Daha önce aynısı başıma gelmedi mi sanki?
İnsan Türkiye'de yaşar da aynı durum başına gelmez mi?
İnsan Türkiye'de yaşar da en yakınlarıyla "bir anda" ters düşmez mi?
SİS ÇANI'yla tariflemişti Melih Cevdet Anday
Telgrafhane şiirinde böyle durumlarda çan çan çan haberdar etmeyi.
Yoruldum desem inanır mısınız?
Devrimci adam yorulur mu?
Yoruluyor işte.
Ne devrime inanç kalıyor böyle,
ne memlekete.
Canhıraş savunabileceğim değerlerim var oysa.
Cumhuriyet, Atatürk devrimleri...
Korkmaktan vazgeçeli çok oluyor.
Keşke tek derdimiz bu olsaydı.
İnanmak ne güzel bir tutkudur.
Ve şairin dediği gibi ne tatlı bir şifadır aldanmak.
Sevdiklerime inancım öylesine naif ki,
Utanmaları en son isteyeceğim iş.
O yüzden siyaset yazmayacağım artık.
Varsa yoksa bisiklet
Kedim Caz
Börtü böcek
Gezi tozu
ve yüksek sadakatime nail bir küçücük ego.
İçimden konuşacağım.
İçimden konuştuklarımı şiirlerime söylerim belki.
Düzeltmeler yaparım üzerlerinde,
dilbilgisi hataları sözcüklerin yerleri,
dizelerin melodisi,
entonasyon hataları...
Söz veriyorum canlarım,
içimden konuşacağım bütün olmazları
aykırılıkları.
Olur olmaz dökmeyeceğim artık eteklerimdeki ağır taşları.
Alıkoymayacağım kimsecikleri o tatlı şifalarından.
Ve eskiden çok yapardım,
şimdi sisler dağılıp da gerçekler ortaya bir bir döküldüğünde
kimseye "ben demiştim" demeyeceğim.
"söz veriyorum"
j.ak
21 Nisan 2019
21 Nisan 2019 Pazar
18 Mart 2019 Pazartesi
BATI EMPERYALİZMİNİN GELDİĞİ YER
Son beş yıldır, tüm dünyadaki "göçmen işçiler" konusuyla ilgileniyorum. Konu elbette son beş yılın konusu değil. Ama Türkiye'de de, 1980 sonrasının ekonomi politikasındaki ibre, liberal kapitalizmi işaret ettiğinden beri, yıl be yıl ekonomide artan kayıt dışılık, özellikle SSCB'nin dağılmasıyla paralel bir seyirde bizim ülkemizde de göçmen işçilerin talep edilmesini beraberinde getirdi.
Önce Rus kadınlarını gördük. Bunlar ekseriyetle seks işçiliği yaptılar. Daha sonra bavul ticareti. 2000'li yıllara gelindiğinde artık sadece Rusya'dan değil, Türkistan'dan da pek çok soydaşımız, kayıt dışı ucuz emeği büyük bir iştahla talep eden küçük ve orta burjuva işletmelerinde ucuz yedek işçi ordusu olarak talep edildi. Ve bu süreci hâlâ hazırda yaşamaktayız.
Avrupa'ya, yani vahşi batıya dönecek olursak, orada II. Dünya Savaşı sonrası artan ucuz yedek işçi ordusu talebi, sanayiiden hizmet sektörüne kadar sür-git bir seyirde devam etmiş, yıldan yıla da, gerek sosyo kültürel, gerek sosyo ekonomik olarak etkileşimi beraberinde getirmiştir.
Bu girişi yapmaktaki amacım sosyo kültürel etkileşimin ekonomiden ayrı düşünülmemesi gerektiğine dair olup, konuyu kendi bakış açımla anlatmak istememdir.
Avrupalı, sömürüyü, işgâli, yok etmeyi, hak ihlâlini ancak kendine mübah görür ve bu yaptıklarına "demokrasi götürüyoruz", "medeniyet götürüyoruz" gibi isimler takar. Ama siz kendi ülkenizi savunduğunuzda bunun adı "barbarlık" olur.
