cam kenarına ekmek kırıntıları koydum
ekmeğimin kenarında can kırıntıları...
lokmalar bir bir boğazıma saplandı
şehitlerim vatan koynunda al bayraklı!..
dinmez tinlerine rahmet olan gözyaşları...
uçarıdır canım Türk'ün gökyüzü tulparları
beklenmedik bir anda açılacaktır pür kanatları
ekmeğimizin bir yanında dururken can acıları...
j.ak
"gökyüzü tulparları"
3.Şubat.2016
3 Şubat 2016 Çarşamba
18 Ocak 2016 Pazartesi
al kaftanlı thanatos
uzun namluluydu
akşamüzeri rehaveti
akşamüzeri rehaveti
vurdu yine içimizden
alçakların yüksek sadakati
patladı bilmem kaç kalibrelik
bin yüz yirmi sekiz hain mermi
karagöz perdesinde oynar canım
sömürgenin güdümlü gölgeleri!
reklâmla pazarlanır oldu
yirmi birinci yüzyıl lejyonerliği
ölüme güzel gözlü eros’un,
al kaftanı giydirildi
değişirken havada
devrim normalleri
al kaftanı giydirildi
değişirken havada
devrim normalleri
anamal güdüyor artık
içgüdülerimizi...
içgüdülerimizi...
ve öylece bir
akşamüzeri boşvermişliği
akşamüzeri boşvermişliği
alçakların şu yüksek sadakati
yükselirken göklere barış sesleri
oynar bitmeyen terörün
güdümlü gölgeleri
güdümlü gölgeleri
“al kaftanlı thanatos”
j.ak
18. Ocak.2015
9 Ocak 2016 Cumartesi
tasfiye olmuş şiir
yalnızlık işte,
yine bu halayın başı.
sıcak bir kış semtinden
sever vatanı, toprağı taşı.
tanımamış oralardan,
gerçek olan yoldaşı.
yolda dağıttılar hep,
bizim Ata kervanını.
kırdılar döktüler canım,
aynayı tası tarağı
tasfiye için şimdi,
tam tavsiye zamanı
döndüm artık sırtımı,
saplasın kör bıçağını...
oy sosyalleşme ortamı
nasıl da tribüne oynandı
sanal alkışlar vardı,
yarattı kahramanları!
bak internet girdi artık
tekmelenmiş şiirime
onun düşmanlığı henüz,
adem şerrinden körpe.
aldırmıyorum dostum
bu cürretkâr halime
vatan kurtarırken millet,
dijital çimenlerde...
yine bu halayın başı.
sıcak bir kış semtinden
sever vatanı, toprağı taşı.
tanımamış oralardan,
gerçek olan yoldaşı.
yolda dağıttılar hep,
bizim Ata kervanını.
kırdılar döktüler canım,
aynayı tası tarağı
tasfiye için şimdi,
tam tavsiye zamanı
döndüm artık sırtımı,
saplasın kör bıçağını...
oy sosyalleşme ortamı
nasıl da tribüne oynandı
sanal alkışlar vardı,
yarattı kahramanları!
bak internet girdi artık
tekmelenmiş şiirime
onun düşmanlığı henüz,
adem şerrinden körpe.
aldırmıyorum dostum
bu cürretkâr halime
vatan kurtarırken millet,
dijital çimenlerde...
20 Aralık 2015 Pazar
DEVLET - SANAT
Yılların eskitemediği “sanat sanat için midir, halk için midir?” tartışması sanat ve erdem ilişkisinde düşündürücü olmayı sürdürür. Konunun uzandığı uç nokta yaratıcılık ve varoluşçuluğa gider bildiğiniz üzere ki hafif tebessümlerle geçiştirilebilecek basitlikte değildir. Neden mi? Çünkü yüzyıllardır kullanımdadır sanat. Kimlerin kullanımındadır? Erkin, yani siyasi iktidarların kullanımındadır elbette. Tartışılan konuya bana göre Froyd; Uygarlığın Huzursuzluğu adlı eserinde (Das Unbehagen In Der Kultur/Civilization And It’s Discontents) sublimasyonu açıklayan kuramıyla en önemli çıkarımı yapmış.
“Sublimasyon”, yani yüceltme mekanizması sanatsal yaratıcılığı açıklamak için Froyd ve sonraki psikanalitik kuramcıların kullandıkları bir kavram olarak çıkıyor karşımıza. Yüceltme, ego için tehlikeli sayılan cinsel saldırganlığa karşı geliştirilen bir savunma mekanizması olarak açıklanıyor. Burada sanatsal yaratıcılığa bakış konusundaki farklılıkları da anlamalıyız ki bazı sanatçıların neden durduk yere(!) sistem tarafından ortadan kaldırıldıklarını da anlayabilelim.
Yaratıcılık, Tanrısal bir boyut ve sublimasyon, cinsel enerjinin (libidonun) yaratılana kanalize edilmesidir. Din olgusunun bu motif doğrultusunda konuyla içiçeliği hep saklanmış görünüyor. Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Froyd, dinsel sonsuzluk düşüncesini, bireyin benliğini dış dünyadan ayrı tanımlamaya başladığı ana dayandırıyor. Birey bu kopuşu “okyanusvari bir sonsuzluk hissi”, yani tanrıya inanma sanrısı olarak gösterirmiş. Froyd’un talebesi Jung ise “bir-leşme” kavramını ortaya atmış. Doğu dinlerinde, tasavvufi söylemlerde bahsi geçen bir olma durumuna özlem olarak, bireyin kendini bir’in parçası olarak görme bilinci oluşmuştur. Bu söylem ve etkileşimlerin Freud’un dediği gibi bir “sanrı” mı Jung’un dediği gibi “bir-leşme” mi olduğu elbette tartışma konusudur.
