3 Ekim 2021 Pazar

ÖDÜLLERİNİZ TIRAŞ, İŞLERİNİZ FOS, İÇİNİZ BOŞ

 

Kızılderililer yeni doğan çocuklarına isim koymaz, sonradan yaptıklarına göre, o adı koyarlarmış. Filmlerden biliriz ya hani, kurtboğan, oturan boğa, küçük tüy falan. Bizim memlekette de yediği halta göre isim konacak çocuklar var. Yeni isimler, fonlanan çekirge, sevgi pıtıcığı, yalancının mumu, mağdur tavşan, omurgasız zıpzıp kelebeği gibi konulabilir.

 

Bu defterlerin kapanmayacağını biliyor, beklemeden de bekliyorduk. Birileri yine “davranın Tellioğulları yeşil vadi bizimdir” diye sabah akşam esrimeye başladı. Türk Milleti Seferoğullarıyla Tellioğulları’nın amansız yarışına kilitlendi yine. Bu memleket Cumhuriyet tarihinin başından beri ne çektiyse gericilerden ve bölücülerden çekti. Cumhuriyeti bir türlü hazmedemediler. Eşitliği, yurttaşlığı, bir olmayı beceremediler.

 

Hep dış mihraklar diyoruz, dışarıdan kızıştırılıyorlar diyoruz ama dışarısı içerdeki “cevheri” görmese, kızıştırmaya asla gücü yetmezdi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, ayrıcalıklı sınıflar görürsünüz. Bunlar kendini asil sanan feodal toprak ağalarıyla din sömürüsü yapan ruhbanlaşmış sınıfların temsilcileridir. Eşitliği, bölüşmeyi, bir olmayı, yasalar önünde aynılığı asla içlerine sindiremezler. Yani kısaca gericilik ve bölücülüğün hammaddesi sınıfsal farktır. Türkiye’de 1980 darbe sonrası dini siyasete alet etmeyen tek bir siyasi irade olmamıştır. Öncesinde belki vardı bir iki, ama seksen sonrası sürece bakıyoruz hiç yok. 2002 sonrası dinci parti AKP’nin kısa zaman içinde yarattığı İslam burjuvazisini en çarpıcı örnekleriyle görmedik mi? Dünün mazlum ve mağdurları, bugünün zalimleri oldular. Zenginlikler içinde yüzerken zulmettiler, ediyorlar. Peki, feodaller ne yaptı? Onlar da asfalt feodalleri haline gelerek kendi etnik burjuvazilerini palazlandırdılar.

 

Bu amansız sınıfsal mücadelede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerini, kendi sınıfsal konumunu koruma dürtüsündeki muhterislerin ise, onu koruma kollama konusundaki kifayetsizliği hiç de şaşırtıcı değildir bu yüzden.

 

Hep deriz ya burjuvazinin milliyeti de, dini de, imanı da paradır, sermayedir diye. Bu yüzden satın alması en kolay unsurdur burjuvazi ve dünyanın her yerinde de bu böyledir. İki ülke arasında kıran kırana savaş gider, fakir çocukları ölür, yoksulun kanı pahasına korumaya çalıştığı bir avuç toprağı vardır, ama o iki ülkenin burjuvazisi aralarında pek güzel ticari anlaşmalar hatta ortaklıklara filan girerler. Bunu İkinci Dünya Savaşı’nda da şimdiki bölgesel hibrit savaşlarda da görürüz. Çok çarpıcı örnekler vardır hatta uzatmak istemiyorum. Ruslarla Almanlara bakın, Ruslarla Fransızlara bakın.

 