Fransa Cezayir'de iki milyon insanı katletti, Avrupanın pek çok ülkesinden "yeni dünya" coşkusuyla Amerika'ya gidenler oradaki yerli ahaliyi (Kızılderililer'i) katletti. İngilizler Hindistan'a gidip orada milyonları katletti. Ama onlar "medeni", biz "barbar"ız.
Avrupa'ya göçmen işçi olarak gidenlerle Avrupalı arasındaki sosyo kültürel fark, Türkistan'dan Türkiye'ye gelenlerle Türkiye Türkleri arasında yaşanmamaktadır. Dil aynı din aynı ortak geçmiş kadim tarih aynı... Bu anti parantezi asla aklımızdan çıkarmamamız gerek. Çünkü bu büyük bir avantajdır.
Avrupa'ya göçmen işçi olarak gidenlerle Avrupalı arasındaki sosyo kültürel fark, Türkistan'dan Türkiye'ye gelenlerle Türkiye Türkleri arasında yaşanmamaktadır. Dil aynı din aynı ortak geçmiş kadim tarih aynı... Bu anti parantezi asla aklımızdan çıkarmamamız gerek. Çünkü bu büyük bir avantajdır.
TÜKETİM KAPİTALİZMİ ÇARKINDA FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ
Avrupalı artık, İkinci paylaşımdan sonraki süreçte arkasını iyiden iyiye sağda solda çıkardığı hibrit savaşlarla ve terörle huzurunu kaçırdığı ülkelerden köle emeğiyle aldığı göçmenlere yaslamış durumdadır. Onlar "beyaz yarı tanrılardır", diğerleriyse onlara hizmet etmekle yükümlü ucuz köleler. Öyle ki Avrupalı hem onların sırtından rahat yaşayacak, hem de onlardan sosyo kültürel manada rahatsızlık duyduğunda, bu "istenmeyen unsurları" rahatça çekip vurabileceklermiş. 15 Mart'ta gerçekleşen Yeni Zelanda saldırısını Avrupa'da kimsecikler ağız dolusu kınayamadı meselâ. Oysa saldırıyı gerçekleştiren İskoçyalı da İngiltere'nin sömürgesidir. Ve Tabii ki Yeni Zelanda ve Avustralya da aynen öyle... Bu arada yeri gelmişken o coğrafyalarda da aborjin yerlileri hunharca katledilmedi mi? Ama neofit saldırgan, kraldan çok kralcı bir eda ile kendini bu beyaz yarı tanrı unsurun canfeşan jandarması olarak görmektedir.
Avrupa emperyasından verdiğim örnekler Rusya için de geçerli. Her ne kadar 1917 devrimini yaşamış olsa da Viking Slav karışığı Ruslar da tüm Türkistan'ı yıllarca sömürmüşler, sırtlarından geçindikleri Türkistanlılar'a ve Kırım Türkleri'ne karşı aynı faşizan baskılarla mukabele etmişlerdir. Saldırganın Sırpça şarkısı, Sırbistan'daki Rusçu faşistlerin TV.'yi basıp Türkler'e kin kusması hiç de tesadüfi değildir. Slav kardeşliğinizi sevsinler sizin.
Türk Milleti Haklı davasını ÇANAKKALE ZAFERİ ile taçlandırmış bir millettir.
Batı tipli bir emperyalizmi ise ne Osmanlı ne de Cumhuriyet sonrasının Türkiyesi benimsemiştir. Terör saldırılarında da Türkler'e ait bir imza görülmez. Vur kaç taktiğiyle değil, düzenli ordusuyla, hayvan gibi kaslı kaslı değil, 13 yaşındaki evlâtlarımızla yendik!
Gerekirse tekrar aynı yenilgiyi batının kendi eliyle yaratmış olduğu bu tuh hastalarına yaşatırız...
ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİMİZ KUTLU OLSUN!