Aslında bu düşünceler ışığında 10. Yüzyıl dervişlerinden Hallaci Mansur’un ilk kez dillendirmiş olduğu Ene’l Hakk görüşü geliyor aklıma. Ve bu görüş ardınca giden 15. Yüzyılın büyük şairiNesimi… Ene’l-hakk mantıgının temeli, tüm kâinat Allah’tandır ve Allah her yerdedir. Bu kainatin bir parçasiysam Allah benim de içimdedir, bende de Allah’tan bir parça vardır. Bu durumda ben Allah’ın bir parçasıyım’dır. Hal böyle olunca ene’l hakk diyen Hallaci Mansur da büyük şair Nesimi de idam edilmişlerdir. Bu düşüncenin karşısına ise vahdet-i vücut bir antitez olarak konulmuş ve sanatı erk tekelinde tutma düşüncesindeki sistem tarafından benimsenmiş, bunun savunucusu sanatçılar da özgür(!) bırakılmışlardır. Çünkü vahdet-i vücut düşüncesi monizmi temel alır. Bütünün parçalarıyızdır ama yaratıcı tektir ve ancak o’dur. Tanrı varolan herşeydir. O, kâinat ve ötesidir.
Sanatın erk tarafından idari bir keşif olarak ortaya çıkmasına ilişkin sorumuzu yöneltelim o zaman şimdi;
Devlet mi halk içindir, halk mı devlet içindir?
Gülmek serbest. Boşlukları doldurmak kâfidir. Çünkü elbette devlettir halk için olan. Öyle olmasaydı Atatürk de bilirdi “soyunu soylandırmayı, boyunu boylandırmayı!” Bu doğrultuda okumalıyız Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini.
Bugün Dünya’nın en gelişmiş ülkelerinde bile gerçek anlamda halk için çalışan bir Devlet göremezsiniz. Elbette gelişmemiş olanlara nispetle gözle görülür farklar yok değildir. Ama özünde hepsi idari erki kollamak için yapılandırılmış unsurları barındırır. Din Sanat ve Spor bu unsurlar içinde en etkin olanlarıdır. Bu yazımda Spor olgusuna çok fazla değinmememin özel bir sebebi var aslında. O da artık 21. yüzyılda sporun neredeyse sanki sanatın bir koluymuş gibi işlenmesine yönelik yeni keşiflerle ilgilidir. Tv’deki futbol programlarına dikkat edin, zirve sporcuları 1990’lardan beri adeta sanatçılar gibi hayat akışı incelenen kişiler haline getirilmiştir. Falanca maçta attığı rövaşata golünden bahsederken bunun “çok sanatsal” olduğu yönünde yeni algılar yaratılmaya çalışılması hiç tesadüf değildir. Ve elbette Hakan Şükür’ün Avrupa kupası maçı öncesi kurban kesip kanını alnına sürüp dualar eşliğinde sanat yapmaya çıkmasının, pardon sahaya çıkmasının da tesadüf olmadığı gibi…
Demem o ki, her zaman erki elinde tutanların kimler olduğuna bakmalıyızdır önümüze sanat ya da sanatçı diye konanları izlerken. Çünkü bireyi adeta büyüleyen güzelliklerin içi sistem tarafından, çirkeflik ve bilumum küstahlıkla doldurulur. Bu Dünya Sineması olarak adlanan Hoolywood için de ekseriyetle böyledir. Her sanat eseri her sanatçı değildir elbet. Çünkü sistem progresiv çıkışlara da bir yere kadar serbesite sağlar ki bu progresiv serbesite bir nebze de olsa toplumların basıncını düşürsün, yani büyük patlamalara gebe bir istim sıkışmamış olsun.
Bu bağlamda Devlet Sanatçılığı kavramından bahsetmezsem çatlarım.
Platon’un mükemmelleştirdiği o mucizevî Devlet’i temel alırsak kavram olarak mükemmeldir bence. Yani halkı için didinen, çalışan bir devletin sanatçısı doğal olarak halk için sanat yapıyordur. Ki bu doğru olandır. Evrensel gerçek de tektir. İkiyle ikinin dört etmesi gibi. Siz bakmayın beş eder diyen postmodernist filozof bozuntularına! Aman cebir falan da demeyin ha, cebirle çözmüyorum bu işlemi! Ezoterizmin izinde, başkaları anlamasa da olur türünde sanat’mış gibi ortaya konulup, izleyenin/okuyanın da “yahu anlamıyorum hiç bir şey ama çok süpermiş dostum!” dedikleri züppeliklere de aldırmayın… Çünkü beş yüz yıl önce de anlaşılıyordu Nesimi ve yüz yıllar öncesinde yaşamış halkın pek çok ozanı da hep, hep anlaşılıyorlardı… Şimdinin devletleri ezoterist anlatımı sadece belli bir zümrenin, hatta neredeyse tarikatların beğenisine sunarken, konudan bihaber kitleleri de tamamen alt unsurlarla etkileyip ele geçirerek aynı saflara çekmeyi gerçek hedef olarak belirlemişlerdir. Halkı için çalışmayan bir devletin onay vereceği “sanat” ya da “sanatçı” ve hatta “devlet sanatçısı” adıyla pazarlayacağı da kendi hedeflerine ters düşmemiş olan ürünleri ya da bireyleri kapsayacaktır.
Devlet Sanatçılığı kavramına değildir burada sözüm. Devlet Sanatçısı doğal olarak Halkın Sanatçısı demektir çünkü. Ama her kavram her tanım gibi bu kavramın da Devlet tanımının da çoktandır çürümüş ve kokuşmuş olduğunu görüyoruz. Bu yüzdendir “bu devlet bizim devletimiz değildir” dememiz. Bu yüzdendir Devlet Sanatçısı diye önümüze atılana bizim sanatçımız değildir, hiç olmadı ki! dememiz… Ama anlatamadık ve anlatamayacağız. Bizim anlatamadıklarımız üzerinden sözde halkçıymış gibi çıkış yapan etnik bölücülerin adeta rol çalarak Devlet’i kendi yargıları üzerinden yok saymalarına karşı çıkarken anlatamadık hem de! Bir şeyin karşısında olmanın, bizden rol çalanların dediklerinin yanında olmayı gerektirmeyeceğini de anlatamadık!