Dünya tarihi devrimler ve karşı devrimlerle doludur. Bu yüzden Atatürk’ün kurucu ilkelerinden biri – bence en önemlisi- Devrimcilik İlkesidir. Bu ilke sanki hiç yokmuş gibi davrandı boy boy Atatürk afişleriyle bezenmiş partiler, kifayetsiz muhterisler. Türk Milleti’ni rehavete sürüklediler. Ne güzel hiç tehlike yokmuş gibi, güldürdüler, eğlendirdiler. Komedyeni siyasi hicivlerden kaçındı, Ferhan Şensoy gibi büyük ustaların ‘güldürürken düşündürmek’ kaygısıyla alay eden soytarılar alkışlandı, baş tacı edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ne kadar kırmızıçizgisi, değeri, kutsalı varsa, hepsiyle alay edildi, halk bir yandan fakirleştirilirken, bir yandan sindirildi. Endüstriyel futbol gibi, endüstriyel sanat oluştu. Bu endüstriyel sanat hep fonlandı, bol alkış, bol takdir, bol ışık verildi ona. Bu sözde siyasetten uzak isimler, konu bölücülük, konu gericilik olunca, çeneleri düştü adeta. İyi de zıpzıp kelebeklerim, omurgasızlarım, hani siz siyaset yapmıyordunuz? İşte bu “siyaset yapmıyoruz” türü boş teraneyi duyduğunuz an, anlayın ki o herif siyasetin ağa babasını yapıyordur. En sağda duruyor ve o sağ muhteris siyasetini yapıyordur.

 

Biz bunu endüstriyel sporda da gördük. “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” diyerek sağ siyasetin malzemesi, reklam aracı oldu ve olmaya devam ediyor yıllardır spor âlemi. Çünkü zenginlikler fakir halkın başını döndürebilir. Hep bir seçilmiş vardır işin içinde. Fakirliğin içinden çıkmış, kendi becerileriyle bir yerlere gelmiş ya da getirilmiş örnekler sunarlar halka. “Bak, sen de çalışıp çabalarsan sen de onun gibi olabilirsin, milyon dolarları götürebilirsin” algısını oluştururlar. Sloganlaşmıştır hatta bu: “ÇALIŞ SENİN DE OLSUN” derler.

 

Oysa artık gelinen vahşi kapitalizm ekseninde mevzunun sadece çok çalışmakla olamayacağı çoktan bellidir ya, ama yine de böyle telkin edilir halk. Televizyon ekranlarından, boyalı basından onların nasıl yaşadığı gösterilir halka. Hangi ünlü mankenle sevgili oldukları, adeta burnumuza sokulur. Hele de işsizlikten sebep cinsel sublimasyonu bir türlü gerçekleştiremediği sistem tarafından bilinen halk, kendini bu “ünlülerin” yaşantısına gark eder. Onların hayatını yaşar adeta. Tabii bu iş bir de TV dizileriyle filan soslanınca, bu rehavet, tadından yenmez hale gelir. Ağalı diziler ne kadar revaçtaydı bir ara. Atatürk’ün en çok mücadele ettiği zevat bunlar değil miydi? Bunlar ve din bezirgânlarıydı. Ama onun cumhuriyetindeki televizyonlar, ağaları ve onların zenginliklerini ayrıcalıklarını parlata parlata soktular burnumuza. Cumhuriyet tarihinde sanki sınıfsal farkta bir uçurum varmış gibi çevrilen filimler, salya sümük izlendi, kimse de demedi, “yahu o devirde böyle değildi durum” diye. Biz yemiyoruz bunu bilsinler. Kitleleri kandırdıklarını sanıyorlar, ağızlarına dayamışlar ihanet borazanını, on kişiden bin kişilik ses çıkıyor diye kendi yalanlarına inanıp, onunla esrimişler. Ödülleriniz tıraş, işleriniz fos, içiniz boş, hiçbir şey değilsiniz. Birilerinin malısınız ama o kesin.

 

Klasik eserlerden de tarihten de biliriz ki, aristokrasi ilk zamanlarda kendine has soylu davranışlarıyla bilinirdi. Savaşa ön saflarda gitmek soylu, asil bir davranıştı misal. Hatta ilk çağlarında bu tavır öyle tuhaftı ki, bir soylunun karşısına ancak bir soylu çıkabilirdi. Onlar savaşırken asla müdahale edilmezdi. Derken savaş meydanlarındaki bu tavırdan düello geleneği doğdu. Zaman içinde aristokratlar geleneklerinden koptular. Amaçsızlık onları içkiye kumara türlü sapkın davranışlara itti. Kendini Rasputin’e kırbaçlatanlar mı istersiniz, kumar masalarında tüm servetini verip karısını kızını bile peşkeş edenler mi… Kapitalist çağa girildiğinde müflisleşen aristokratların soylu adlarını alarak yönetime talip olmak isteyen burjuva sırtlanlarını görürüz. O soylu adlara sahip olmak da bir aristokratın kızıyla evlenmek demekti.