Jale ALTUNEL
18. Mart. 2019
13 Mart 2019 Çarşamba
st. Petersburg'da tekila içmek
yapraklar gibi dökülmüştü insanlar sokaklara
bir başka dünya sloganlarıyla
toprakta cemleşti ağaçtan gelen kimya
yol vardı yoldaşlarıyla
ve yolda,
yolsuzluk dolu bir coğrafya
yolsuzdu yine,
at binmez kılıç kuşanmaz yoksul
köylü kadın, erkek işçiye
erkek işçi memura kul
coğrafya diyorum, bu coğrafya
tam bir okul
tek bir mezun vermedi
küskün bir yediveren misali
üsküdar'la moskova arası
İstanbul'la Semerkand arası kadar belki
suç ortaklığı yaparken atlar ve kılıçlar
bize nalbantlık düştü
ve nal asmak
şans getirsin diye.
bir başka dünya sloganlarıyla
toprakta cemleşti ağaçtan gelen kimya
yol vardı yoldaşlarıyla
ve yolda,
yolsuzluk dolu bir coğrafya
yolsuzdu yine,
at binmez kılıç kuşanmaz yoksul
köylü kadın, erkek işçiye
erkek işçi memura kul
coğrafya diyorum, bu coğrafya
tam bir okul
tek bir mezun vermedi
küskün bir yediveren misali
üsküdar'la moskova arası
İstanbul'la Semerkand arası kadar belki
suç ortaklığı yaparken atlar ve kılıçlar
bize nalbantlık düştü
ve nal asmak
şans getirsin diye.
"st. Petersburg'da tekila içmek"
j.ak
13. Mart. 2019
j.ak
13. Mart. 2019
10 Şubat 2019 Pazar
ANNE TERLİĞİNDEN DARBEYE SEKSENLER GENÇLİĞİ
Hep geçmişe ait nostaljik anılar beynimizin uzun
ince ve tatlı kıvrımlarında, bir nehirden akan bol köpüklü sular gibi tertemiz
hüzünsüz pürüzsüz ve ışıltılıdır. Anımsadığımız günler bile hep bol güneşli ve
sıcacık. Hey gidi seksenler.
Bu “bol güneşli sıcak anılar” herkeste farklı bir
efektle vücut buluyor. Söz gelimi ben darbenin olduğu yıl sadece on dört
yaşındaydım ve benden birkaç yaş küçük insanların bile o yıllardan bahsederken “gözü kara” ve çok “bıçkın” devrimciler olduklarını,
hatta “götürüldüklerini”(!) falan anlatmalarına tanık oldum. Yahu insaf o
yaşlarda klâsik bir Türk evlâdı anne terliğiyle terbiye ediliyordu.
Misafirlikte birden fazla şeker almayasın diye evde nasihat veriliyordu sana
paşam, ne götürülmesi, ne devrimciliği ne solculuğu alla sen. Cin Ali
serisinden Marx’a, nasıl bir geçiş yaptın? Kara delikten mi geçtin?
İş başa düştü. Anlatalım madem.
Bizim bahtsız kuşak, yetmişlerin sonlarında yaşanan
o bunalımlı kaosu da, her gün düzenli olarak gençlerin ölüm haberlerini de
kafasına kazımış, üniversiteye adımını sıkıyönetim zamanı atmış ve anne-babası
tarafından da “aman evlâdım sakın ola siyasetten bahsetme, ağzını sıkı tut asla
bir olaya karışma!” şeklinde tembihlenmiş, “uslu”, tırsak ve sinmiş, yani
kısaca kayıp bir kuşaktır. Bunun böyle olmadığını iddia edenlere aldırış
etmeyin. Yalan söylüyorlar. Bir de anti Amerikancılık hikâyesi var ki hele o,
külliyen yalan.
Beyaz Gölge dizisiyle parlayan basketbol hepimize
Converse ayakkabılarını giydirmedi mi? Giydirdi. Antrenörümüze Coach diye hitap
etmedik mi? Ettik. Grease adlı film gösterime girince o eski Amerikan
arabalarına hayran olmadık mı? Olduk. Şarkı sözleri bile hâlâ aklımda,
“I
got chills
They're multiplying
And I'm losing control…”
They're multiplying
And I'm losing control…”
Üniversite yılları başladık kıllanmaya pek tabii.
Ama kendi adıma şunu diyeyim ki o yıllarda okuduğum kitapları yeterince
anlamamış olduğum ve 21 yaşımdan sonra tekrar okuduğum acı bir gerçektir.
Etrafımdaki akranlarım da düpedüz aynı durumdaydılar.
Bizler itiraf etmeden ne değişebilir ne de
değiştirebiliriz. Samimi olmak gerek. Geçmişle barışmak ve onu olduğu gibi
kabullenmek gerek. Hareketli bir canlı üzerine falsolu terlik atabilen ve her
attığını isabet olarak kaydeden annelerin gül çocuklarıydık biz. Ne eksik, ne
fazla...
Ağabeylerinizin ablalarınızın anılarını kendi
anılarınız gibi anlatmayın şu seksen darbesine dair. Gerçekten ayıp oluyor. O
kaotik dönemde hayatlarını kaybeden fidanların hatırasına ayıp oluyor en başta…
Jale
ALTUNEL
10. Şubat. 2019
10. Şubat. 2019
4 Şubat 2019 Pazartesi
kadın
gidelim Nidaba
postmodern gürültüler sokağında
epik kostümlerimizi giyelim
bir elimiz,
yakın geçmişin çocukluğunda
bir elimiz,
geleceğin gece mavisi saçlarında olsun.
ne dersin?
sayfalar dolusu bir tarihi
sığdırabilir miyiz dokuduklarımıza?
ipe un serelim Nidaba
tozları yağacak tarihin
okuduklarımıza.
postmodern gürültüler sokağında
epik kostümlerimizi giyelim
bir elimiz,
yakın geçmişin çocukluğunda
bir elimiz,
geleceğin gece mavisi saçlarında olsun.
ne dersin?
sayfalar dolusu bir tarihi
sığdırabilir miyiz dokuduklarımıza?
ipe un serelim Nidaba
tozları yağacak tarihin
okuduklarımıza.
"kadın"
j.ak
4. Şubat. 2019
j.ak
4. Şubat. 2019
23 Aralık 2018 Pazar
açtılar
kusurlu sayıldı
bol küsürlü insanlık
iyiliği yetmedi
baldırı çıplak fukaralığın
ve belki bir anlamı vardı
sözcüklere bile tutsaklığın.
bol küsürlü insanlık
iyiliği yetmedi
baldırı çıplak fukaralığın
ve belki bir anlamı vardı
sözcüklere bile tutsaklığın.
açtılar...
tüm sırlarını açtılar
tüm surlarını açtılar
ve
kusurlarını.
tüm surlarını açtılar
ve
kusurlarını.
yeğledik sırf bu yüzden
tok bilgilere
üç kuruşluk küsürlü cehaletleri.
tok bilgilere
üç kuruşluk küsürlü cehaletleri.
fahişeler dostum,
sırf bu yüzden
samimi geldiler hatta
gözüme.
o derme çatma
ve boşvermiş emekleriyle.
sırf bu yüzden
samimi geldiler hatta
gözüme.
o derme çatma
ve boşvermiş emekleriyle.
"açtılar"
j.ak
23. Aralık. 2018
j.ak
23. Aralık. 2018
21 Aralık 2018 Cuma
BİR İÇERİ ŞEHİR HİKÂYESİ
Akşamüzeri mi yoksa sabahın ilk saatleri mi bu alacakaranlık? Küçük bir odada tek kişilik bu yatakta, sırtındaki tüm kemikler sızlıyordu. “Hava ne kadar da soğuk. Nem olmasa soğuğu bu kadar fazla hissetmezdim.” Diye mırıldandı yataktan doğrulmaya çalışırken. Ezan sesiyle irkildi. İrkilme sebebi ezanın hoparlörden değil, yalın bir insan sesinden duyulmasıydı. Ezanın makamına kulak verdi ki akşam ezanı mı sabah ezanı mı olduğunu anlayabilsin. Ama ezan kulağının alışık olduğu bir makamda değildi.
Sıcacık yataktan gönülsüz bir şekilde kalktı, küçük odadaki yekpare pencerenin sımsıkı örtülmüş perdesini araladı. Daracık ve hafif meyilli bir kıvrımla aşağı doğru küçük bir dere gibi inen sokağın köşesinde, ikinci kat yüksekliğinde bir yerde olduğunu tahmin etti. Sokak öylesine dardı ki karşısındaki binalara neredeyse eliyle dokunabileceğini sandı. Tanımıyordu burayı. Buraya nasıl geldiğini ve nasıl uyuduğunu hiç bilmiyor, anımsayamıyordu. Ağzında acı bir pasla odadaki eşyaları inceledi. Pencerenin yanındaki yatağı, dikdörtgen odanın kapısına doğru sol tarafta duruyordu. Kapının sağ yanındaki tekli gardırop üçüncü sınıf otellerde görülen koyu ahşap, iç tarafları ince nişli, masifleriyse bin dokuz yüz yetmişli yılların modern çizgilerine sahipti. Yerler mozaik taştı ve yatağın baş tarafından kapıya kadar uzanan, üzerinde Kars motifleri bulunan mavisi ve kırmızısı bol bir kilimle örtülüydü. Kapının sol yanında bir lavabo, yatağın pencereye doğru başucundaysa bir komodin vardı.
Yatağın altından ucu çıkmış bir bavula ilişti gözü. Bavulu tanımıştı, onundu. Üzerindekilere baktı dikkatle, altındaki pijamamsı eşofmanı çekiştirdi baldır kısmından, aynı şekilde üstündeki kalın penyenin yakasını yenlerini çekeledi, kaşlarını kaldırarak dudağını sarkıttı ve “ne alaka, nasıl geldim buraya yahu?” dedi. Uyku sersemliği geçmeye başlamıştı ve pencereden kapının sol yanındaki lavaboya doğru seğirtti, yüzünü yıkamak, ağzındaki paslı kuruluğu çalkalamak için musluğu açtı. Su cılız da olsa akıyordu. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı ağzını çalkalarken suyun lezzetini fark etti. İstanbul’da neredeyse kırk yıldır unuttuğu bir durumdu musluktan akan suyun adeta içilebilir bir lezzette olması. Bu cılız suyu iştahla içmeye başladı musluktan. Bavuluna yöneldi, fermuarını açtı. İçinde eşyalarını gördü ve sevindi. Üstelik bir yüz havlusu, temiz birkaç çift iç çamaşırı, saç fırçası, makyaj malzemelerini koyduğu çantası bile vardı. Üzerini değiştirdi. Lavabonun üzerindeki küçük aynada derme çatma ve aceleyle makyajını yaptı.
Dışarı çıkarken bavulunu alıp almamakta tereddüt ettiyse de, almamaya karar verdi. Üzerine siyah bir pantolon ve siyah boğazlı bir kazak giymişti. Gardırobun içinde deri ceketini ve botlarını buldu. En son onları da giyip odadan çıktı. Kapının iç tarafında anahtar vardı. Anahtarı yanına aldı, kapıyı kilitlemeye gerek görmedi. Kapı çıkışında sola doğru bir koridordan geçti. Koridorun sonunda aşağı doğru inen dar ve içe doğru yuvarlak bir merdiven vardı. Merdivenin ahşap tırabzanına sıkıca tutunarak indi. Tek bir merdivendi bu ve inmekle bitmiyordu. Koridordaki ışık bir süre sonra merdiven boşluğunu aydınlatmayacak hale geldi ki, alt katta gün ışığının huzmeleri saçlarını ve yüzünü okşadı adeta, zamanı ayırt edebilmişti nihayet. Sabahtı ve alacakaranlık yerini aydınlığa bırakıyordu. Sabahın ilk ışıklarında buranın küçücük, on beş yirmi yataklı bir butik otel olduğunu anladı. Lobide kimse yoktu. Pencereden gördüğü dar sokağı giriş kapısından da görünce kendini çocuksu bir coşkuyla sokağa attı.
Kaybolmamak için her yere nirengi gözüyle bakıyordu. Dere gibi aşağıya doğru bükülerek inen bu dar sokağı arşınlamaya başladı. Rüzgâr bu küçük sokakların arasında bile kapı ve camların pervazlarında ıslıklar çalıyor, saçlarını kırbaç gibi savuruyordu. Sokak bitmiş ve yol iki yana doğru ayrılmıştı ki, sol taraftaki sokağın, yukarıya ve aşağıya doğru uzanan surlarla kesildiğini fark etti. Surların içinde bir yerdi burası.
Tam surların olduğu yöne doğru gidecekken sağ taraftan bir piyano sesi duydu. İçinde tarifsiz bir heyecan oluştu. Nasıl ve ne şekilde geldiğini bilmediği, hiç tanımadığı bu yerde, işitmiş olduğu bu ses içini öylesine ısıtmış öylesine sarmalamıştı ki, kendini güvende hissetti. Sesin nereden geldiğini bulmalıydı. Sağ tarafa ayrılan yol önce düz sonra tatlı bir meyille kıvrılıyor ve sokağın dar olması nedeniyle geri kalan yönü anlaşılamıyordu. Sesin geldiği yöne hızlı adımlarla yürürken sabahın ilk ışıklarında nihayet karşı taraftan kendisine doğru yaklaşan orta yaşlı bir adam görerek bir şeyler sorabilecek olmanın rahatlığıyla adamın yolunu kesercesine önüne atıldı, “Buralarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı?” Adam gülümseyerek, “Hə, bu küçənin axırına in təzə kutab bişirərlər orda” dedi.
Şaşkınlıktan adama teşekkür bile etmeden sadece başını yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak, yüzüne asılı aptal bir gülümsemeyle koşmaya başladı. Azerbaycan’daydı. Piyano sesinin çok yakınına gelmişti. Hatta piyano sesinin yanında gülüşmeler konuşmalar da duyulmaya başlamıştı. Ne yöne gittiği yukarıda anlaşılmayan sokak tekrar sağa kıvrılmış ve yolun sağ tarafında da kapısı ardına kadar açık bir ev gördü. Piyano sesinin bu evden geldiği aşikârdı artık.
İçeri dalarken en ufak bir tedirginlik duymadı Çolpan. Girdiği yer evin avlusuydu ve piyano sesine karışmış insan sesleri tüm avluyu kaplamış, ipek bir örtü gibi sarmıştı bu dar sokaklı minyatür şehri.
Avluyu çepeçevre saran kare yapının birinci katında tırabzanlara tutunarak belinden aşağıya düşecekmiş gibi sarkan güzelce bir kadın kahkaha atarak el salladı Çolpan’a. “Həəyyy gəl bura, gəl sənallah!” İşaret parmağıyla avlunun sağından yukarı çıkan merdiveni gösteriyordu. Çolpan merdivenleri hızlı bir şekilde çıkarak kadının yanına geldi. Kadın genç ve güzeldi. Su yeşili kaşe eteğinin üzerinde etek boyunda nar çiçeği renkte bir tunik, içinde beyaz boğazlı bir kazak, kazağın üzerinde de altın renginde iri halkalı ucu etek bitimine kadar sallanan kalın metal bir kemer vardı. Saçları geriye doğru krepeli, omuzlarına doğru dökülüyor, yumuşak kumral rengi, zarif bir kıvrımla narçiçeği tuniğinin üzerine düşüyordu. Çolpan’ın hızlı adımlarla yanına gelişine sabırsızlanıp, tutunduğu tırabzandan öne doğru güç alarak koştu ve Çolpan’ın ellerini tuttu “Gəl əzizim içəri gədək” diyerek Çolpan’ın tek bir söz söylemesine soru sormasına bile meydan vermeden çekiştirerek onu evin geniş holüne soktu.