Biliyoruz ki çapıyla olmasa da içeriğiyle bir üçüncü paylaşım savaşı süregitmekte. Etniksel mezhepsel, jeosiyasi ve politekonomik gerçekler üzerinde tırmanan ve birbiri ardınca gelişen çok önemli ayrıntılarıyla hem de. Ve tırmanan bu büyük resimde şeytan ayrıntıların içine gizlenmiş durumdadır. Siyasetin içinde çok önemsenmiyor olsa da Edebiyat Gazetesi olarak bu ayrıntılara değiniyor olmamız bu sebepledir. Ayrıntı gibi görünenler kitlesel etkileşimin ana arterini oluştururlar. Sanat üzerine gitmemiz filmleri eleştirmemiz, onları yayınlamamız işte bu yüzdendir. Evrensel algıları, estetik algıların kullanıldığı akımlar belirleyebiliyorsa, o çoktandır hatta yüzyıllardır siyasi bir konudur zira.
Sanat siyasi bir konuysa elbette halk içindir.
Halkı için varolacak bir Türk Devleti özlemiyle,
Sağlık ve iyi Pazarlar dilerim…
Jale Altunel / edebiyatgazetesi
9 Aralık 2015 Çarşamba
oluk oluk öldük
Oluk oluk,
Ön Asya'da öldük.
eli kılıç tutmazların,
ata eğer vurmazların,
saza sözü katmazların,
yerine öldük korkakların!
taşa sevda yazmazların,
aşında türkü tütmezlerin,
antına güven olmazların
yerine öldük aymazların!
Devlet olduk, yüreğimiz dev olup,
toprak olduk bayrağımız al olup
çiçek olduk Karabağ'da kırlarda,
demirden kale olduk, Eceabat'ta!
Şimdi bir urgan var boynumuzda,
elleri yağlı kara.
Kıyıp geçer oluk oluk
anar sonra rakamlarla
Soma'da, Hazar'da, Urmu'da
Musul'da, Tuzhurmatu'da
Türkmendağı'nda
Ölürüz sessiz çığlıklarla
Varırız uçsuz uçmağa...
Kalkacağız kardaş darıhma
Geçit yoktur kuzgunlara
Gün ola harman dola
Turan’ımız Devlet ola!..
Ön Asya'da öldük.
eli kılıç tutmazların,
ata eğer vurmazların,
saza sözü katmazların,
yerine öldük korkakların!
taşa sevda yazmazların,
aşında türkü tütmezlerin,
antına güven olmazların
yerine öldük aymazların!
Devlet olduk, yüreğimiz dev olup,
toprak olduk bayrağımız al olup
çiçek olduk Karabağ'da kırlarda,
demirden kale olduk, Eceabat'ta!
Şimdi bir urgan var boynumuzda,
elleri yağlı kara.
Kıyıp geçer oluk oluk
anar sonra rakamlarla
Soma'da, Hazar'da, Urmu'da
Musul'da, Tuzhurmatu'da
Türkmendağı'nda
Ölürüz sessiz çığlıklarla
Varırız uçsuz uçmağa...
Kalkacağız kardaş darıhma
Geçit yoktur kuzgunlara
Gün ola harman dola
Turan’ımız Devlet ola!..
“oluk oluk öldük”
j.ak
8.Aralık.2015
j.ak
8.Aralık.2015
6 Aralık 2015 Pazar
rüzgârını içtik
Eskitemedik o eski yalnızlığımızı bunca yıl,
İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!
İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!
"Rüzgârını İçtik"
j.ak
05. Aralık.2015
j.ak
05. Aralık.2015
1 Aralık 2015 Salı
KİTLESEL YALNIZLIK LİBİDO ve SAVAŞ
Bize ne yaptılar? Çıldırdık mı?
Kitlesel yönlendirme araçlarından en önemlisi de bastırılmış
libidonun kullanılmasıdır.
Ahlâki standardizasyon, başkalaştırılan kavramlarla “başka
değerler” şeklinde çıkıyor artık karşımıza. Sistem kitlenin libidinal agresroyonunu
(bastırılmış cinsel enerji kaynaklı gerginlik) yönlendirip onu kullanıyor.
Dini
terör örgütleri de dâhil, tüm terör örgütlerinin kullandığı,
Fabrikalarda
artı değerin üretilmesinde sermayedarların kullandığı,
Holiganlığı
oluşturan spor sektörünün kullandığı…
Ve
hatta eğlence sektörünün fanlar oluşturmada kullandığı da, bastırılmış yaşam enerjisidir.
Dini ve siyasi yasaklarla bastırılan
cinsel enerji, patlamaya hazır bir bomba etkisindedir. Bu etki modern
zamanların ilk döneminde fabrikalarda kullanıldı. Ama bu çağda artık
fabrikalarda eskisi kadar fazla insan çalışmamaktadır. Teknolojik gelişim
sayesinde insanın yaptığı işin büyük bir kısmını makineler yapıyor. Üçüncü
dünya ülkelerine nispeten batıda dini reform gerçekleşmiş ve cinsel kısıtlanma,
ekonomik iyileşme süreciyle de paralel bir seyirde ortadan kalkmıştır. En
önemlisi “gelişmiş” batıda toprakların paylaşılma süreci bitmiştir. Dolayısıyla
libidinal agresyonun o coğrafyada herhangi bir kullanım amacı da kalmamıştır
artık. Ama Ön Asya’da ve Orta Asya’da durum hâlâ kullanıma açıktır ve bunu
istedikleri şekle sokabilmektedirler. Irkçılık, mezhepçilik ve bunların
oluşturduğu kutuplar üzerinden ayaklandırmak, sahte düşmanlıklar yaratmak ve
bölgesel savaşları kaşıma yönünde kitlesel bir istismar vardır. Yani bu durum
bizim coğrafyada trafikte de bir meydan savaşıdır, (gerekirse)stadyumda da,
ucuz bir mal satacağını önceden açıklayan ve kitlesel hücuma uğrayıp birçok
insanın ağır yaralandığı bir AVM açılışında da öyledir.
Trafik terörüne ilişkin Aycan
Yayla’nın “Bu bir Meydan Savaşıdır” adlı yazısını okuyunca daha çok araba
satışı, daha çok yola ihtiyaç duymak, yani doğayı daha da mahvetmek pahasına
tüketmek düşünceleri uçuştu zihnimde ve Araba üreten fabrika sahibi Henri
Ford’un (1863-1947) söylediği şu sözler geldi aklıma;
“Daha çok araba satabilmek için daha fazla araba yarışı
düzenlemeliyiz, daha fazla pist yapmalıyız, bunu da basın yoluyla kitlelere
duyurmalıyız”. Bunun üzerine basın devleri Hearts ve Pulitzer devreye sokularak
haber vermek yerine haber üreten sarı basın yaratılmıştı… Hatta 1966 Fransız
yapımı Un homme et une femme (bir erkek ve bir kadın) adlı filmde erkeğin
formula yarışçısı olması yani reklamın sinemaya kadar sıçramış olması, o yıllar
için hiç de tesadüf değildi.