 

Konumuzdan sapmayalım. Günümüz muhafazakâr siyaseti, neoliberal kapitalizme geçtikten sonra güya eski gelenekler üzerinden yürüyüp, yeni Osmanlıcılık örtüsüyle saklamaya ve ört bas etmeye çalışmaktadır koskoca Cumhuriyeti. Atatürk bir burjuva devrimi yapmıştır tarihi gerekliliği ve ihtiyaçları da son derece akıllıca saptayarak. Ve aç gözlülüğü öngörülebilir olan burjuvaziyi de devlet kapitalizmiyle dizginlemiştir. Seksen sonrasının liberal kapitalizme geçiş süreci işte bu yüzden Cumhuriyetimizin yıkımına çanak tutmada önemli bir mihenktir. Kontrolden çıkan aç gözlü burjuva, yönetim katmanlarında kendine yer arar, bir basamak daha çıkıldıkça altta başka katmanlar oluşur, birbirini tetikleyen sarmal, siyasi iddiaları da işte böyle beraberinde getirir. O iddialar arasında babalarının mirası gibi yedikleri ve ekonomik olarak zayıflattıkları ülke de dış mihrakların kolay lokması haline gelir.

 

Atatürk’ün Türk Milleti’ne atfettiği ASALET, er meydanında her karışını kanıyla sulayan ve toprağını vatan yapan yiğitler içindir. Üreten köylüye atfettiği EFENDİLİK, emeği ve alın teriyle taçlandırdığı ekmeğini kutsal kılanlaradır. Bu değerlerimizle alay edenlere, söz söyleyenlere, tartışmaya açan ve masalara yatıran ahlaksızların daima karşısında olacağız. Aç gözlülükten başı dönmüş utanmaz, terbiyesiz sürüsü, siz kim oluyorsunuz da bu vatanı peşkeş çekiyorsunuz? Zenginlikleriniz kursağınıza dizilsin. Gidin o masalara kendi zenginliklerinizi, malınızı mülkünüzü, villalarınızı yatırın. Bu memleketin bir karış toprağını yatıramazsınız siz o masalara.

 

Kürt teali uzantısı PKK, HDP, CHP İslam teali uzantısı AKP İYİ Parti MHP, tarihte yetmedi, şimdi yine yetmeyecek gücünüz bu millete. Bu millet Türk Milleti. Gazeteci, medyacı sanatçı sepetçi aparatlarınızla beraber tarihin çöplüğüne gömüleceksiniz.

 

Jale AK

1 Ekim.2021

29 Eylül 2021 Çarşamba

SENKRON – VE COŞKUN AKARDI FIRAT

 


Pyotr Ilyich Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü balesini, sahnede olmasa bile, günümüz internet şartlarında youtube kanalından filan izlemeyen kalmamıştır herhalde. Kaç kez izledim saymadım ama o eserde beni en çok etkileyen solist ya da topluca grubun yaptığı sahneler değil, dört kuğunun son derece senkronize oldukları “dört küçük kuğu” dansıdır. Nedeniyse basittir. Grup kalabalıkken ufak tefek hatalar nasıl olsa gözükmez. Solist dans ederken de hatayı anlayabilmeniz için eseri neredeyse ezbere biliyor olmanız lâzım. Yani onu da anlamazsınız, bir şekilde dansçı kapatır o hatayı. Ama dört küçük kuğunun dansında kuğular ellerini önden çapraz bağlamışlardır, bir başlarlar, aman Allahım… Piliyeler röleveler pointler battement jeteler filan derken o kopuk senkronu izlerken başınız döner. Hatalar net olarak gözükeceği için o dört dansçı da en az solist kadar üst düzey dansçılardan seçilir.

 

İşte ben en az solist kadar önemli olan bu dört dansçının senkron dansını, bizim iktidar ve diğer üç muhalefet partimize benzetiyorum. Diyorum ki ne güzel hiç hatasız aynı ayak oyunları, hiç hatasız el ele tutuşmalar. Hani ufak tefek “mihriban düşman”lıklarını da ellerini çapraz olarak tutmalarına benzetince, bir bakıyorum aynısı. Kafalarını çevirdikleri açı bile aynı. Göz süzmeler, ayak diretmeler, öne eğilmeler, geriye kaykılmalar, boyunlarını yukarı kaldırırkenki asalet… Hep aynı. Dans bu ya, aslında rol yani. Yoksa asaletten değil. Öyleymiş gibi yapıp inandırmak püf noktası.

