Ekonomik ve askeri
bağımlılık, olaylara kendi penceremizden bakmamızın önüne gerilmiş ipekten bir
perdedir.
Olasılıkları değerlendirirken hep başkalarının çıkar ilişkilerindeki
çelişkiler üzerinden yürüme refleksi geliştirmiş olmamız, bu yüzdendir.
Amerika öyle istedi, İsrail böyle buyurdu, Rusya bombaladı,
Fransa’da İkinci 11 Eylül, Alman istihbaratı yine şunları fişfikledi, İngiltere
neden sessiz? İran batıyla anlaştı, petrol ucuzladı, Esad diktatör… Peki ya
biz? Biz derken Ön Asya’daki Türklerin tamamını kastediyorum. Türkmeneli,
Suriye Türkmenleri, Azerbaycan Türkleri (Güney Kuzey), Türkiye’de biz… Bizlerin
ortak plânımız nedir? Yani birilerinin plânlarına payanda olmak, onların
oynadıkları ekonomik ve siyasi oyunların ancak kullanım amaçlı ya da ölmeye
koşulmuş insan yığınları edilmenin dışında? Şimdilik pek yok. Olan yeni
avrasyacılık ve yeni osmanlıcılık gibi eğreti, eklektik ve bir o kadar abzürt
komedilerden ibarettir ki bizim kendi gerçeğimizle ve menfaatlerimizle asla
ilgileri yoktur!
Sahipler ve Kanaat Önderleri 5-Savaş adlı yazımda savaşların
artık taşeron terör örgütleri üzerinden yapıldığını söylemiştim. Eksik söyledim
ya da tam tersi, fazla. Çünkü evel ezel bu böyleydi. Ön Asya’da dönen son oyunlar, taşeron terör örgütlerinin uluslarası
ticaret şebekeleriyle oluşturulmuş olan “yeni Dünya düzeni”nde yeni ya da çok
eski sloganlarıyla yol aldıklarını gösteriyor: “parayı
veren düdüğü çalar!” Eskiden tek ülke için iş yapan terör örgütleri
artık parayı kim verirse onun adına işleniyorlar. Olayların bir günden bir güne
değişivermesinin de, her gün bir başka haritanın medyaya servis edilmesinin de
sebebi budur.
Esad yıllardır Türkmenler'e ihanet etti ve biz buna
sabrederek Suriye'nin bütünlüğünü savunduk. Ama son dönem kendi bindiği dalı kesmektedir.
Üstelik bu ihanet sözde müttefikimizin onayıyla rus-kürt ittifakına çevrileli
çok oluyorsa ve Suriye'nin kuzeyinin neredeyse tamamı kürtlerin eline geçmişse,
atrık kendi çıkarlarımızı Suriye’nin bütünlüğü üzerinden inşa etmek gibi bir
lüks de sanki bize bırakılmamış olur... Bir de bunların üzerine kim tarafından ne
için desteklendiği bilinen dhkp-c liderine, yurdumun bazı Türk geçinen
şaşkınları da dâhil bölücü pkk yandaşları tarafından alkış tutuluyorsa, durum
demografik dönüştürme çabalarına karşı durmayı acil ve hayati kılar…
Diktatörler kendi devamlılıklarını sağlamak için
ülkelerindeki insanları da, komşularını da rahatça satarlar. Aynı örnekle
yaşadığımız için anlamakta zorlanmıyoruz. Güney Azerbaycan'da, Türkmeneli’nde
ve Suriye'nin kuzeyinde Türk popülasyonuna ve Türkiye'de sözde iddia edilen
topraklardaki kürt popülasyonuna bakınca,
bu iblislerin oradaki demografiyi niçin değiştirmeye çabaladıkları çok daha net
anlaşılır. Aynı demografik temizliği ermeni taşeronlarıyla Karabağ’da, kürt ve
ermeni taşeronlarıyla Urmiye’de gerçekleştiren Rusya, bu konunun uzmanıdır ne
de olsa. Velhasılı, yüzyıllardır Ön Asya'nın (ve hatta Dünyanın) en mazlum ve
kırgına uğrayan budunu, hep Türk budunu olmuştur...
Sistem, uluslararası ticaret
şebekelerinin kullanımında, insan ve doğayı birbirinden uzaklaştırırken;
ideolojileri, düşünceleri ve hatta kutsal inançları bile reklâmla pazarlar. İdeolojiler,
dinler birer üründür. Moda haline getirilen ritüeller, küçük burjuvanın edimsel
devinimi olmuştur. Sıkmabaş sektörü, kimliği inanç ekseninden ayrıntısıyla yansıtan
çeşitleriyle, marijinal orta sınıf ayrıksılığını özgür tercih kılıfıyla çok
rahat pazarlamaktadır. Bir yandan da ucu, her daim parasal kazancı hedefleyen viral
reklâmlar, artık terör eylemlerinin “ölüm” temasıyla bilinçaltımıza itilmektedir.
Normal bir insan, psikolojik olarak izlenmeyi asla istemeyecekken, artık
“güvenliği” için bunu “kendisi seçmektedir.” Yeni Dünya düzeninin uluslar arası
gözetime dair son teknolojileri bunun en belirgin örneğidir. Ve uluslar arası
ticaret şebekesi güvenliğe dair ürettiği teknolojinin pazarını ancak korkuyla
besler. Fransa’daki ikinci 11 Eylül bu bakımdan tıpkı birincisi gibi bir taşla
pek çok kuşu vurmuştur.
Bu yüzden
Türkiye de dâhil olmak üzere tüm Ön Asya Türkleri’nin (Oğuzlar’ın) aynı ilgiyle
aynı yöne bakabileceği bir plân, siyasilerin pazarlama araçlarından biri olan
dinin dışında kalmak zorundadır.