Konuya dönecek olursak ki bence trafik terörüne varan
süreçte, tüketimin çıkış noktasını anlamak adına konunun tam içindeyiz, spor –
siyaset, din – siyaset, eğlence – siyaset dersem, sanırım herkesin aklına
Franko ve onun kitleleri uyutma taktiği 3F gelecektir.
Oluşturdukları sisteme kitleleri uygunlaştırmada, eski basın
devleri Hearts ve Pulitzer’in o etkin görevini artık günümüz medya devleri,
küresel siyaset esnaflarının çıkarları doğrultusunda üstlenmişlerdir. Öyle ki
bu durum teknolojinin gelişmesiyle internete, oradan da akıllı telefonlara
uyumlanmıştır. Sosyal paylaşım şebekeleri, sistemin günümüze kadar kitleleri
uyutmada kullandığı 3F’nin yanına konabilir mi sizce? Bence bu mümkündür. Çünkü
aynı bağımlılıkta, aynı yaptırım araçlarından biri olmuştur “sosyal paylaşım”
görüngüsü.
Teknoloji, yalnızlığı kitleselleştirmiş
oldu!
Artık siyasi mitinglerin adı “etkinlik” oldu meselâ. Bir
futbol maçı gibi, falanca festte verilecek bir konser gibi ya da stadyumda
izlenecek bir maç gibi, sadece bir etkinliktir o. Çünkü insanların
birbirlerinden haber almasının ve iletişimlerinin nerdeyse biricik yolu
internetteki sosyal paylaşım ağları olmuştur. Artık, event, etkinlik
zamanlarındayız…
Sömürülen ülkelerde neden siyasi
diktatörlüklerin din temelli ahlâki baskıları etkin kıldığını ve neden islâmi
mezheplerin fitilinin hristiyan ülkeleri tarafından ateşlenerek üzerimize
atıldığını anlamak zorundayız. Ve anlamak zorundayız, internetteki videolarda
neden ölüm sahnelerine bu kadar sık rastlar olduk, gelişmekten bahsedip, ceplerinde
insanlığın geldiği son teknolojiyi taşıdığı halde neden insanlar Ortaçağ
karanlığının gladyatör ölümlerini izlemeye giden kitlenin ruhuna büründü ve
ilgiyle şiddet içerikli görselleri izliyor? Neden hayvanların haklarını
müdafaa ediyorum ve “bu adamı ifşa ediyorum” kisvesiyle hayvan işkencesi
içerikli videoları rahatça paylaşabiliyor? Ortaçağ’dan kalma bu davranışları
bugünün teknolojisinde bile, sözde modern insan neden tekrar eder? Yanıtı
açıktır. Çünkü ortaçağ engizisyonu da libidoyu şu an bu coğrafyaya batının
ihraç ettiği “ılımlı İslâm”ın bastırdığı gibi bastırmaktaydı.
Batı şimdi Ön Asya’daki libidinal
agresyonu istediği şekilde açığa
çıkarmanın peşindedir. Bunu Arap Baharı’nda da gördük, kısmi şekliyle Gezi’de
ve Güney Azerbaycan kalkışmalarında da gördük, Azerbaycan-Nardaran’da
şimdilerde şii mezhepçiliğinin kışkırtılması şeklinde de görüyoruz ve daha da
görmeye devam edeceğiz. Ve onlar din ahlâk çıkışlı sahte yırtınmalar
karşısında doğacak kavram kargaşasıyla, aslında ahlâki yozlaşmayı sağlamanın
peşindeler.
Yeni paylaşımlar yapma derdindeki sömürge, sömürdüğü
ülkelerin önce eğitim sistemini çökertiyor ve etkisiz kılıyor. Daha sonra
yapılansa adeta koskoca halkı ahlâksızlıkla aşağılamak anlamına gelen
dincileştirme, yani toplumu ahlâklı yapma girişimidir. Sanki bizim toplumsal
geleneklerimiz yokmuş gibi, sanki biz ahlâksız bir toplummuşuz gibi. Bu girişim
mahallelerde din adamlarının verdiği fetvalardan, bilmemhangi hoca efendinin tv
ekranlarında öttürülmesine, üniversite profesörlerinin demeçlerinden
milletvekillerinin kürsüden çıkışlarına, makale yazarları(!)nın
çemkirmelerinden falanca sanatçı(!)nın ulvi açıklamalarına uzanan kitlevi bir
gazla pompalanıyor. Cuma namazı, umre, hac, örtünmek gibi davranışlar burjuva
sınıfı davranışı haline getirilerek özendiricilik yaratılıyor. Sonra da gelsin
kadın bedeni üzerine konan ataerkil ipotek, gitsin ahlâk ve namus
kavramlarının, kadın cinsiyetiyle erkek uçkuru arasında bir yere
sıkıştırılması. Yolsuzluk yapıyorsunuz ama? O sayılmaz. E iyi peki madem o
sayılmıyor o halde genel evler yasaklansın? Aa bak o olmaz işte. Neden? E erkek
başka. Erkek bedeniyle kadın bedeni bir mi? (Yeni bir “şey” keşfedilmiş gibi
şaşırılır ve susma hakkı kullanılır!)
Ne dersek diyelim bu ataerkil ikiyüzlülük sürdükçe, ikiyüzlü
erkekler ve ataerkil düzeni korumaya ant içmiş bıyıklı kadınlar yönetmeye devam
edecekler bizi. Ve din temelli ahlâki bastırılmışlıkla sahte zıtlıkların
yarattığı “feminist” hareketlere maruz kalacağız. Feminizm ilk duyduğum günden
beri beni utandıran bir kavram olmuştur. Cinsiyetimi koruduğunu savunan ve
sadece hukuki temeller üzerinden gerçekte liberal çıkışlar yapan bir yapı,
aman ne büyük şans, ne büyük lütuf! Hey gidi Türk katunu, hey gidi Türk
anası! Getirildiğin noktaya bak! Femen grubu gibi zırvalıktan muhteva
insanların aptal saptal eylemleri yaratılan zıtlığa, gerçek yozlaşmaya en iyi
örnektir bu arada. Düşünün bir, sistem bastırılmış cinsel enerjiyi reklâm
sektöründen terör eylemlerine kadar her tür sömürü ve istismarın aracı yapmış,
bu şapşal sürüsü bedenlerini şov malzemesi yapıyor. Ne desek boş!
Ön Asya’yı parçalamayı kafasına koymuş vahşi sömürgecilerin
pençesindeyiz. Batının bu coğrafyaya demokrasi getirmesini istemiyorum ben.
Buraya özgürlük de getirmesin batı. Buradaki kadınların hakkını hukukunu da
aramasın, hiç gerek yok! Başlatmayın hakkınızdan hukukunuzdan. Tek istediğim
batı o domuz pisliğine ve insan kanına bulanmış olan ellerini çeksin
üzerimizden. Kendi icadı olan ılımlı islâm hançerini ruhumuza saplamaktan vaz
geçsin. Çünkü bu coğrafyadaki Türk ruhu onların hançerinden çok daha derindir.
Kendi geleneklerimiz islâmdan çok önceye dayanır ve hatta şu an islâmi
geleneklerle öyle iç içe girmiştir ki, Birçok İslâm coğrafyasında ister-istemez
islâmi gelenek adı altında Türk gelenekleri sürdürülür. Bu toplum bunu
farkettiği an, batının mezhep karşıtlığında kullanmaya uğraştığı libidinal
agresyonu bizim değil, onların kafasında patlatacaktır.
Bize biçtikleri elbise ılımlı islâm, kendileri
seküler.
Bize biçilen ayaklanma internet üzerinden örgütsüz bir
“event”, onlar “Nes en 68”.
Bize biçilen cinsel baskı, onlara cinsel devrim.
Bize biçilen ölüm, onlara yaşam!
Sözün özü, onlara sevdanın yolları bize kurşunlar!
Öyle yağma yok!
Sağlıkla, sevgiyle…
Jale ALTUNEL
30. Kasım 2015
26 Kasım 2015 Perşembe
teslim bayrağı
Ne gecedir kimsesiz uykularıma, ne de
gündüz
Başı gövdesinde değil dostum dünya
dümdüz
Savaş başların işi, gövdeler yalnız.
Gürültüsü çınlıyor makinelerin izinsiz
Sesini duyamam artık sabahlar sessiz
Aynı ses kulağımda “biz bu
değiliz”
Ölmedi binlerce yıldır tek bir
esirimiz!
Sınırlarımız elbette namustur bize!
Savunmak şereftir onu her bir Mehmede
Bilmem ne gelir aklına Türklük
deyince?
Esir öldürmek yazılmadı hiç şanlı
tarihimize…
Kulaklarımda çınlıyor biz bu değiliz,
değiliz!
İnsan doğduk Ön Asya’ya, insan
öleceğiz,
Savunmasız olana kalkmamıştır elimiz
Onuruyla savaşır Mehmetlerimiz!
Teslim bayrağı beyazdır ap-ak bilmez
misiniz?
Rus pilotun paraşütünü görmez
misiniz?
Gövdesi Putin’den ayrı sancımış ak bayrağa
Bir teslim bayrağını ona kefen
ettiniz!
Kulaklarımda çınlıyor biz bu değiliz,
İnanamam vurana Türkmen misiniz?
Utanmazca tekbirlerle teşhir ettiniz
Bu insanlık suçuyla davayı
kirlettiniz!
Türkmendağı üzerinden, bir oyun
pazarlanır
Düşmanın tavırları biz gibi
yansıtılır
Çeçeni arabı kürdü içimize kiralanır
Boz oyunu Tükoğlu, insanlık ata
mirasındır!
“teslim bayrağı”
j.ak
26.Kasım.2015
24 Kasım 2015 Salı
RÜZGÂR DA BİZİZ, KANAT DA…
Ekonomik ve askeri
bağımlılık, olaylara kendi penceremizden bakmamızın önüne gerilmiş ipekten bir
perdedir.
Olasılıkları değerlendirirken hep başkalarının çıkar ilişkilerindeki
çelişkiler üzerinden yürüme refleksi geliştirmiş olmamız, bu yüzdendir.
Amerika öyle istedi, İsrail böyle buyurdu, Rusya bombaladı,
Fransa’da İkinci 11 Eylül, Alman istihbaratı yine şunları fişfikledi, İngiltere
neden sessiz? İran batıyla anlaştı, petrol ucuzladı, Esad diktatör… Peki ya
biz? Biz derken Ön Asya’daki Türklerin tamamını kastediyorum. Türkmeneli,
Suriye Türkmenleri, Azerbaycan Türkleri (Güney Kuzey), Türkiye’de biz… Bizlerin
ortak plânımız nedir? Yani birilerinin plânlarına payanda olmak, onların
oynadıkları ekonomik ve siyasi oyunların ancak kullanım amaçlı ya da ölmeye
koşulmuş insan yığınları edilmenin dışında? Şimdilik pek yok. Olan yeni
avrasyacılık ve yeni osmanlıcılık gibi eğreti, eklektik ve bir o kadar abzürt
komedilerden ibarettir ki bizim kendi gerçeğimizle ve menfaatlerimizle asla
ilgileri yoktur!
Sahipler ve Kanaat Önderleri 5-Savaş adlı yazımda savaşların
artık taşeron terör örgütleri üzerinden yapıldığını söylemiştim. Eksik söyledim
ya da tam tersi, fazla. Çünkü evel ezel bu böyleydi. Ön Asya’da dönen son oyunlar, taşeron terör örgütlerinin uluslarası
ticaret şebekeleriyle oluşturulmuş olan “yeni Dünya düzeni”nde yeni ya da çok
eski sloganlarıyla yol aldıklarını gösteriyor: “parayı
veren düdüğü çalar!” Eskiden tek ülke için iş yapan terör örgütleri
artık parayı kim verirse onun adına işleniyorlar. Olayların bir günden bir güne
değişivermesinin de, her gün bir başka haritanın medyaya servis edilmesinin de
sebebi budur.
Esad yıllardır Türkmenler'e ihanet etti ve biz buna
sabrederek Suriye'nin bütünlüğünü savunduk. Ama son dönem kendi bindiği dalı kesmektedir.
Üstelik bu ihanet sözde müttefikimizin onayıyla rus-kürt ittifakına çevrileli
çok oluyorsa ve Suriye'nin kuzeyinin neredeyse tamamı kürtlerin eline geçmişse,
atrık kendi çıkarlarımızı Suriye’nin bütünlüğü üzerinden inşa etmek gibi bir
lüks de sanki bize bırakılmamış olur... Bir de bunların üzerine kim tarafından ne
için desteklendiği bilinen dhkp-c liderine, yurdumun bazı Türk geçinen
şaşkınları da dâhil bölücü pkk yandaşları tarafından alkış tutuluyorsa, durum
demografik dönüştürme çabalarına karşı durmayı acil ve hayati kılar…
Diktatörler kendi devamlılıklarını sağlamak için
ülkelerindeki insanları da, komşularını da rahatça satarlar. Aynı örnekle
yaşadığımız için anlamakta zorlanmıyoruz. Güney Azerbaycan'da, Türkmeneli’nde
ve Suriye'nin kuzeyinde Türk popülasyonuna ve Türkiye'de sözde iddia edilen
topraklardaki kürt popülasyonuna bakınca,
bu iblislerin oradaki demografiyi niçin değiştirmeye çabaladıkları çok daha net
anlaşılır. Aynı demografik temizliği ermeni taşeronlarıyla Karabağ’da, kürt ve
ermeni taşeronlarıyla Urmiye’de gerçekleştiren Rusya, bu konunun uzmanıdır ne
de olsa. Velhasılı, yüzyıllardır Ön Asya'nın (ve hatta Dünyanın) en mazlum ve
kırgına uğrayan budunu, hep Türk budunu olmuştur...
Sistem, uluslararası ticaret
şebekelerinin kullanımında, insan ve doğayı birbirinden uzaklaştırırken;
ideolojileri, düşünceleri ve hatta kutsal inançları bile reklâmla pazarlar. İdeolojiler,
dinler birer üründür. Moda haline getirilen ritüeller, küçük burjuvanın edimsel
devinimi olmuştur. Sıkmabaş sektörü, kimliği inanç ekseninden ayrıntısıyla yansıtan
çeşitleriyle, marijinal orta sınıf ayrıksılığını özgür tercih kılıfıyla çok
rahat pazarlamaktadır. Bir yandan da ucu, her daim parasal kazancı hedefleyen viral
reklâmlar, artık terör eylemlerinin “ölüm” temasıyla bilinçaltımıza itilmektedir.
Normal bir insan, psikolojik olarak izlenmeyi asla istemeyecekken, artık
“güvenliği” için bunu “kendisi seçmektedir.” Yeni Dünya düzeninin uluslar arası
gözetime dair son teknolojileri bunun en belirgin örneğidir. Ve uluslar arası
ticaret şebekesi güvenliğe dair ürettiği teknolojinin pazarını ancak korkuyla
besler. Fransa’daki ikinci 11 Eylül bu bakımdan tıpkı birincisi gibi bir taşla
pek çok kuşu vurmuştur.
Bu yüzden
Türkiye de dâhil olmak üzere tüm Ön Asya Türkleri’nin (Oğuzlar’ın) aynı ilgiyle
aynı yöne bakabileceği bir plân, siyasilerin pazarlama araçlarından biri olan
dinin dışında kalmak zorundadır.
Ø Türklük Hamaseti, “birileri” tarafından kılıç kalkan kültürüyle
pazarlanırken, asıl gerçeğimiz; orada yüzbinler halinde sokaklara dökülüyorsa!
Ø Din, birileri tarafından tekbir sesleriyle sünni mezhepçilik oyununu
oynarken, asıl gerçeğimiz; Türkçe’ye faşist molla rejiminin koyduğu yasaklara
karşı, şiiliği Türklüğün bayrağı yaparak, protestosunu da inatla Türkçe
beyitler ve ilâhiler okuyarak yapıyorsa!
Ø Ve en önemlisi Suriye’nin kuzeyindeki sünni Türkmenler’i şii olduğunu
bildiğimiz Azerbaycan Türkü Prof. Cəmil Həsənli müdafaa ediyor ve kınamasını
facebook Sayfasından
paylaşıyorsa (http://www.azadliq.info/103528.html), bunları doğru okumak ve anlamak zorundayız demektir…
Davamızı dinlerin ve mezheplerin dışına taşımalıyız. 500 yıldır aynı
hataları yaparak farklı sonuçlar beklemek, açıkça görülür ki biz Türkler’in
çıkarlarından çok, her dönemde Ön Asya Türkleri’nin arasını mezheple vuran din
tüccarlarının ve onları tatlı-tatlı semirten düşmanlarımızın işine
yarayacaktır. Rusya’nın çoğunluğu sünni olan Türkiye’yle, (Kuzey ve Güney)
Azerbaycan’ın birleşme olasılığına karşı açıkça ve pişkince şii’liği desteklemesi
tesadüf değildir. Tıpkı Pensilvanya’da amerika’nın beslediği nurcu gibi. Ancak
ısrarla bilinmelidir ki Türkmen Dağı’ndaki sünni Türk de bizim, Güney
Azerbaycandaki ve Türkmeneli’ndeki şii Türk de bizim. Hepsi bizim, hepsi biziz!
Asıl olan üretim ilişkilerindeki
devamlılık davasıdır. Bizim gerçeğimiz de umudumuz da bu olmalı. Her şeye
rağmen Turan fitilinin Ön Asya’dan ateşlenmesine sırf bu yüzden hayal olarak
bakmıyorum. Çünkü Ön Asya’nın en dinamik unsurunun kimler olduğunu 2006’da da
2013’te de 2015’te de açıkça gördük!
“Ayaklanınca çok güzel oluyorsun Türk!”
İşte bu dinamizm seküler olmak
zorundadır ki çelişkilerin arasından sıyrılanlar düşmanlarımız olmasın! Çünkü
onlar hep bu mezhepsel çelişkiyi kullandılar, bizler kardeşkanı akıtırken
şehitlerimizi basamak yapıp üzerlerine basa-basa çıktılar tepemize! Oğuz
Türkü’nü insanlığın en yumuşak karnı olan manevi duygularıyla, DİN’le MEZHEPLE
etkisizleştirdiler! Ve bu durum artarak devam etti… Dini siyasete alet etmemekten bahseder dururuz. Ama din, bilimin beşiği
olarak bilinen “gelişmiş” dünya ülkeleri tarafından beslendiğini bildiğimiz el
kaide, hizbullah, ışid gibi terör örgütleriyle uluslar arası siyasette kulanım
araçlarının ta kendisi, bir numarası, gözbebeği olmuştur… Ve karşısında oluşturulan
zıtlık ya salt islâmofobi ya da ateizm şeklinde tezahür eder. Bu antitez
sayesinde oluşan/oluşacak sentezse her şekilde toplumsal hafızadan,
geleneklerden, şuurdan ve birlik-beraberlik değerlerinden arındırıcı özellikler
taşıyor/taşıyacak. Düşmanların istedikleri de aşağı yukarı böyle bir şeydir. Bu
yüzdendir ki sentezimizi doğru yapmak durumundayız. Hem de tüm karşıtlıklar
için. Unutmayın ki gelenekler kültür ve uygarlığın önemli bir parçasıdır.
Toplumsal hafızamızı silmeye çalışarak kaotik küçük karşı grupçuklar oluşturma
çabalarının gerçek nedeni tam budur. Geçmişiyle
yüzleşip barışamayanın geleceği olmaz!
Toplumlar da tıpkı bireyler gibi davranış şeklini, kodlanmış
DNA’ları doğrultusunda geliştirir. Bu geleneksel yapı, bilgi ve farkındalıkla,
kültür ve uygarlığa, doğru yönü verir, onu sürdürülebilir kılar. Ancak tarihin
kırılma noktalarında, yani savaşlara hazırlanma dönemlerinde görürüz ki beşeri
uygarlık, siyasetin güdümünde sürdürülebilirliği konusunda tedavisi olmayan
yaralar almaya mahkûm kalır. Bu durum tıpkı uzuv kaybına maruz kalmış bir
insanın yaşamını yeni alışkanlıklarıyla sürdürmesine benzer. Hal buyken de içine
girilecek bir savaşın sonucu neredeyse bellidir. Ama tarih savaşlar kadar
devrimlerle de kırılmalara uğrar. Nasıl ki savaş olmayan zamanlar savaşa
hazırlık zamanlarıysa, karşı devrimlerin yaşam süreleri de devrime hazırlık
zamanlarıdır.
Türk’ün; tarihin bu
döneminde uzuv kaybına uğramasını ancak bir devrim önleyebilir!
Sağlıkla,
Jale ALTUNEL
24. Ksım. 2015
12 Kasım 2015 Perşembe
SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ -6- Güney Azerbaycan
Hazır davaların “kanaat önderleri” çok olur.
Ama bu davaların bir de gerçek sahipleri vardır.
Ama bu davaların bir de gerçek sahipleri vardır.
Dava ne kadar gerçek ve Sahipler ne kadar haklıysa, o sözde Kanaat Önderleri de bir o kadar gerçek sahiplerin altında böcek gibi ezilmeye mahkûm kalır! Gezi’de yaşamadık mı? Sırrı ve “ağaçsever” tayfası Kemalistlerin altında kalmadı mı? İşte onun gibi. Güney Azerbaycan ayaklanması kapanın elinde kalacakmış gibi dursa da, oradaki Türk Halkı salak değildir! Kimlerle hareket edeceğini gayet iyi bilir…
Geçtiğimiz hafta İran hükümeti tarafından sıkı denetimde olduğunu bildiğimiz İran televizyonu, Türkler’i (bizi) ağır hakarete maruz bırakan bir programı pişkincesine yayınladı. Programda bizim dişlerimizi tuvalet fırçasıyla temizlediğimiz ve bu yüzden ağzımızın da çok pis koktuğuna dair son derece ipe sapa gelmez, tam bir fars kurnazlığıyla, aşağılanıyor ve yine her zaman olduğu gibi taciz ediliyorduk. Bunun bir benzerini daha 2006 yılında biz Türklerin hamamböceğine benzetilerek neşredildiği karikatür krizi’nde yaşamıştık.
Hepimiz görüyor ve biliyoruz ki Güney Azerbaycanlı soydaşların kalkışmasında hamamböceği, tuvalet fırçası vb. türde hakaret ve tacizler olayın gerçek formal yapısına, oradaki soydaşların onlarca yıldır yaşıyor olduğu eziyet ve zulümlere ancak birer bahanedir.
Kaçar Türkleri İngiliz desteğiyle Pehlevi ailesinin 1925’teki işgâlinden sonra hep zulümlere sabretmek durumunda kaldılar. Bölgedeki 1000 yıllık Türk hâkimiyeti bu işgâlle bitiyor ve pan-iranist farslaştırma politikaları ekonomik olarak da uygulanıyordu. 1930-1940’lı yıllarda Türklerin yoğunluklu olarak yaşadıkları Güney Azerbaycan bölgesine devlet destekli sadece iki fabrika açılırken, Türklerin azınlıkta olduğu bölgelere; başta Tahran ve Rıza Han’ın doğum yeri olan Mazanderan gibi şehirlere yirmi fabrika açıldı. Böylelikle yoğunluklu Türk nüfusunun dağıtılması ve Türkler’in birliği dirliği parçalanırken ekonomik olarak da güçsüzleştirilmesi planlanmıştı. Ve faşistçe bir bastırma, boyun eğdirme politikası güdülüyordu. Öyle ki kamu hizmetlerinde valilik ve üst yönetim kadrolarına Türkler alınmıyor, yönetici kadrolardan def ediliyor, Türk dili konusunda da ağır baskılara ve tacizlere maruz kalınıyordu. Rıza Han dönemi Tebriz valisi Abdullah Mostofi Türkçe ağıt yakılmasına izin vermiyor, Tebriz milli eğitim müdürü Zogi, okullarda Türkçe konuşulmasını yasaklayarak yasağı ihlâl edenlere ağır cezai yaptırımlar uyguluyordu. Bilir misiniz bu korkak farslar’ın yüzlerce yıl Türk’e korkaklık vergisi verdiğini? Bilir misiniz, savaşmaktan korktuğu için Türk savaşçılarını öne sürerek kendi atıllığında Türk boyundurluğunda rahatça yaşayıp da kendisine Türkler tarafından yukarıda anlattığım gibi faşistçe saldırılar yapılmadan yüzyıllar boyu sadece popolarını büyütüp oturduklarını? Rahatça ve konforla…
Neyse sonuçta Türkiye’de yaşayan ve oradaki akrabalarımızla aynı tarihi, kültürü ve dili paylaşan Türkler olarak Güney Azerbaycan konusunda pek az şey bildiğimizi düşünmekteyim. Tıpkı Şu ana kadar gözlerimizi kapadığımız Irak Türkmenleri, Suriye Türkmenleri Doğu Türkistan Türkleri, Kırım Türkleri, Ahıska Türkleri ve dahası gibi. Ön Asya’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da başımızı ne yana çevirsek Türk’e çarpmamıza karşın, sanki Türk’ün tek ülkesi Türkiye, tek dert de Türkiye Türkleri’nin derdiymiş gibi davranmaktan vazgeçmemizin zamanı geldi de geçiyor oysa…
Güney Azerbaycan Türkleri’ne ve o coğrafyaya baktığımızda tarihin bizler için karanlık sayfalarına da düşeriz tabii. Öyle ki o karanlık sayfalar adeta kara lekeler olarak durmakta. Şah İsmail – Yavuz Selim ve Timur – Yıldırım Bayazid… Yani gerçekte siyasal-ekonomik sebeplerin mezhep savaşına dönmesi ve Türk’ün Türk’ü kırması temalı trajedileri iyi biliriz.
Ama şu hale bakın ki bir sürü lehimize olan gerçeği bilmezken aleyhimize olan gerçekleri didik-didik biliyor, Türk’ü Türk’e kırdırma, düşman etme ve araya nifak sokma amaçlı olan, dayatılma tarih bilgileriyle yoğrulup duruyoruz. Ancak ne var ki artık internet sayesinde günden güne küçülen dünyaya ve Türk gerçeğine dönüp baktığımızda sünni, alevi şii müslüman Türkler, Saka’da hristiyan Türkler, ateist Türkler, Orta Asya’da Şaman, Göktengrici Türkler ve musevi Hazar Türkleri’ni görürüz. Artık bizleri birleştiren ve aynı yöne bakmamızı gerektiren gerçekler, şartlar doğrultusunda değişmiştir. Din her ne kadar önemli bir birleştirici unsur olsa da kendi gerçeklerimize bu cepheden bakma retoriği değişmelidir.
Sonuçta Güney Azerbaycan Türkleri 9 Kasım 2015 tarihinde Tahran, Tebriz, Urmiye, Zencan Erdebil, Meşkin, Hoy, Sulduz, Merend, Mugan ve Marağa şehirlerinde haklı kalkışmalarını başlatmışlardır.
30 milyonu aşkın Türkü barındıran Güney Azerbaycan’da, soydaşlarımız onlarca yıldır gördükleri zulüm karşısında asla terörle gündeme gelmemişlerdir. Bu türden bir zararın tam aksine farsların yürüttüğü ekonomik anlamda çökertme ve fakirleştirme politikalarına karşın; onlar, ülke ekonomisinin çok önemli bir payını ayakta ve dinç tutan bir ekonomik enstruman rolü üstlenirler. Yukarıda saydığım şehirlerde gerçekleşen kalkışma mertçe ve TÜRK GİBİ bir kalkışmadır. Haklı bir davanın protestosudur. Kısıtlı bir biçimde bahsettiğim tarihi gerçeklerin yanında onların ayaklanma sebebini “Amerika’nın oyunu” ya da “batı öyle istedi de kalkıştılar” şeklindeki söylemlerle hafifleştirmeye ve yok saymaya kimsenin hakkı olmadığını düşünmekteyim. Orada yaşayan milyonları salak yerine koymaya kimsenin hakkı yoktur!
Ancak şu da bir gerçektir elbette en başta yazdığım gibi, haklı davaların kanaat önderleri çok olur!
Biz kendi davamıza sahip çıkmazsak ona sahip çıkar birileri.
Biliriz ki bizim de bölünmek gibi bir tehlikemiz vardır. Tıpkı Azerbaycan’ın 1828’te (Türkmençay antlaşmasıyla) Kuzey ve Güney olarak bölündüğü gibi. Batı ve Rus menşeili söylem yumağının aklımızı esir almasına ve “Güney Azerbaycan bağımsızlığına kavuşuyorsa, ya da Kırım ya da Ahıska ya da Türkmeneli ya da Doğu Türkistan… O zaman şu kürtlere de bağımsızlık vermek durumunda kalırız ha!” türünde tarihi gerçeklerden sıyrılmış batıcı ve rusçu algılara gark olmayınız! Çünkü onların onlarca yıldır yapmaya uğraştıkları şey tarihimizi-kültürümüzü oğrulamak, algılarımıza hükmetmek, bizi bize kırdırmaktır!
Bizi topraklarımızı hırsızlamaya yönelik bir kürdistan palavrasıyla korkutup, kendi gerçeklerimizden uzaklaştırmaktalar. Gerek ülkemizin parçalanma planlarını, gerekse Güney Azerbaycan’daki bu kalkışmaya kimler tarafından kanaat önderliği yapıldığını asla gözden kaçırmamamız gerekiyor. Evet Türkler olarak tetikleniyoruz, açık yaralarımıza kurtlarını bırakmak isteyen hain camış sinekleriyle çevrilidir etrafımız. Ancak bu durum 30 milyonu aşkın soydaşımızın haklı kalkışmasını görmezden gelmemize asla bahane olmayacaktır!
Ben bu Pazar, 15 Kasım 2015’te Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarıma desteğimi göstermek üzere İran Konsolosluğu önünde yer alacağım dostlar!
Sağlıkla,
Jale Altunel / edebiyatgazetesi
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)