İçeride akşamdan kalma bir partileme hali vardı. Dört erkek üç kadından oluşan bu grup, piyano eşliğindeki tatlı sohbetlerini adeta bitirmek istemiyor, son birer kadeh daha kırmızı şarap içmek için Çolpan’ın gelişini bahane ediyorlardı. Çolpan orada kendini yıllardır tanış olduğu insanlar arasındaymış gibi rahat, konforlu ve samimi hissediyordu. Gözü odanın sol tarafında kenarı duvara yaslanmış piyanoda ve kendisine arkası dönük olarak piyano çalan adamdaydı. Adam Çolpan için kopan patırtıyla çalmayı durdurup piyanosunun başından kalktı. Döndü ve Çolpan’a doğru yaklaştı, “Nəcesən aycan, bizi xoşbəht əledin, xoşgelmişsin” dedi. Çolpan, kalın aşağı doğru uzanmış bıyıklı, geniş favorili kemerli burunlu beyaz tenli ve anlamlı bakışları olan bu adamın elini sıkarken bir elini de onun omzuna koymuştu. Adam da aynı şekilde sol elini Çolpan’ın omuzuna koydu ve “Sizə təzə yazdığım mahnımı icra ətmək istəyirəm Xanım” dedi. Çolpan atıldı, “Adı? Adı ne acaba?” Adam hiç düşünmeden cevapladı “MART”...
Çolpan ona ikram edilen bir kadeh şarapla beraber, masanın üzerinde akşamdan kalma atıştırmalıklardan yemeye koyulmuştu ki orada duran gazeteye ilişti birden gözü. Gazete kril harfleriyle yazılmıştı ve üzerindeki tarih 1977’ydi. Derhal piyanosunun başına, yeni bestesini çalmak üzere oturan adamın yanına giderek, “Doğru mu bu gazete? 1977 yılında mıyız? Sizin adınız ne?”diye sordu. Adam kalender bir kahkaha patlattı, “Nolsun ki sən hansı ildə olalım istəyirsən? Biz hər vaxtta olarık. Mənim adım Vaqıf” dedi ve bestesini çalmaya koyuldu...
Çolpan telefonuna alarm zili olarak yüklediği Vaqıf Mustafazade’nin Mart adlı bestesiyle tatlı uykusundan uyanmıştı. Rüya mıydı gerçek miydi tüm bunlar? Yatağından kalkıp perdeyi araladı, sokağa baktı. İstanbul İdealtepe’deki evindeydi. Göğe bakarak gülümsedi ve gözlerini kapadı. Tek bildiği şuydu ki; Vaqıf Mustafazade yaşıyordu...
Işıklar içinde uyu Vaqıf.
<3

JALE ALTUNEL
Nartugan/2018
bizim dansımız
aşk emekçisiydi
renklerin dansı bir ara
tekmeler atıldı birden
ayaklarına
coşkuyu parçaladı emekçi,
o acıyla
ve çocukça bir ludist edasıyla.
renklerin dansı bir ara
tekmeler atıldı birden
ayaklarına
coşkuyu parçaladı emekçi,
o acıyla
ve çocukça bir ludist edasıyla.
sarı sendikanın
ara bulucusu gibiydiniz
aşk karargâhında.
şuursuz, esrimiş, etobur.
patronla hemen ortak olur,
renksiz bir dans satın alır,
satardınız sonra
beş misli fiyata.
ara bulucusu gibiydiniz
aşk karargâhında.