Ø Türklük Hamaseti, “birileri” tarafından kılıç kalkan kültürüyle
pazarlanırken, asıl gerçeğimiz; orada yüzbinler halinde sokaklara dökülüyorsa!
Ø Din, birileri tarafından tekbir sesleriyle sünni mezhepçilik oyununu
oynarken, asıl gerçeğimiz; Türkçe’ye faşist molla rejiminin koyduğu yasaklara
karşı, şiiliği Türklüğün bayrağı yaparak, protestosunu da inatla Türkçe
beyitler ve ilâhiler okuyarak yapıyorsa!
Ø Ve en önemlisi Suriye’nin kuzeyindeki sünni Türkmenler’i şii olduğunu
bildiğimiz Azerbaycan Türkü Prof. Cəmil Həsənli müdafaa ediyor ve kınamasını
facebook Sayfasından
paylaşıyorsa (http://www.azadliq.info/103528.html), bunları doğru okumak ve anlamak zorundayız demektir…
Davamızı dinlerin ve mezheplerin dışına taşımalıyız. 500 yıldır aynı
hataları yaparak farklı sonuçlar beklemek, açıkça görülür ki biz Türkler’in
çıkarlarından çok, her dönemde Ön Asya Türkleri’nin arasını mezheple vuran din
tüccarlarının ve onları tatlı-tatlı semirten düşmanlarımızın işine
yarayacaktır. Rusya’nın çoğunluğu sünni olan Türkiye’yle, (Kuzey ve Güney)
Azerbaycan’ın birleşme olasılığına karşı açıkça ve pişkince şii’liği desteklemesi
tesadüf değildir. Tıpkı Pensilvanya’da amerika’nın beslediği nurcu gibi. Ancak
ısrarla bilinmelidir ki Türkmen Dağı’ndaki sünni Türk de bizim, Güney
Azerbaycandaki ve Türkmeneli’ndeki şii Türk de bizim. Hepsi bizim, hepsi biziz!
Asıl olan üretim ilişkilerindeki
devamlılık davasıdır. Bizim gerçeğimiz de umudumuz da bu olmalı. Her şeye
rağmen Turan fitilinin Ön Asya’dan ateşlenmesine sırf bu yüzden hayal olarak
bakmıyorum. Çünkü Ön Asya’nın en dinamik unsurunun kimler olduğunu 2006’da da
2013’te de 2015’te de açıkça gördük!
“Ayaklanınca çok güzel oluyorsun Türk!”
İşte bu dinamizm seküler olmak
zorundadır ki çelişkilerin arasından sıyrılanlar düşmanlarımız olmasın! Çünkü
onlar hep bu mezhepsel çelişkiyi kullandılar, bizler kardeşkanı akıtırken
şehitlerimizi basamak yapıp üzerlerine basa-basa çıktılar tepemize! Oğuz
Türkü’nü insanlığın en yumuşak karnı olan manevi duygularıyla, DİN’le MEZHEPLE
etkisizleştirdiler! Ve bu durum artarak devam etti… Dini siyasete alet etmemekten bahseder dururuz. Ama din, bilimin beşiği
olarak bilinen “gelişmiş” dünya ülkeleri tarafından beslendiğini bildiğimiz el
kaide, hizbullah, ışid gibi terör örgütleriyle uluslar arası siyasette kulanım
araçlarının ta kendisi, bir numarası, gözbebeği olmuştur… Ve karşısında oluşturulan
zıtlık ya salt islâmofobi ya da ateizm şeklinde tezahür eder. Bu antitez
sayesinde oluşan/oluşacak sentezse her şekilde toplumsal hafızadan,
geleneklerden, şuurdan ve birlik-beraberlik değerlerinden arındırıcı özellikler
taşıyor/taşıyacak. Düşmanların istedikleri de aşağı yukarı böyle bir şeydir. Bu
yüzdendir ki sentezimizi doğru yapmak durumundayız. Hem de tüm karşıtlıklar
için. Unutmayın ki gelenekler kültür ve uygarlığın önemli bir parçasıdır.
Toplumsal hafızamızı silmeye çalışarak kaotik küçük karşı grupçuklar oluşturma
çabalarının gerçek nedeni tam budur. Geçmişiyle
yüzleşip barışamayanın geleceği olmaz!
Toplumlar da tıpkı bireyler gibi davranış şeklini, kodlanmış
DNA’ları doğrultusunda geliştirir. Bu geleneksel yapı, bilgi ve farkındalıkla,
kültür ve uygarlığa, doğru yönü verir, onu sürdürülebilir kılar. Ancak tarihin
kırılma noktalarında, yani savaşlara hazırlanma dönemlerinde görürüz ki beşeri
uygarlık, siyasetin güdümünde sürdürülebilirliği konusunda tedavisi olmayan
yaralar almaya mahkûm kalır. Bu durum tıpkı uzuv kaybına maruz kalmış bir
insanın yaşamını yeni alışkanlıklarıyla sürdürmesine benzer. Hal buyken de içine
girilecek bir savaşın sonucu neredeyse bellidir. Ama tarih savaşlar kadar
devrimlerle de kırılmalara uğrar. Nasıl ki savaş olmayan zamanlar savaşa
hazırlık zamanlarıysa, karşı devrimlerin yaşam süreleri de devrime hazırlık
zamanlarıdır.
Türk’ün; tarihin bu
döneminde uzuv kaybına uğramasını ancak bir devrim önleyebilir!
Sağlıkla,
Jale ALTUNEL
24. Ksım. 2015