 

Dört partimiz de başlarını yine müthiş bir senkronla ‘Kürt sorun’una çevirdiler. Nasıl bir uyum nasıl bir zamanlama! Küçük Kuğular halt etmiş.

 

Madem kuğulardan kuzey ikliminden girdik, oradan da devam edelim. Vatandaş iç savaşı deyince benim aklıma Çarlık Rusyası’nın devrilmesiyle beraber başlayan ve neredeyse beş yıl süren beyaz ordu - kızıl ordu arasındaki o amansız iç savaş geliyor. Şolohov “Ve durgun akardı Don” adlı eserinde nasıl güzel anlatmıştır tüm ayrıntısıyla. Savaş Bolşeviklerle –kızıl ordu- feodal toprak ağaları ve onların köylüleri –beyaz ordu- arasında geçer. Hikâyeyi yine bilmeyeniniz yoktur.  Yahu bizim memlekete uyarlayacağım, bir türlü uyduramıyorum. Eğrisi doğrusuna bile denk gelmiyor. Zira bizde PKK’nın siyasi uzantısı parti, sol olduğunu iddia edip duruyor ama bölgedeki feodal yapıyla alakalı bir zerrecik söz çıkmadı şimdiye kadar ağızlarından. Hatta terör uzantısına adeta beyaz ordu desem başım ağrımaz o derece. Ee? Hani o sosyalizm? Tabii bu soru, “o” meseleyle çok yakın ilgilenen YCHP’ye…

 

Kemal Bey acaba ‘Kürt sorunu’ derken, PKK’nın 1949 Cenevre Sözleşmesine rağmen, 18 yaş altı kız ve erkek çocuklarını dağa kaldırıp savaştırmasını mı, yoksa her tür istismara uğratmasını mı kast ediyor? Yoksa köyünde aşiretinde, namus davasına hesabı kesilmiş olan zavallı Kürt asıllı kadın vatandaşlarımızın, kırk katıra değil kırk satıra razı gelerek ve militan olarak götürüldükleri yerlerde defalarca tecavüze uğramasından mı bahsediyor?

 

Henüz feodalizmden ve kadın ve çocuk istismarından geçememiş olmakla beraber, bunların çözümünü, memleketi iç çatışmaya sürüklemeye çalışanlarda asla aramayacağımız kuşku götürmezdir. Zira onlar Kuğu Gölü’nün Küçük Kuğu dansında senkronize danslarındalar. Beri yanda da feodal ağalarının sınır ticaretini ABD’nin bahşettiği ağır silahlarla korumaya programlı kendisini sosyalist sanan, beyaz ordu kıvamında istismarcı bir terör örgütü var.

 

Ama işte bizim nehirler Don nehri gibi durgun akmaz. Ve coşkun akardı Dicle… Ve coşkun akardı Fırat. Ne geldiyse başımıza zaten bunların coşkunluğundan geldi. Tüm dünyanın bir yudum suya muhtaç olacağı yıllar yakınlaştıkça küresel eşkıya ve başımıza doladığı aparatlar çıldırmış gibi dans ediyorlar. Bir senkron, bir eşzamanlı. Sanki dördü aynı balerinmiş gibi. Sanki kopyalayıp yapıştırmışsın, hepsi baş solist, hepsi assolist.

 

