir X partisinin gelmesi.
3. Bir iç savaş
çıkması ve küresellerin Türkiye’yi Suriye ile eş zamanlı bir şekilde bitirme
operasyonu.
4. Bir iç savaş
çıkması ve TSK'nın Kuvva-i Milliye ruhuyla bu halktan yana tavır alarak
halkıyla beraber devrimi tamamlaması. (II.Kurtuluş Savaşı)
Devrimler asla kansız olmamışlardır. Kanlı olurlar ve
silâhlı güçler mutlak suretle halkının yanında yer alırlar.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder