Bu ne merak böyle teslim olmaya?
O sinsi burjuva edasıyla.
Yüz yıl önce de aynı ruhsuzlukta
Ruh emiyordun tarihte, onursuzca!..
Atatürk'ün adını ağzına alma
Bulanıksın, aciz inançsızlığınla
Kurmuşsun kendine küçük bir dünya
İyisi mi, nereye kaçacağını plânla!
Biz sahip çıkarız memlekete nasıl olsa
Oturduğun yerden güzel kafanı yorma
Ne yaptın vatan için kendi cebinden başka?
Ruhumuzu emme alim edasıyla!..
"sus!!!"
j.ak
19.Mayıs.2016
19 Mayıs 2016 Perşembe
14 Mayıs 2016 Cumartesi
GÖKYÜZÜ
Evlatlarımız uçmağa uçtu
Sanma onlar toprağa düştü
Gökyüzünü yılkı bürüdü
GÖKYÜZÜ TULPAR SÜRÜSÜ!..
Sanma onlar toprağa düştü
Gökyüzünü yılkı bürüdü
GÖKYÜZÜ TULPAR SÜRÜSÜ!..
YALAN-DOLAN
Talan ediliyor yurdum talan
düğün dernekle örtülür mü yalan
iptal edilirken koskoca milli bayram
rus füzeleriyle saldırıyor sıçan!
düğün dernekle örtülür mü yalan
iptal edilirken koskoca milli bayram
rus füzeleriyle saldırıyor sıçan!
Karışmıyor askerin başı bu işlere
hortladı mezardan kuvva-i inzibatiye
ölüyoruz her gün vatan diye diye
hazırlan artık ey kuvva-i milliye!
hortladı mezardan kuvva-i inzibatiye
ölüyoruz her gün vatan diye diye
hazırlan artık ey kuvva-i milliye!
Sahipsizlik yaban değil bize, tepede duran
ne ilksin sen ne de tek, davadan kaçan
hamuru yoğrulmuş Türk'ün yalnızlıktan
tükenmişken korkulur binlerce bozkurttan!
ne ilksin sen ne de tek, davadan kaçan
hamuru yoğrulmuş Türk'ün yalnızlıktan
tükenmişken korkulur binlerce bozkurttan!
Bu zamana kadar yanındaydık ey paşam
sevinmesin dedik bu günlerde hain düşman
incinmesin istedik yiğitler ki, uçmağa varan
duydun mu rus füzeleriyle saldırdı sıçan!
sevinmesin dedik bu günlerde hain düşman
incinmesin istedik yiğitler ki, uçmağa varan
duydun mu rus füzeleriyle saldırdı sıçan!
"yalan-dolan"
j.ak
14.Mayıs.2016
j.ak
14.Mayıs.2016
8 Nisan 2016 Cuma
dokunun
gökyüzünün al elbiseli avuçlarına tutundum
tarihsiz bir gün ışığı kırılmıştı
kararlı, karardı.
tarifsiz bir gidişin, dönüş otobüsünde,
Kadıköy'ün bütün ayrıntılarını unuttum.
çünkü renksiz ve bulanıktı
ikircik sokağının
ihanet apartmanındaki kediler.
ve değersizdi orada
al elbiseli yiğitler...
oysa lokmalarımızın sayısıyla
ölçülmüyordu bedel.
rutubet kokusu sinmiş duvarlarımızla da.
bedel, al elbiseli avuçlarda asılıyken
yangınında kavrulmakmış ruhun
bir kez daha,
ve bir kez daha
kırılan gün seslerinin uğultusunda boğuldum.
yarama dokunun sahne ışıkları ardındaki gölgeler!
kanımı için diri diri isterseniz hainler!..
bilin ki kaybolup gider Turan'da
kahpe gölgeler.
ve her dem bir dönüştür bize
bu al gidişler...
"dokunun"
j.ak
8.Nisan.2016
tarihsiz bir gün ışığı kırılmıştı
kararlı, karardı.
tarifsiz bir gidişin, dönüş otobüsünde,
Kadıköy'ün bütün ayrıntılarını unuttum.
çünkü renksiz ve bulanıktı
ikircik sokağının
ihanet apartmanındaki kediler.
ve değersizdi orada
al elbiseli yiğitler...
oysa lokmalarımızın sayısıyla
ölçülmüyordu bedel.
rutubet kokusu sinmiş duvarlarımızla da.
bedel, al elbiseli avuçlarda asılıyken
yangınında kavrulmakmış ruhun
bir kez daha,
ve bir kez daha
kırılan gün seslerinin uğultusunda boğuldum.
yarama dokunun sahne ışıkları ardındaki gölgeler!
kanımı için diri diri isterseniz hainler!..
bilin ki kaybolup gider Turan'da
kahpe gölgeler.
ve her dem bir dönüştür bize
bu al gidişler...
"dokunun"
j.ak
8.Nisan.2016
28 Mart 2016 Pazartesi
sövdüm
Duvarları yazılanmış evlerinde İstanbul'un,
Şehirden uzak, ağaçlara yakınım.
Ve alamayacağı kadar aklın,
İnsanlardan olma gür getto ormanının,
Tam içinde...
Sövdüm memleketin gelmiş geçmiş elitne
Sırtına soğuk-sıcak değmemişlerine...
Ak yakalı ne bilsin şehidimin dağını kışını
Sever klimayla iklimlendirilmiş ofis ortamını
Ve kıskanırmış oturduğu yerden,
Mehmedin maaşını.
Yazıladım yeniden temiz evin
Kirli dış duvarlarını;
“Duyun ey ahali!
Askerimin maaşından önce yatırdılar
Vatan toprağına naaşını!..”
“sövdüm”
j.ak
28.03.2016
Şehirden uzak, ağaçlara yakınım.
Ve alamayacağı kadar aklın,
İnsanlardan olma gür getto ormanının,
Tam içinde...
Sövdüm memleketin gelmiş geçmiş elitne
Sırtına soğuk-sıcak değmemişlerine...
Ak yakalı ne bilsin şehidimin dağını kışını
Sever klimayla iklimlendirilmiş ofis ortamını
Ve kıskanırmış oturduğu yerden,
Mehmedin maaşını.
Yazıladım yeniden temiz evin
Kirli dış duvarlarını;
“Duyun ey ahali!
Askerimin maaşından önce yatırdılar
Vatan toprağına naaşını!..”
“sövdüm”
j.ak
28.03.2016
5 Mart 2016 Cumartesi
herkes memnun
Mart'tan tedirgin,
bahar güneşinden kaygılı
çıktığım sokakta
beni en çok korkutan
kalabalığın mutlu ve umursamaz hali.
hâlâ görmeyenler var bu kahpe işgâli...
bahar güneşinden kaygılı
çıktığım sokakta
beni en çok korkutan
kalabalığın mutlu ve umursamaz hali.
hâlâ görmeyenler var bu kahpe işgâli...
yüreğimdeki ölüm sessizliği
karıştı İstanbul'un gürültüsüne bugün
nerede bıyık altına gizlenmiş
umutlu bir tebessüm görsem tanırım
aşina bir telâş aradım...
karıştı İstanbul'un gürültüsüne bugün
nerede bıyık altına gizlenmiş
umutlu bir tebessüm görsem tanırım
aşina bir telâş aradım...
bugün bu yirmi beş milyonluk yalnız şehirde
bir tanıdığa
rastlayamadım!
bir tanıdığa
rastlayamadım!
"herkes memnun"
j.ak
4. Mart.2016
j.ak
4. Mart.2016
yasaklamışlar
umudu yasaklamışlar,
giremezmiş her eşikten içeri
bilir gibi soluksuzdur bunu
İstanbul’un kenar mahalleleri.
ve güneş girmeyen evlerin
rutubetli duvarları fısıldarken çaresizliği
sessizdir kapı önlerinin alımlı çiçekleri.
filizlenirken Turfan’da bahar,
konuşmadan alınır bazı kararlar
duyan var mı, umudu yasaklamışlar
kimse duymadan delinir bazı yasaklar…
“baharı yasaklamışlar!”
j.ak
1 Mart.2016
giremezmiş her eşikten içeri
bilir gibi soluksuzdur bunu
İstanbul’un kenar mahalleleri.
ve güneş girmeyen evlerin
rutubetli duvarları fısıldarken çaresizliği
sessizdir kapı önlerinin alımlı çiçekleri.
filizlenirken Turfan’da bahar,
konuşmadan alınır bazı kararlar
duyan var mı, umudu yasaklamışlar
kimse duymadan delinir bazı yasaklar…
“baharı yasaklamışlar!”
j.ak
1 Mart.2016
22 Şubat 2016 Pazartesi
“AR AĞACI” VE LEGAL TECAVÜZ -1 -
Bir yanda vatanın bölünmez bütünlüğüne uzanan kanlı eller, bir
yanda o kanlı elleri oynatan kuklacılar…
Bir yanda Türk’ün namusu şerefi haysiyeti, bir yanda Misak-ı
Milli’nin dışından o şerefi, namus kavramıyla özdeş olmuş Türk kadını üzerinden
ayaklar altına alma girişimleri…
Bir yanda Türklüğün ve Cumhuriyet değerlerinin yılmaz savunucusu
ve doğasını korumakta haklı mücadelesini vermeye gayret eden Artvin ahalisi,
diğer yanda pontus rum ve pkk terörünün, o haklı davayı piç etmesinin zeminini
oluşturan sermaye ağaları ve bu unsurların tümünü gazlayan Rusya…
İki gün önce yazdığım yazıda Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkan
Yardımcısı Valeri Raşkin’le parti sekreteri Sergey Obuxov’un, Putin’e Moskova Antlaşması ve dolayısıyla Kars
Antlaşmasının iptaline yönelik bir çağrı yaptıklarını yazmıştım.
Düşman çaldığı minareye kılıflar hazırlamakla
meşguldür.
1768'de II. Çariçe Katerina Kırım ve Kafkasları ele geçirme sevdasıyla Lehliler'in Lehistandaki taht kavgası sonucu Osmanlı'dan yardım istemesini bahane ederek Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtı. Osmanlı-Rus Savaşı. 1770’de, Osmanlı Devleti “Çeşme Bozgunu” olarak anılan donanma faciasına uğramıştır. Rus donanması Çeşme önlerinde Osmanlı donanmasını yakmış, 180 bin kişilik Osmanlı ordusu 30 bin kişilik Rus ordusuna karşı ağır bir yenilgiye uğramış, bunu duyan Padişah III. Mustafa, üzüntüsünden ölmüştür. Yerine geçen 1. Abdülhamit ise 1774’te Rusya tarafından kendisine dayatılan Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde imzaladığı en ağır antlaşmadır. Buna göre; Kırım Osmanlı topraklarından kopartılacak, Ruslar Karadeniz’de serbestçe ticaret yapabilecek ve boğazları istediği gibi kullanabilecek, Ruslar Osmanlı Devleti’ndeki ortodoksların haklarını koruyup onlara hamilik edebilecek, kapitülasyonlar Ruslar'a da verilecek ve en önemlisi Osmanlı Devleti Rus Devleti’ne savaş tazminatı ödeyecekti… Osmanlı için birçok ilkin yaşandığı bu ağır antlaşma sonucu ahalisi tümüyle Türk ve müslüman olan Kırım elden çıkmıştı. Ve 1921 yılında imzalanan Moskova ve Kars antlaşmalarıyla, Küçük Kaynarca antlaşmasının ağır tahripleri büyük ölçüde giderildiyse de Batum tavizi verilmiş, Kırım ise bağımsızlığına kavuştuğu için anlaşmalarda yer almamıştır. Tabii Sovyetler zamanında bunun nasıl bir bağımsızlık olduğunu söylememize gerek yoktur…
Çariçe II. Katerina'nın Osmanlı galibiyetini anlatan tablo (Stefano Torelli)
Rus Komünist Partisi’nin Moskova ve Kars
Antlaşmalarının iptalini istemesi konusunda ağır bir tahrik ve tarihi bir
aşağılama söz konusudur. Ayrıca tıpkı Küçük Kaynarca Antlaşmasındaki gibi şimdi
de Rusya sınırımıza tecavüz eden uçağı düşürüldü diye bize tazminat ödetmek
istemektedir.
Moskova Antlaşması’nda Kars, Ardahan, Artvin Türkiye’ye kalacak ve Nahcivan Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olacak deniliyordu. Gözümüz kulağımız bu illerde ve Nahcivan'da olsun! Artvin’deki karışıklığın nedenini ve bu karışıklığı aslında kimin kışkırttığını gayet iyi biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki ermeniler, gürcüler ve kürtler rusya’nın oyuncağı, kuklası olmaktan öteye geçemeyeceklerdir. Açıkçası kürt teali, islam teali, taşnak ve pontus rum olarak bildiğimiz terör grupları şimdi de emperyalizme aynı hizmetlerini sürdürmektedirler. Ama biz Türk Milleti olarak Artvin ahalisiyle beraber bu haklı davamızda sonuna kadar beraber omuz omuza duracağız. Meydanı asla boş bellemesinler. Tıpkı Gezi Park'ta olduğu gibi haklı davamızı çakalların oyuncağı ettirmeyeceğiz! Kimse heveslenmesin boş yere!..
Rusya tehditlerinin yanısıra aşağılama ve tahkir
etme konusunda da kuklası ve vazgeçilmez piyonlarından Gürcistan’la bizi
Batum’dan kadınlarımızın namusu üzerinden tahkir ettiriyor. Gürcistan daha önce
bahsettiğim 1989 Fergana olaylarında ülkesine aldığı Ahıska Türkleri’ne de kötü
davranmış, eziyet etmiş ve söz vermesine karşın onları vatandaşlığa
geçirmemiştir.
Şimdiyse Batum’u Las Vegas yapacaklarmış. Böyle
açıklamalar yapmaktalar. O Las Vegas’ın altını bir parça kazıdığınızda seks
ticaretini göreceksiniz. O ticaretin de işçileri ne yazık ki Orta Asta’dan ve
Ön Asya’dan sözde “çocuk bakıcılığı” için kandırılmak suretiyle getirilen Türk
kadınlarıdır. Bu insan tacirleri, kadınlarımızı bu tezgâhtan geçirdikten sonra
yine başka işler yapsınlar diye salıveriyorlarmış. Ama kolu kanadı kırık,
sindirilmiş ve bir daha evine yurduna geri dönemez bir utancın içine
düşürdükten sonra…
Eskiden seks ticareti kadınları uyuşturucuya
alıştırarak, sürekli borçlandırma taktiğiyle yürütülür ve seks işçisi kadın
posası çıkana dek kullanılırdı. Şimdiyse mülteci ve göçmen işçilerin
ardı-arkası bitimsiz akmakta olduğu için bir süre kullandıktan ve memleketine
geri dönemesin diye hakkında şaiyalar, dedikodular yaydıktan sonra başka işlere
koşuluyorlarmış. Bu öyle bir tezgâhmış ki insan mafyası seks işçiliğine hiç
bulaşmamış olan kadınlarımıza bile fahişe damgası yapıştırıyormuş… Rusya;
Türkiye’de kürtler’le(kadın satıcılığını Türkiye'de hatırı sayılır bir
çoğunlukta kürtler yapmaktadır), Gürcistan’da gürcüler’le, 90’lı yılların NATAŞA algısını şimdi bizim kadınlarımıza yapıştırmanın
gayretindedir.
Ataerkillikten mi ele almalı, arz-talep
ilişkisinden mi? Neresinden tutsam elimde kalmıştır zira bu konu. Derindir, ucu
geleneklere dayanır, dinlere, egemenliğe, erke, tüketime, sömürüye… ve
tabulara, ve elbette cinsel devrime. Ama başka bir yazıda anlatalım onları da.
Devam edecek…
Jale ALTUNEL
22 Şubat.2016
21 Şubat 2016 Pazar
YENİ-SEVRÎN ESKİ HIRSIZLARI
11 Ağustos 2015’te
yazdığım bir yazıda Ön Asya’da olup bitenlerin bir üçüncü Dünya paylaşım savaşı
olduğundan bahsedip Ermenistan’ın bu senaryoya nereden ve nasıl gireceğine dair
sorumu sormuştum. İşte Ermenistan da nihayet Rusya’daki güçlü diyasporası sayesinde
şu malum büyük Ermenistan hayalini gerçekleştirmek üzere kutsal babası Rusya
tarafından oyunun içine çekiliyor.
Yaklaşık bir hafta önce
APA’nın İzvestiya gazetesine göre, Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi
Başkan Yardımcısı Valeri Raşkin’le parti sekreteri Sergey Obuxov Cumhurbaşkanı
Vladimir Putin ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov bir başvuruda bulundular.
Başvuruda Ankara tarafından Moskova'ya karşı saldırgan bir siyasi tutum
sergilendiği için Moskova Anlaşması’nın(16 Mart 1921) ve dolayısıyla Kars
Anlaşması’nın(13 Ekim 1921) iptaline dair çağrı yer aldı: “Şu anda Türkiye
tarafından saldırının arttığı halde ülkemiz ve müttefiklerimiz için uygun olan
belgenin yasal olarak yeniden gözden geçirilmesi zorunludur. Ankara anlamalıdır
ki, sorunun böyle tırmandırılması neyle sonuçlanabilir? Bu onu sadece yeni
provokasyonlara sürükler. Bu konuda Türkiye hâkimiyetine hatırlatmak gerek ki,
dostluk ve kardeşlik hakkındaki Moskova Anlaşması ebedi değildir.”
Bu anlaşmaların
maddelerini az çok biliyorsunuz. Ben anımsadığıma göre herkes anımsıyordur. Ama
yine de kısaca kaynaklardan aktarmak istiyorum:
Moskova
Anlaşmasında alınan kararlarda, Rusya Misak-Milli’yi
tanıyordu tanımasına ve Ardahan’la Kars’ın sınırlarımıza dahil olmasını kabul
ediyordu ama Batum Gürcistan’a veriliyordu. Batum konusu Misak-ı Milli
sınırlarımızdan verilmiş olan ilk tavizdi ve anlaşmada şu kararlar alınmıştı:
1-Taraflardan birinin
tanımadığı antlaşmayı diğeri de tanımayacak (Rusya Sevr’i tanımadığını kabul
etmiş oldu)
2-Sovyet Rusya, kapitülasyonların
kaldırılmasını kabul edecek (1774 küçük Kaynarca Antlaşmasıyla verilmişti,
kapitülasyonları ilk kaldıran ülke olmuştur…)
3-Batum Gürcistan’da
kalacak(Misak-ı Milli içinde yer alan liman kenti Batum (TBMM’de 5 Batum
milletvekili bulunuyordu), Sovyet Rusya ile ilişkilerin bozulmaması için
Rusya’ya bağlı Gürcistan’a bırakılmış ve ilk kez Misak-ı Milliden ödün
verilmiştir. Türk birlikleri Batum’dan 24 Mart 1921’de çekilmiştir.
4 -Sovyet Rusya Misak-ı
Milliyi tanıyacak (Misak ı Milliyi tanıyan ilk batılı ülke)
5-Sovyet Rusya bu
antlaşmanın şartlarını, kendisine bağlı olan Ermenistan, Gürcistan ve
Azerbaycan tarafından da kabul edilmesi için aracılık yapacak.
6-Kars, Ardahan ve Artvin
Türkiye’ye kalacak, Nahcivan Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olacak.(Bu
durum Kars Antlaşmasıyla gerçekleşti.13 Ekim 1921)
7-Moskova’da bulunan
Afganistan temsilcileriyle TBMM arasında 1 Mart 1921’de dostluk ve kardeşlik
antlaşması imzalandı. Afganistan, TBMM Hükümetini tanıyan ve elçi gönderen ilk
İslam devletidir.
Kars
Anlaşmasındaysa;
1-İstanbul güvenli olduğu
sürece boğazda ticaret yapılabilecek,
2-Azerbaycan Türkleri’nin
yoğun olarak yaşadığı Nahcıvan bölgesine özerklik verilecek,
3-Batum Gürcistan'a
verilecek,
4-Antlaşma tarafları
hiçbir şekilde birbirine zorla antlaşma imzalatmaya çalışmayacak,
5-Azerbaycan, Ermenistan
ve Gürcistan'a daha önce verilmiş olan kapitülasyonlar kaldırılacak,
6-Antlaşma tarafları,
antlaşmadaki herhangi bir devletin tanımadığı antlaşmayı tanımayacak,
7-Her devlet kendi
himayesindeki karşı devletin vatandaşlarına iyi davranacak, azınlık haklarını
gözetecekti…
Bu anlaşma Sovyetler,
Türkiye Azerbaycan ve Gürcistan arasında imzlandı. Sovyet hâkimiyetinde
olmasına rağmen bir Türk Devleti olan Azerbaycan’ın anlaşmada yer alması
önemliydi. Ama ne var ki ermenistan ve gürcistan, Sovyetler’in dağılmasından
sonra Sovyetler’in imzaladığı Kars Antlaşması’nı tanımamış, Sevr’i
tanımışlardır.
Şimdi tırmandırılan
Savaş’ta Rusya’yla yaşanan gerginliğin bu antlaşmaları lağvetmeye yönelik
girişimleri, tıpkı Osmanlı’nın hasta adam zamanı üzerine çullanılmasını
anımsatıyor. İşte Rusya diğer beklenen taşeronunu devreye sokma planları
yapıyor.
Öte yandan son günlerde
Artvin’de neler olup bittiğine, “Artvin Cizre’dir” şeklindeki pankartlara
bakıldığında, bir haftadır Batum’da demirlenmiş olan Türk fırkateyninin neden
orada durduğuna, Kırım Tatarları’nın canhıraş bir şekilde Rus ordusuna
çağırılma haline dikkat edersek, durumun ne yana çekilmek istendiğini daha net
anlayabiliriz. Artvin’in Cizre’yle aynılaştırılması ve kulakların buna
alıştırılmasının altında kirli oyunlar yatmaktadır. Bir yanda rantçılar diğer
yanda vatanı parçalamak isteyenler.
Balyoz Ayışığı Sarıkız
gibi uyduruk davaları ve sahte belgelerle Türk Deniz Kuvvetleri askerine
yapılmış olan sivil darbe sürecini bilmeyenimiz yok. Bizler o zaman hep “Doğu
Akdeniz petrollerini koruyacak fırkateyn komutanlarımızı alıyorlar”, diye
veryansın ettik. Ama durum tam aksi istikametten Karadeniz’den sinyaller
vermekte. Tabii Nahcıvan ve Karabağ konusu da son derece kritik bir dönemece
sokulmaya çalışılmaktadır Rusya tarafından. Gezi Park olayıyla iç politikayı,
Suriye ve Ön Asya’yla dış politikayı nasıl yönetemediklerini gözümüze
sokarcasına bize göstermiş olanların halledebileceği boyutlarda da gözükmemektedir
bu konu. Ve işin içinde rusya ve
ermenistan varsa Türk’ü Türk’e düşürmek, araya nifak sokmak konusunda 1989
Özbekistan’daki Fergana olaylarından da biliriz ki, onların en iyi yaptığı iş
budur!
Ama öyle yağma yok! Biz
koskoca bir Türk Milletiyiz. Artık onların plânlarıyla birbirimize
düşmeyeceğiz. Türkiye’deki ve Azerbaycan’daki hâkimiyetler her ne tutumda
olurlarsa olsunlar, bizi birbirimize düşüremeyecekler…
Türkiye’de yapılmak
istenenler bir karşı-devrimin çok ötesindedir. 1. Kurtuluş Savaşı öncesi
dayatılan sevr, düşmanların hafızasından hiç çıkmamıştır. Şu an aynı plân
farklı gidiş yollarıyla işletilmektedir. İçerde ve dışarda aynı emeller
doğrultusunda adı “terör” olarak değiştirilmiş olan saldırılar, 2013’te
değiştirilmiş olan iç hizmet kanunuyla Türk Ordusu’nun eli kolu bağlanarak
tırmandırılmaktadır.
Şu an olan-biteni terör şeklinde
basitleştirmek, gerçeklikten çok uzaktır. Bu üçüncü Dünya paylaşım savaşında,
Türkiye parçalanmak ve paylaşılmak istenen ülkelerin başında yer almaktadır.
Parçalanırken Türk Milleti kimliğinin ve Türk Devleti adının yok edilmek
istenmesi, bizi ümmet-tabâ haline dönüştürmeye çalışanların başlıca amacıdır.
Sebep Ön Asya’dan Türk unsurunun temizlenmesidir. Çünkü ön Asya’daki en köklü
ve sağlam ulus Devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Küresel güçlerin ‘her ülkeyi halk’a tabâ’ya dönüştürerek
ulus devlet olma özelliğini kendilerine saklama’ plânları kendi Dünya
Efendiliklerini sürdürülebilir kılmak içindir…
Jale ALTUNEL
20.Şubat.2016
20 Şubat 2016 Cumartesi
bağırdık çığlık çığlığa
isteriz yen içinde kalsın şu kırık kol
sahip çıkarken sahipsizliğimize
bir bakarız ne bir kurum kalmış
ne yürünebilecek bir yol.
bize ya ölüm kalmış
ya destan yazılası bir rol!
Atatürk'ün yoluydu yolumuz, iz olduk
dışlandık doksanlarda, bir muamma giz olduk
Türktük, ne mutluyduk okul bahçelerinde
yasak olduk birden-bire sus olduk kafelerde
sis olduk sonra Tevfik'in tablosunda
ve o sisin çanı olduk,
Melih Cevdetçe bağırdık
çığlık çığlığa,
tanış olduk yeniden
parlayan gözler aynasında,
şehit olduk artık kandık
bayrağımızın alında!
ama hiç kanmadık dostum
her Kemalist olana
muhalifmiş gibi çıkıp,
televizyon kurana.
Kurtuluş yakın derim
bu ihanet girdabında
Şehidime söz olsun,
kısas halkın nabzında!
sahip çıkarken sahipsizliğimize
bir bakarız ne bir kurum kalmış
ne yürünebilecek bir yol.
bize ya ölüm kalmış
ya destan yazılası bir rol!
Atatürk'ün yoluydu yolumuz, iz olduk
dışlandık doksanlarda, bir muamma giz olduk
Türktük, ne mutluyduk okul bahçelerinde
yasak olduk birden-bire sus olduk kafelerde
sis olduk sonra Tevfik'in tablosunda
ve o sisin çanı olduk,
Melih Cevdetçe bağırdık
çığlık çığlığa,
tanış olduk yeniden
parlayan gözler aynasında,
şehit olduk artık kandık
bayrağımızın alında!
ama hiç kanmadık dostum
her Kemalist olana
muhalifmiş gibi çıkıp,
televizyon kurana.
Kurtuluş yakın derim
bu ihanet girdabında
Şehidime söz olsun,
kısas halkın nabzında!
"bağırdık çığlık çığlığa"
j.ak
18.Şubat.2016
j.ak
18.Şubat.2016
3 Şubat 2016 Çarşamba
GÖKYÜZÜ TULPARLARI
cam kenarına ekmek kırıntıları koydum
ekmeğimin kenarında can kırıntıları...
lokmalar bir bir boğazıma saplandı
şehitlerim vatan koynunda al bayraklı!..
dinmez tinlerine rahmet olan gözyaşları...
uçarıdır canım Türk'ün gökyüzü tulparları
beklenmedik bir anda açılacaktır pür kanatları
ekmeğimizin bir yanında dururken can acıları...
j.ak
"gökyüzü tulparları"
3.Şubat.2016
ekmeğimin kenarında can kırıntıları...
lokmalar bir bir boğazıma saplandı
şehitlerim vatan koynunda al bayraklı!..
dinmez tinlerine rahmet olan gözyaşları...
uçarıdır canım Türk'ün gökyüzü tulparları
beklenmedik bir anda açılacaktır pür kanatları
ekmeğimizin bir yanında dururken can acıları...
j.ak
"gökyüzü tulparları"
3.Şubat.2016
18 Ocak 2016 Pazartesi
al kaftanlı thanatos
uzun namluluydu
akşamüzeri rehaveti
akşamüzeri rehaveti
vurdu yine içimizden
alçakların yüksek sadakati
patladı bilmem kaç kalibrelik
bin yüz yirmi sekiz hain mermi
karagöz perdesinde oynar canım
sömürgenin güdümlü gölgeleri!
reklâmla pazarlanır oldu
yirmi birinci yüzyıl lejyonerliği
ölüme güzel gözlü eros’un,
al kaftanı giydirildi
değişirken havada
devrim normalleri
al kaftanı giydirildi
değişirken havada
devrim normalleri
anamal güdüyor artık
içgüdülerimizi...
içgüdülerimizi...
ve öylece bir
akşamüzeri boşvermişliği
akşamüzeri boşvermişliği
alçakların şu yüksek sadakati
yükselirken göklere barış sesleri
oynar bitmeyen terörün
güdümlü gölgeleri
güdümlü gölgeleri
“al kaftanlı thanatos”
j.ak
18. Ocak.2015
9 Ocak 2016 Cumartesi
tasfiye olmuş şiir
yalnızlık işte,
yine bu halayın başı.
sıcak bir kış semtinden
sever vatanı, toprağı taşı.
tanımamış oralardan,
gerçek olan yoldaşı.
yolda dağıttılar hep,
bizim Ata kervanını.
kırdılar döktüler canım,
aynayı tası tarağı
tasfiye için şimdi,
tam tavsiye zamanı
döndüm artık sırtımı,
saplasın kör bıçağını...
oy sosyalleşme ortamı
nasıl da tribüne oynandı
sanal alkışlar vardı,
yarattı kahramanları!
bak internet girdi artık
tekmelenmiş şiirime
onun düşmanlığı henüz,
adem şerrinden körpe.
aldırmıyorum dostum
bu cürretkâr halime
vatan kurtarırken millet,
dijital çimenlerde...
yine bu halayın başı.
sıcak bir kış semtinden
sever vatanı, toprağı taşı.
tanımamış oralardan,
gerçek olan yoldaşı.
yolda dağıttılar hep,
bizim Ata kervanını.
kırdılar döktüler canım,
aynayı tası tarağı
tasfiye için şimdi,
tam tavsiye zamanı
döndüm artık sırtımı,
saplasın kör bıçağını...
oy sosyalleşme ortamı
nasıl da tribüne oynandı
sanal alkışlar vardı,
yarattı kahramanları!
bak internet girdi artık
tekmelenmiş şiirime
onun düşmanlığı henüz,
adem şerrinden körpe.
aldırmıyorum dostum
bu cürretkâr halime
vatan kurtarırken millet,
dijital çimenlerde...
20 Aralık 2015 Pazar
DEVLET - SANAT
Yılların eskitemediği “sanat sanat için midir, halk için midir?” tartışması sanat ve erdem ilişkisinde düşündürücü olmayı sürdürür. Konunun uzandığı uç nokta yaratıcılık ve varoluşçuluğa gider bildiğiniz üzere ki hafif tebessümlerle geçiştirilebilecek basitlikte değildir. Neden mi? Çünkü yüzyıllardır kullanımdadır sanat. Kimlerin kullanımındadır? Erkin, yani siyasi iktidarların kullanımındadır elbette. Tartışılan konuya bana göre Froyd; Uygarlığın Huzursuzluğu adlı eserinde (Das Unbehagen In Der Kultur/Civilization And It’s Discontents) sublimasyonu açıklayan kuramıyla en önemli çıkarımı yapmış.
“Sublimasyon”, yani yüceltme mekanizması sanatsal yaratıcılığı açıklamak için Froyd ve sonraki psikanalitik kuramcıların kullandıkları bir kavram olarak çıkıyor karşımıza. Yüceltme, ego için tehlikeli sayılan cinsel saldırganlığa karşı geliştirilen bir savunma mekanizması olarak açıklanıyor. Burada sanatsal yaratıcılığa bakış konusundaki farklılıkları da anlamalıyız ki bazı sanatçıların neden durduk yere(!) sistem tarafından ortadan kaldırıldıklarını da anlayabilelim.
Yaratıcılık, Tanrısal bir boyut ve sublimasyon, cinsel enerjinin (libidonun) yaratılana kanalize edilmesidir. Din olgusunun bu motif doğrultusunda konuyla içiçeliği hep saklanmış görünüyor. Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Froyd, dinsel sonsuzluk düşüncesini, bireyin benliğini dış dünyadan ayrı tanımlamaya başladığı ana dayandırıyor. Birey bu kopuşu “okyanusvari bir sonsuzluk hissi”, yani tanrıya inanma sanrısı olarak gösterirmiş. Froyd’un talebesi Jung ise “bir-leşme” kavramını ortaya atmış. Doğu dinlerinde, tasavvufi söylemlerde bahsi geçen bir olma durumuna özlem olarak, bireyin kendini bir’in parçası olarak görme bilinci oluşmuştur. Bu söylem ve etkileşimlerin Freud’un dediği gibi bir “sanrı” mı Jung’un dediği gibi “bir-leşme” mi olduğu elbette tartışma konusudur.
Aslında bu düşünceler ışığında 10. Yüzyıl dervişlerinden Hallaci Mansur’un ilk kez dillendirmiş olduğu Ene’l Hakk görüşü geliyor aklıma. Ve bu görüş ardınca giden 15. Yüzyılın büyük şairiNesimi… Ene’l-hakk mantıgının temeli, tüm kâinat Allah’tandır ve Allah her yerdedir. Bu kainatin bir parçasiysam Allah benim de içimdedir, bende de Allah’tan bir parça vardır. Bu durumda ben Allah’ın bir parçasıyım’dır. Hal böyle olunca ene’l hakk diyen Hallaci Mansur da büyük şair Nesimi de idam edilmişlerdir. Bu düşüncenin karşısına ise vahdet-i vücut bir antitez olarak konulmuş ve sanatı erk tekelinde tutma düşüncesindeki sistem tarafından benimsenmiş, bunun savunucusu sanatçılar da özgür(!) bırakılmışlardır. Çünkü vahdet-i vücut düşüncesi monizmi temel alır. Bütünün parçalarıyızdır ama yaratıcı tektir ve ancak o’dur. Tanrı varolan herşeydir. O, kâinat ve ötesidir.
Sanatın erk tarafından idari bir keşif olarak ortaya çıkmasına ilişkin sorumuzu yöneltelim o zaman şimdi;
Devlet mi halk içindir, halk mı devlet içindir?
Gülmek serbest. Boşlukları doldurmak kâfidir. Çünkü elbette devlettir halk için olan. Öyle olmasaydı Atatürk de bilirdi “soyunu soylandırmayı, boyunu boylandırmayı!” Bu doğrultuda okumalıyız Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini.
Bugün Dünya’nın en gelişmiş ülkelerinde bile gerçek anlamda halk için çalışan bir Devlet göremezsiniz. Elbette gelişmemiş olanlara nispetle gözle görülür farklar yok değildir. Ama özünde hepsi idari erki kollamak için yapılandırılmış unsurları barındırır. Din Sanat ve Spor bu unsurlar içinde en etkin olanlarıdır. Bu yazımda Spor olgusuna çok fazla değinmememin özel bir sebebi var aslında. O da artık 21. yüzyılda sporun neredeyse sanki sanatın bir koluymuş gibi işlenmesine yönelik yeni keşiflerle ilgilidir. Tv’deki futbol programlarına dikkat edin, zirve sporcuları 1990’lardan beri adeta sanatçılar gibi hayat akışı incelenen kişiler haline getirilmiştir. Falanca maçta attığı rövaşata golünden bahsederken bunun “çok sanatsal” olduğu yönünde yeni algılar yaratılmaya çalışılması hiç tesadüf değildir. Ve elbette Hakan Şükür’ün Avrupa kupası maçı öncesi kurban kesip kanını alnına sürüp dualar eşliğinde sanat yapmaya çıkmasının, pardon sahaya çıkmasının da tesadüf olmadığı gibi…
Demem o ki, her zaman erki elinde tutanların kimler olduğuna bakmalıyızdır önümüze sanat ya da sanatçı diye konanları izlerken. Çünkü bireyi adeta büyüleyen güzelliklerin içi sistem tarafından, çirkeflik ve bilumum küstahlıkla doldurulur. Bu Dünya Sineması olarak adlanan Hoolywood için de ekseriyetle böyledir. Her sanat eseri her sanatçı değildir elbet. Çünkü sistem progresiv çıkışlara da bir yere kadar serbesite sağlar ki bu progresiv serbesite bir nebze de olsa toplumların basıncını düşürsün, yani büyük patlamalara gebe bir istim sıkışmamış olsun.
Bu bağlamda Devlet Sanatçılığı kavramından bahsetmezsem çatlarım.
Platon’un mükemmelleştirdiği o mucizevî Devlet’i temel alırsak kavram olarak mükemmeldir bence. Yani halkı için didinen, çalışan bir devletin sanatçısı doğal olarak halk için sanat yapıyordur. Ki bu doğru olandır. Evrensel gerçek de tektir. İkiyle ikinin dört etmesi gibi. Siz bakmayın beş eder diyen postmodernist filozof bozuntularına! Aman cebir falan da demeyin ha, cebirle çözmüyorum bu işlemi! Ezoterizmin izinde, başkaları anlamasa da olur türünde sanat’mış gibi ortaya konulup, izleyenin/okuyanın da “yahu anlamıyorum hiç bir şey ama çok süpermiş dostum!” dedikleri züppeliklere de aldırmayın… Çünkü beş yüz yıl önce de anlaşılıyordu Nesimi ve yüz yıllar öncesinde yaşamış halkın pek çok ozanı da hep, hep anlaşılıyorlardı… Şimdinin devletleri ezoterist anlatımı sadece belli bir zümrenin, hatta neredeyse tarikatların beğenisine sunarken, konudan bihaber kitleleri de tamamen alt unsurlarla etkileyip ele geçirerek aynı saflara çekmeyi gerçek hedef olarak belirlemişlerdir. Halkı için çalışmayan bir devletin onay vereceği “sanat” ya da “sanatçı” ve hatta “devlet sanatçısı” adıyla pazarlayacağı da kendi hedeflerine ters düşmemiş olan ürünleri ya da bireyleri kapsayacaktır.
Devlet Sanatçılığı kavramına değildir burada sözüm. Devlet Sanatçısı doğal olarak Halkın Sanatçısı demektir çünkü. Ama her kavram her tanım gibi bu kavramın da Devlet tanımının da çoktandır çürümüş ve kokuşmuş olduğunu görüyoruz. Bu yüzdendir “bu devlet bizim devletimiz değildir” dememiz. Bu yüzdendir Devlet Sanatçısı diye önümüze atılana bizim sanatçımız değildir, hiç olmadı ki! dememiz… Ama anlatamadık ve anlatamayacağız. Bizim anlatamadıklarımız üzerinden sözde halkçıymış gibi çıkış yapan etnik bölücülerin adeta rol çalarak Devlet’i kendi yargıları üzerinden yok saymalarına karşı çıkarken anlatamadık hem de! Bir şeyin karşısında olmanın, bizden rol çalanların dediklerinin yanında olmayı gerektirmeyeceğini de anlatamadık!
Biliyoruz ki çapıyla olmasa da içeriğiyle bir üçüncü paylaşım savaşı süregitmekte. Etniksel mezhepsel, jeosiyasi ve politekonomik gerçekler üzerinde tırmanan ve birbiri ardınca gelişen çok önemli ayrıntılarıyla hem de. Ve tırmanan bu büyük resimde şeytan ayrıntıların içine gizlenmiş durumdadır. Siyasetin içinde çok önemsenmiyor olsa da Edebiyat Gazetesi olarak bu ayrıntılara değiniyor olmamız bu sebepledir. Ayrıntı gibi görünenler kitlesel etkileşimin ana arterini oluştururlar. Sanat üzerine gitmemiz filmleri eleştirmemiz, onları yayınlamamız işte bu yüzdendir. Evrensel algıları, estetik algıların kullanıldığı akımlar belirleyebiliyorsa, o çoktandır hatta yüzyıllardır siyasi bir konudur zira.
Sanat siyasi bir konuysa elbette halk içindir.
Halkı için varolacak bir Türk Devleti özlemiyle,
Sağlık ve iyi Pazarlar dilerim…
Jale Altunel / edebiyatgazetesi
9 Aralık 2015 Çarşamba
oluk oluk öldük
Oluk oluk,
Ön Asya'da öldük.
eli kılıç tutmazların,
ata eğer vurmazların,
saza sözü katmazların,
yerine öldük korkakların!
taşa sevda yazmazların,
aşında türkü tütmezlerin,
antına güven olmazların
yerine öldük aymazların!
Devlet olduk, yüreğimiz dev olup,
toprak olduk bayrağımız al olup
çiçek olduk Karabağ'da kırlarda,
demirden kale olduk, Eceabat'ta!
Şimdi bir urgan var boynumuzda,
elleri yağlı kara.
Kıyıp geçer oluk oluk
anar sonra rakamlarla
Soma'da, Hazar'da, Urmu'da
Musul'da, Tuzhurmatu'da
Türkmendağı'nda
Ölürüz sessiz çığlıklarla
Varırız uçsuz uçmağa...
Kalkacağız kardaş darıhma
Geçit yoktur kuzgunlara
Gün ola harman dola
Turan’ımız Devlet ola!..
Ön Asya'da öldük.
eli kılıç tutmazların,
ata eğer vurmazların,
saza sözü katmazların,
yerine öldük korkakların!
taşa sevda yazmazların,
aşında türkü tütmezlerin,
antına güven olmazların
yerine öldük aymazların!
Devlet olduk, yüreğimiz dev olup,
toprak olduk bayrağımız al olup
çiçek olduk Karabağ'da kırlarda,
demirden kale olduk, Eceabat'ta!
Şimdi bir urgan var boynumuzda,
elleri yağlı kara.
Kıyıp geçer oluk oluk
anar sonra rakamlarla
Soma'da, Hazar'da, Urmu'da
Musul'da, Tuzhurmatu'da
Türkmendağı'nda
Ölürüz sessiz çığlıklarla
Varırız uçsuz uçmağa...
Kalkacağız kardaş darıhma
Geçit yoktur kuzgunlara
Gün ola harman dola
Turan’ımız Devlet ola!..
“oluk oluk öldük”
j.ak
8.Aralık.2015
j.ak
8.Aralık.2015
6 Aralık 2015 Pazar
rüzgârını içtik
Eskitemedik o eski yalnızlığımızı bunca yıl,
İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!
İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!
"Rüzgârını İçtik"
j.ak
05. Aralık.2015
j.ak
05. Aralık.2015
1 Aralık 2015 Salı
KİTLESEL YALNIZLIK LİBİDO ve SAVAŞ
Bize ne yaptılar? Çıldırdık mı?
Kitlesel yönlendirme araçlarından en önemlisi de bastırılmış
libidonun kullanılmasıdır.
Ahlâki standardizasyon, başkalaştırılan kavramlarla “başka
değerler” şeklinde çıkıyor artık karşımıza. Sistem kitlenin libidinal agresroyonunu
(bastırılmış cinsel enerji kaynaklı gerginlik) yönlendirip onu kullanıyor.
Dini
terör örgütleri de dâhil, tüm terör örgütlerinin kullandığı,
Fabrikalarda
artı değerin üretilmesinde sermayedarların kullandığı,
Holiganlığı
oluşturan spor sektörünün kullandığı…
Ve
hatta eğlence sektörünün fanlar oluşturmada kullandığı da, bastırılmış yaşam enerjisidir.
Dini ve siyasi yasaklarla bastırılan
cinsel enerji, patlamaya hazır bir bomba etkisindedir. Bu etki modern
zamanların ilk döneminde fabrikalarda kullanıldı. Ama bu çağda artık
fabrikalarda eskisi kadar fazla insan çalışmamaktadır. Teknolojik gelişim
sayesinde insanın yaptığı işin büyük bir kısmını makineler yapıyor. Üçüncü
dünya ülkelerine nispeten batıda dini reform gerçekleşmiş ve cinsel kısıtlanma,
ekonomik iyileşme süreciyle de paralel bir seyirde ortadan kalkmıştır. En
önemlisi “gelişmiş” batıda toprakların paylaşılma süreci bitmiştir. Dolayısıyla
libidinal agresyonun o coğrafyada herhangi bir kullanım amacı da kalmamıştır
artık. Ama Ön Asya’da ve Orta Asya’da durum hâlâ kullanıma açıktır ve bunu
istedikleri şekle sokabilmektedirler. Irkçılık, mezhepçilik ve bunların
oluşturduğu kutuplar üzerinden ayaklandırmak, sahte düşmanlıklar yaratmak ve
bölgesel savaşları kaşıma yönünde kitlesel bir istismar vardır. Yani bu durum
bizim coğrafyada trafikte de bir meydan savaşıdır, (gerekirse)stadyumda da,
ucuz bir mal satacağını önceden açıklayan ve kitlesel hücuma uğrayıp birçok
insanın ağır yaralandığı bir AVM açılışında da öyledir.
Trafik terörüne ilişkin Aycan
Yayla’nın “Bu bir Meydan Savaşıdır” adlı yazısını okuyunca daha çok araba
satışı, daha çok yola ihtiyaç duymak, yani doğayı daha da mahvetmek pahasına
tüketmek düşünceleri uçuştu zihnimde ve Araba üreten fabrika sahibi Henri
Ford’un (1863-1947) söylediği şu sözler geldi aklıma;
“Daha çok araba satabilmek için daha fazla araba yarışı
düzenlemeliyiz, daha fazla pist yapmalıyız, bunu da basın yoluyla kitlelere
duyurmalıyız”. Bunun üzerine basın devleri Hearts ve Pulitzer devreye sokularak
haber vermek yerine haber üreten sarı basın yaratılmıştı… Hatta 1966 Fransız
yapımı Un homme et une femme (bir erkek ve bir kadın) adlı filmde erkeğin
formula yarışçısı olması yani reklamın sinemaya kadar sıçramış olması, o yıllar
için hiç de tesadüf değildi.
Konuya dönecek olursak ki bence trafik terörüne varan
süreçte, tüketimin çıkış noktasını anlamak adına konunun tam içindeyiz, spor –
siyaset, din – siyaset, eğlence – siyaset dersem, sanırım herkesin aklına
Franko ve onun kitleleri uyutma taktiği 3F gelecektir.
Oluşturdukları sisteme kitleleri uygunlaştırmada, eski basın
devleri Hearts ve Pulitzer’in o etkin görevini artık günümüz medya devleri,
küresel siyaset esnaflarının çıkarları doğrultusunda üstlenmişlerdir. Öyle ki
bu durum teknolojinin gelişmesiyle internete, oradan da akıllı telefonlara
uyumlanmıştır. Sosyal paylaşım şebekeleri, sistemin günümüze kadar kitleleri
uyutmada kullandığı 3F’nin yanına konabilir mi sizce? Bence bu mümkündür. Çünkü
aynı bağımlılıkta, aynı yaptırım araçlarından biri olmuştur “sosyal paylaşım”
görüngüsü.
Teknoloji, yalnızlığı kitleselleştirmiş
oldu!
Artık siyasi mitinglerin adı “etkinlik” oldu meselâ. Bir
futbol maçı gibi, falanca festte verilecek bir konser gibi ya da stadyumda
izlenecek bir maç gibi, sadece bir etkinliktir o. Çünkü insanların
birbirlerinden haber almasının ve iletişimlerinin nerdeyse biricik yolu
internetteki sosyal paylaşım ağları olmuştur. Artık, event, etkinlik
zamanlarındayız…
Sömürülen ülkelerde neden siyasi
diktatörlüklerin din temelli ahlâki baskıları etkin kıldığını ve neden islâmi
mezheplerin fitilinin hristiyan ülkeleri tarafından ateşlenerek üzerimize
atıldığını anlamak zorundayız. Ve anlamak zorundayız, internetteki videolarda
neden ölüm sahnelerine bu kadar sık rastlar olduk, gelişmekten bahsedip, ceplerinde
insanlığın geldiği son teknolojiyi taşıdığı halde neden insanlar Ortaçağ
karanlığının gladyatör ölümlerini izlemeye giden kitlenin ruhuna büründü ve
ilgiyle şiddet içerikli görselleri izliyor? Neden hayvanların haklarını
müdafaa ediyorum ve “bu adamı ifşa ediyorum” kisvesiyle hayvan işkencesi
içerikli videoları rahatça paylaşabiliyor? Ortaçağ’dan kalma bu davranışları
bugünün teknolojisinde bile, sözde modern insan neden tekrar eder? Yanıtı
açıktır. Çünkü ortaçağ engizisyonu da libidoyu şu an bu coğrafyaya batının
ihraç ettiği “ılımlı İslâm”ın bastırdığı gibi bastırmaktaydı.
Batı şimdi Ön Asya’daki libidinal
agresyonu istediği şekilde açığa
çıkarmanın peşindedir. Bunu Arap Baharı’nda da gördük, kısmi şekliyle Gezi’de
ve Güney Azerbaycan kalkışmalarında da gördük, Azerbaycan-Nardaran’da
şimdilerde şii mezhepçiliğinin kışkırtılması şeklinde de görüyoruz ve daha da
görmeye devam edeceğiz. Ve onlar din ahlâk çıkışlı sahte yırtınmalar
karşısında doğacak kavram kargaşasıyla, aslında ahlâki yozlaşmayı sağlamanın
peşindeler.
Yeni paylaşımlar yapma derdindeki sömürge, sömürdüğü
ülkelerin önce eğitim sistemini çökertiyor ve etkisiz kılıyor. Daha sonra
yapılansa adeta koskoca halkı ahlâksızlıkla aşağılamak anlamına gelen
dincileştirme, yani toplumu ahlâklı yapma girişimidir. Sanki bizim toplumsal
geleneklerimiz yokmuş gibi, sanki biz ahlâksız bir toplummuşuz gibi. Bu girişim
mahallelerde din adamlarının verdiği fetvalardan, bilmemhangi hoca efendinin tv
ekranlarında öttürülmesine, üniversite profesörlerinin demeçlerinden
milletvekillerinin kürsüden çıkışlarına, makale yazarları(!)nın
çemkirmelerinden falanca sanatçı(!)nın ulvi açıklamalarına uzanan kitlevi bir
gazla pompalanıyor. Cuma namazı, umre, hac, örtünmek gibi davranışlar burjuva
sınıfı davranışı haline getirilerek özendiricilik yaratılıyor. Sonra da gelsin
kadın bedeni üzerine konan ataerkil ipotek, gitsin ahlâk ve namus
kavramlarının, kadın cinsiyetiyle erkek uçkuru arasında bir yere
sıkıştırılması. Yolsuzluk yapıyorsunuz ama? O sayılmaz. E iyi peki madem o
sayılmıyor o halde genel evler yasaklansın? Aa bak o olmaz işte. Neden? E erkek
başka. Erkek bedeniyle kadın bedeni bir mi? (Yeni bir “şey” keşfedilmiş gibi
şaşırılır ve susma hakkı kullanılır!)
Ne dersek diyelim bu ataerkil ikiyüzlülük sürdükçe, ikiyüzlü
erkekler ve ataerkil düzeni korumaya ant içmiş bıyıklı kadınlar yönetmeye devam
edecekler bizi. Ve din temelli ahlâki bastırılmışlıkla sahte zıtlıkların
yarattığı “feminist” hareketlere maruz kalacağız. Feminizm ilk duyduğum günden
beri beni utandıran bir kavram olmuştur. Cinsiyetimi koruduğunu savunan ve
sadece hukuki temeller üzerinden gerçekte liberal çıkışlar yapan bir yapı,
aman ne büyük şans, ne büyük lütuf! Hey gidi Türk katunu, hey gidi Türk
anası! Getirildiğin noktaya bak! Femen grubu gibi zırvalıktan muhteva
insanların aptal saptal eylemleri yaratılan zıtlığa, gerçek yozlaşmaya en iyi
örnektir bu arada. Düşünün bir, sistem bastırılmış cinsel enerjiyi reklâm
sektöründen terör eylemlerine kadar her tür sömürü ve istismarın aracı yapmış,
bu şapşal sürüsü bedenlerini şov malzemesi yapıyor. Ne desek boş!
Ön Asya’yı parçalamayı kafasına koymuş vahşi sömürgecilerin
pençesindeyiz. Batının bu coğrafyaya demokrasi getirmesini istemiyorum ben.
Buraya özgürlük de getirmesin batı. Buradaki kadınların hakkını hukukunu da
aramasın, hiç gerek yok! Başlatmayın hakkınızdan hukukunuzdan. Tek istediğim
batı o domuz pisliğine ve insan kanına bulanmış olan ellerini çeksin
üzerimizden. Kendi icadı olan ılımlı islâm hançerini ruhumuza saplamaktan vaz
geçsin. Çünkü bu coğrafyadaki Türk ruhu onların hançerinden çok daha derindir.
Kendi geleneklerimiz islâmdan çok önceye dayanır ve hatta şu an islâmi
geleneklerle öyle iç içe girmiştir ki, Birçok İslâm coğrafyasında ister-istemez
islâmi gelenek adı altında Türk gelenekleri sürdürülür. Bu toplum bunu
farkettiği an, batının mezhep karşıtlığında kullanmaya uğraştığı libidinal
agresyonu bizim değil, onların kafasında patlatacaktır.
Bize biçtikleri elbise ılımlı islâm, kendileri
seküler.
Bize biçilen ayaklanma internet üzerinden örgütsüz bir
“event”, onlar “Nes en 68”.
Bize biçilen cinsel baskı, onlara cinsel devrim.
Bize biçilen ölüm, onlara yaşam!
Sözün özü, onlara sevdanın yolları bize kurşunlar!
Öyle yağma yok!
Sağlıkla, sevgiyle…
Jale ALTUNEL
30. Kasım 2015
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)