Tam da, şimdi artık eşzamanlı olarak neler görürüz derken, üniversiteli gençlerin yurt mağduriyetine çöreklendiklerini gördük. Heh tam da o. İki çay biri açık olsun mu desem, fotoğraf çekilirken birbirinin kafasına tavşankulağı mı yapmaya çalışıyorlar desem… Efendim değil. İşaret parmakla orta parmak arasından… Yok, arasından değil. Sadece o iki parmak kaldırılıyorsa, bu “zafer” işareti olarak bilinir. II. Dünya Savaşı sırasında dönemin başbakanı Winston Churchill tarafından kraliçeyi yani İngilizce Victory’i simgelemek için kullanıldı, yaygınlaştırıldı. O iki parmağın V şeklinde açılmış hali İngiltere Kraliçesi’nin zaferini simgeler. Ha, bizde bu hareketi PKK ve şehir uzantılarının yapması kadar doğal bir şey yoktur evet. O anlamda haklılık var. Kraliçelerine de hizmet var. Ama bu hareket sen git 1960’ların Amerika’sına “barış” simgesi de ol. O dönem biliyorsunuz Amerika’nın Vietnam’ı talan etmesi, ülke içinde şiddetli protestolara sebep olmuştu. Hippie’ler bu hareketleriyle o tarihlere damga vurdular. 1969 Woodstock’unda Jimi Hendrix’ten tutun, Janis Joplin’e kadar hep o “iki çay biri açık olsun” işaretiyle kazınmıştır hafızamıza. Barışın el işareti bu, çizgiliği de güvercin ayağıdır.

 

İyi de bizim PKK-HDP ve bilumum uzantılarının Victory ile mi bağlantıları var, yoksa barışla mı? Sizce kreş bombalayan, Eruh’ta bebekleri kalaşnikofla öldüren, doktor hemşire öğretmen demeden Güneydoğu’da katleden, Serap Eser’i diri diri yakan bir örgütün barışla zerrece alakasını söyleyebilir misiniz? Feodal ağalarına gıkını bile çıkartmayıp küresel çeteyle kol kolalığın peki, sosyalizmle alakasını? Söyleyebilir misiniz?

 

Winston Churchill’in Victory hareketini bunların ellerinde her gördüğümde bir gülme tutuyor beni bu sebeplerden ötürü. Evet diyorum, derhal gönderiyorum ablama iki çay tavşankulağı, pardon tavşan kanı…

 

Jale AK

28. Eylül. 2021

 

 

 

18 Ağustos 2021 Çarşamba

TEK KANATLA UÇULMAZ

Memleket gerilim filmine dönmüş, yangınlar ve sel felaketleri, bütün ruhsal travmalarımızın üzerine sanki etimizi, canımızı, acıtırcasına memleketin de bedenini acıtmaya devam ederken, üzerine Taliban güzellemeleri işitmek, bu milletin aklıyla alay etmeyi de geçtim, düpedüz aşağılamaktır.

AKP’yi artık anlıyoruz Türk Milleti olarak. Onların Türk Milleti’ne, Atatürk Devrimlerine yaklaşımlarını biliyoruz.

Meselâ Milli Eğitim’den Atatürk Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirme kanunu kaldırıldığında,

19 Mayısların stat kutlamaları yasaklandığında,
Cumhuriyet Bayramı kutlamak isteyenlere tomalarla biber gazlarıyla girişildiğinde…

Bunların sosyal medyadaki “modern görünümlü” trollerinin –ki o zamanlar pkk’nın şehir uzantılarıydı bu üniversiteli abiler ablalar,- Van’da deprem oldu şunu kutlamayın, çocuklar ölüyor 23 Nisan kutlamayın türünde dil polisliği yapanlarıyla bile karşılaşmadık mı sanki?
Peki Doğu Perinçek’e ne demeli? Taliban Mustafa Kemal Atatürk gibi bir kurtuluş savaşı veriyormuş.

İlahi Doğu Bey, Mao’ya benzetsenize. Hatta bu benzetmeyi de Çin ve Mao hayranlığınıza binayen diyorum. Mao Zedong’a benzetsenize. Bence kırsaldan gerilla hareketi başlatması olsun Amerika’dan desteklenmesi olsun, biçimsel olarak tıpkısının aynısı. Aa bir de orada çok enteresan bir durum vardı ki, tarih affetsin, kendisi komünist devrimi Amerikan desteğiyle yaparken, burjuva devrimi yapmak isteyen rakibine komünist Stalin yardım ediyordu. Neyse bizim konumuz o değil.

Bizim konumuz ABD’nin ve batı emperyalizminin Ön ve Orta Asya coğrafyalarına ittirdiği siyasal islâm.

E o halde Doğu Bey, neden hem biçim hem içerik olarak İran’a benzetmediniz? O da islami karşı devrimdi Taliban’ın yaptığı da tıpkısı, aynısı. Kurulduğu günden beri ne idiğü belirsiz liderlerin eline gark olmuş sibyan mekteplerinde itinayla yetiştirilmiş kafası sarıklı, dizlerine kadar sakallı adamların Allahaşkınıza nesini benzettiniz Atatürk’e? Baksanıza Mevlüt Bey bile “biz onu demek istemedik” filan minvalinde kıvırmaya başladı, dün öyle dediler, bugün böyle diyorlar ya hani hep? İşte bir günle kaçırdınız Türkiye Cumhuriyetiyle Taliban Afganistanını aynı kefeye koyarak oradan bir kanaat notu almayı.

Türk Milleti olarak, (bakın Millet diyorum ha, ümmet değil) size tavsiyelerimiz olacak.

Önce tarih kitaplarını açın, Kuvva-i Milliye nasıl teşkilatlanmış inceleyin.

Kuvva-i Milliyecilerin eğitim durumlarıyla Taliban’ın eğitim durumunu nerelerde eğitilmişler, inceleyin.

İlerici bir devrimle gerçekleştirilmiş kurtuluşlarla, irticai bir karşı devrim arasındaki farkı, mezmun itibarıyla hedef hitap kitlesi `burjuva` olsa da, bir tutamayacağınızı bilin.

Güya “Emperyalizme karşı direniş gösteren” Taliban kadınların sokağa çıkabileceği iznini mi vermiş Doğu Bey? A aaa tıpkı bizim Kurtuluş Savaşı vallahi. Demek siz sokağa bile çıkması engellenmiş olan bu burkalı kadınlarla,
Kara Fatma’yı, Şerife Bacı’yı, Halide Onbaşı’yı, Halime Çavuş’u, Nezahat Onbaşı’yı Gördesli Makbule’yi ve daha pek çok erkeğiyle omuz omuza o kutlu davada aynı safta yer almış kadınlarımızı, bir tuttunuz ha? E pes! Partinizin kadın kollarına göstermiş olduğunuz önemi görmesek, sizin de Taliban gibi kadını, yani toplumun koskoca diğer kanadını oluşturan yarısını, yok saydığınızı farz edeceğim.

Doğu Bey? Sizce toplumun yarısını yok sayan bir oluşum emperyalizmle gerçekten mücadele edebilir mi? Emperyalizmle mücadele etmek “erkek” işi midir size göre? Bir kuş tek kanadı kopukken uçabilir mi sizce Doğu Bey? Siz buna inanıyor musunuz gerçekten? Meselâ ben asla inanmıyorum. Emperyalizmle mücadele topyekün olur. Yine emperyalizm tarafından, siyasal islam sokuşturularak tek kanadı kopartılmış olan bir ümmet, emperyalizmle mücadele filan edemez.

Bu memleketin milli değerleriyle bu kadara kadar oynanmasını ve Cumhuriyetimiz’in fabrika ayarlarını değiştirme gayretlerinin bu “seviyelere” çıkmasını Puşkin’in `Papaz ve Uşağı` eserindeki papazın esrimelerine benzetiyorum artık:

Papaz uşağıyla bir anlaşma yapar. Ona para vermeyecektir ama uşak her ayın sonu papazın alnının çatısına üç kere fiske vuracaktır. Birinci ay, tık tık tık üç fiske papazın kafasında tıklar. İkinci ay durum dramatikleşir ve papazın kâbusu haline gelir bu alın çatısına vurulan fiskeler. Derken sonra bu fiskeler kâbuslarda öyle bir hal alır ki o üç fiske düşüncesi papazı ölümlerden ölümlere korkulardan korkulara hapseder.

Yahu bu milletten bu kadar korkmayın, biziz biz: Türk Milleti. Bir yere gitmeyeceğiz, buradayız ve Cumhuriyetimize sahip çıkacağız. Bunda bu kadar korkulacak ne var ki? Hep de tekrar edecek fiskelerimiz

Cumhuriyet,
Türk Milleti,
Türk Devrimi, diyee, diyee, diyee, dank ettireceğiz kafalarınıza.
Jale AK
18 Ağustos.2021

11 Ağustos 2021 Çarşamba

Selam olsun La Primavera’ya

 

Gönülsüzdü kadın,

Yine zamanda birgün

Derebeyi vermiş emri ressama

Ortaçağ’ın kara İtalyası’nda

Gönlü olacaktı bir şekilde kadının

Bu evlilik zorla da olsa.

 

Zamanda birgün,

Zamanda o kadın derken,

Çıkageldi ellerinden ressamın

Devasa La Primavera.

 

Kayıp ruhlar sokağının

Akvaryum apartmanında

Ceset gözlü adamlar

Ve satılmış kadınlar mezarlığı var

Botiçelli tablosuna Eros hapsolmuş

Bir bahar akşamı rastlamak,

Hicaz makamına.

Ve memleket skandalları

Sığınmacı sandalları,

Orman vandalları

Hicap makamları.

 

Gönülsüzdü kadın Ortaçağ’da birgün

Derebeyin yeğenine varmaya,

Gönülsüz şimdi Kamları Anadolu’nun

Meze edilen kadınlara ki,

Ruhsuzlar sokağının

Ceset gözlü adamlarına.

Gelenekten racona

Kabadayılıktan mafyaya

Sürüklenirken şirkli akıntıya,

Şarklı şarkılar bile küskün

Selam olsun La Primavera’ya.

 

Derebeyi o çağda

Korudu geleneği

Zamanda birgündü

Ön safta savaşa gitti

Ve bilirdi de bu yüzden,

Ruhuyla sevişmeyi.

 

Zamanda birgün bugün

Akvaryumun tam içi

Ceset yüzlü adamlar

Bilemezler sevmeyi

Hedonistik sofralarda

Kadın ancak et yemeği

Savaşmak bilgelikle

Zaten bir ruh işi

Onu da bilmez

Ruhsuzlar sokağının

Ceset gözlü sakinleri.

 

“Selam olsun La Primavera’ya”

j.ak

11. Ağustos. 2021

 

 

 

 

 

3 Ağustos 2021 Salı

AĞIT

 

Torosların semah dönen şahanı

Kanatlanıp uçmak ister sincabı

Etten duvar örmüş ana kardaşı

Dağlandı da gitti canım yongası.

 

Tahtacı’nın tek geçimi ormanı

Ne güzeldi coğrafyamın Türk yayı

Ağaçlarmış yiğitlerin sırdaşı

Dağlandı da gitti canım neyleyim?

 

Kurtuluşta çobanların ataşı

Barış diye çağlar gülen bakışı

Dumanlanmış şimdi alın yazısı

Aşsız kalmış köylüm, canım yongası.

 

Kimisi hiç sevememiş doğayı

Talan etmiş yoktan yere dünyayı

Nefsin değil bir nefesin mirası

Dağlandı da nefes yerim neyleyim?

 

Gitti gülüm arıların çam balı

Göğe çıktı gelin kızın feryadı

Ölü doğdu ineğimin buzağsı

Dağlandı da gitti canım neyleyim?

 

Duman kaplar gözlerinin ferini

Gerçek acı delip geçer ciğeri

Ateş içi gülüm canlar pazarı

Kıymışlar da vatanıma neyleyim?

 

Gözüm arar devlet uçaklarını

Askerler ve pilot  kucaklarını

Hazar’dan da gardaş yazar destanı

Yanariken yürek, çayı neyleyim?

 

Her yangınla iştahlandı sermaye

İmar geldi ağacımın yerine

Betonlaştı kalbin gibi, coğrafya

Yaban oldun bu doğaya neyleyim?

 

Yeşilde yemiş yok, mavide balık

Bu savaşta yine sahipsiz kaldık

Geçimsiz ve aç kalmakla sınandık

Kara günler geçer canım yongası.

 

Kayıplarım uçmuş kutlu uçmağa

Binmişler de gökyüzünde Tulpara

Dönerlermiş gözlerimin yaşına

Girerlermiş toprağıma neyleyim?

 

Bunca gelen oldu aziz yurduma,

Yurtsuz kaldı semah dönen yiğidim

Köyün yurdun terketmesin Türkmenim

Dağlandı da gitti canım neyleyim?

Küllerinden doğar ezel, ebedim.

 

“Ağıt”

j.ak

3.Ağustos.2021

 

 

 

 

24 Haziran 2021 Perşembe

Tepegözler


yüzerken ana gemi küresel yörüngede
gölgeler girerdi hep manşetlere
onlar ölü devleri gaz lambasının
ve tek kâbusuydular ıssız karanlığın.
fanusun içi, yine yangın yeri
devler aynı günahın çaresiz piçleri
açtılar fitili, çünkü açtılar
yaktılar küçük gemileri,
çok gaz saçtılar.

küçük dağlarında geminin
küçük patlamalara amin
diyordu tayfa, aşiret ve
cemaat-ül müslümin
girivermeli altına
bir dev gölgesinin
böylesi hem rahat çünkü,
hem de serin.

oysa bir güneş vardı bilmediğin
hep üzerindeydi üstelik memleketin
bir de türkülerin ve benliğin
aç devlere durmadan
kurban verdiğin.

“tepegözler”
j.ak

23. Haziran. 2021 

20 Haziran 2021 Pazar

bu yüzden

Mavi mavi bakan

Kahverengi gözleri vardı anıların

Ve sanrıların,

Gerçeklikten kopuk öyküsünü

Çoğaltırmış bazen beyin

İzinde koşarken

Zihin sundurmasının.

 

Herkes kopmuş bağrından

Artık nesnel olanın

Ama umudu toktur bilirsin

Her dem hayal olanın

Ve bir bakarsın,

Onun öyküsü tek satır,

Seninki kırk katır.

 

Bu yüzden dostum,

Sırf bu yüzden,

Milyon dolarlık

Para babalarının,

Aç bilâç kalkar sofrasından

umut.

 

Sonra,

Kavgaların bittiği yerde

Görürsün kendini -upuzun-

Yedek kulübesine alırsın hırsları

Maç sonu.

Bir gram ter yokken ruhunda,

Ve hayallerin delik pabuçlarıyla

Koşarsın dimdik gerçek oyuna.


Gerçek bizim

Gerçek bizim!

Zincifre kırmızısı,

Sarı turunç yaprakları

Su verilmiş kızgın çelik

Kasım’ın sonbaharı

Od verilmiş bir uçsuzluk

Memlekete bakışları.

 

Derelerin toynakları

Taş acıtan oymakları

Can çekişen toprakları

Bizimdir canım bizim

Koşacağız doludizgin

Bu hayalin

Yalın ayaklarıyla.

 

j.ak

"bu yüzden"


 

 

 


bir ellinci yıl marşımız vardı

bir marşımız vardı,
müjdelerdi vatanın,
toprağına taşına
Cumhuriyet’i,
ipoteklendi
taş, toprak, su, şu, bu.
hey gidinin koca memeli Anadolusu
ipoteklendi doğmamış bebelerin
yurt tapusu.

marşın bir dizesi var,
bir dizesi
ona çağlar hâlâ
yüreklerin türküsü
bitmedi henüz
bu halkın gür dansı
ipotek edilemez çünkü
burun direğimin sızısı.

bir bilsen,
çoğaldıkça memleketin
dolar milyarderleri,
bahseden kalmadı
o marştan,
ve o marştaki şereften.
bir yanda babalar ve oğulları
doymak bilmeyen,
bir yanda
babalar;
oğullarını toprağa veren.

bir marşımız vardı
ben hâlâ dinlerken ağlarım
bir dizesine dostum, bir dizesine,
ben hâlâ dinlerken coşarım.


“bir ellinci yıl marşımız vardı”
j.ak
20. Haziran. 2021








12 Haziran 2021 Cumartesi

Türk yayı

 

sağlaması şimdi

tüm siyasi kavgaların Marmara.

karanlık patladığında,

bir biz vardık,

bir de dans eden yunuslar

kıyıda.

 

en çelimsiz yerindeydik yine gecenin.

ve trajedinin,

komediye dönüşünü izliyorduk

Sarayburnu’nda.

İngiliz gemisi yine iş başında.

 

bilir misin gülüm

en çelimsiz yeri bu bedenin,

zarif bir Türk yayıdır aslında

öyle narin, öyle ince.

altında boynuz,

üstünde toynağından çıkma

mübareğin,

iplik iplik ayrılmış

iki kirişe dümen taranmış,

aşil tendonları.

 

öyle bükülür

öyle ezilir ki beden,

tersine kuvvetle ger de bir gör

hiç ses etmez,

hiç kırılmaz.


derken,

o bükülmüş bedenin

kirişinde bir ok belirir birden,

bilinmez

hangi Çanakkale türküsünden

hangi dereden,

hangi tepeden...

 

 

“Türk yayı”

j.ak

11.Haziran.2021