şuursuz, esrimiş, etobur.
patronla hemen ortak olur,
renksiz bir dans satın alır,
satardınız sonra
beş misli fiyata.
bilir misiniz?
aşk emekçisidir
renklerin dansı hâlâ
kâh selâmını alır Şehriyar’ın
Haydarbaba’dan
kâh bavulunu taşır bir göçmenin
Orta Asya’dan.
aşk emekçisidir
renklerin dansı hâlâ
kâh selâmını alır Şehriyar’ın
Haydarbaba’dan
kâh bavulunu taşır bir göçmenin
Orta Asya’dan.
acıya dayanıklıdır dostum
renklerimiz
ne eğilmekten anlar
ne bükülmekten, sözlerimiz.
kızıla döndüğünde
gönül dağında gök kubbemiz,
turkuaz türküler yakacağız
aşktır mürekkebimiz.
renklerimiz
ne eğilmekten anlar
ne bükülmekten, sözlerimiz.
kızıla döndüğünde
gönül dağında gök kubbemiz,
turkuaz türküler yakacağız
aşktır mürekkebimiz.
“bizim dansımız”
j.ak
19. Aralık. 2018
j.ak
19. Aralık. 2018
7 Aralık 2018 Cuma
göçmen kış
söz yorgunluğunda
uzun gece
soğuk,
histeri
nöbetinde
gözkapakları
tahammülsüz
ve son
falsoyu verip
son
sözlere,
kornerden
gol edasıyla
yolladık
gözden kulağa sanki,
küpe
niyetine.
davasından
habersiz
bir
göçmen işçi
şu yağmur.
getirdi
tarlalara yollara, bağlara
koskoca bir
bozkır
ve söz
yorgunluğunda bu ara
haklı bir
dava.
davasından
habersiz
bir haklılık,
gönül
dağında birikmiş kar.
bıraksan,
memleketin
en güzel havzalarına
damarlarından
dolar
ama
öyle
yüksek haykırdınız ki
çığa
döndü hak
ve altında
kaldı söz.
“göçmen
kış”
j.ak
7.Aralık.2018
1 Aralık 2018 Cumartesi
24 Kasım 2018 Cumartesi
ÖĞRETMENLER GÜNÜ
Bakımlı mı bakımlı bir esmer güzeliydi benim ana yarım. Sevgili Gülümser Hanım. Sabun kokan bir teni ve minik esmer ellerinde nar çiçeği ojeleri... Atatürk ve kırmızı beyaz kedi merdivenleri. Milli Bayramlarımız'da tören yürüyüşleri... Dostu Tulpar olsun ilkokul öğretmenimin.
Babam sık sık seferdeydi orta okula geçtiğimde ben. Baba yarılarım oldu o kere. Hüseyin Bey fen ve tabiat bilgisi öğretmenim. Bir gün şöyle bağırdı tüm sınıfın önünde; Filiz Sonay, Jale Ak... Yine ne yapmıştık da bizi tahtaya çağırıyor diye, korka korka çıktık Filiz'le kara tahtaya. Orta bir ve ilk dönemin sonları. "Basketbola ne dersiniz?" diye sordu sırık Filiz'e ve bana. Aynı boyda iki kızdık o sınıfta... Sevinçten gözlerimiz parladı. "Yapabilir miyiz ki" diye sordum. Öğreteceğim dedi. Öğreteceğim... Koltuğunun altına Cumhuriyet Gazetesi'ni sıkıştırarak gelen İngilizce Öğretmenimiz Ali Bey... Şiveli ama tertemiz Türkçesi'yle Mehmet Bey de asla unutamadıklarım arasında.
Derken liseye geçtim. Artık bir basketbolcuydum aynı zamanda. Öğrenmiştim. Öğretmişti yetiştirmişti beni Hüseyin Bey. Memleketin en güzel lisesiydi benim lisem. Herkesinki öyledir zaten de, benimkisi başkaydı. Hele benim öğretmenlerim, bambaşka. Evinin bahçesinde ağırlayan Edebiyat Öğretmenimiz Gülsüm Hanım'dan mı bahsetsem, bana sanat tarihini sevdiren Gönül Hanım'dan mı, yoksa milli bayramlarda giydiği kırmızı beyaz tayyörleriyle sırf ona mahcup olmamak için ders notunu sekizlere dokuzlara çıkarttığım tarih öğretmenim Kâmuran Hanım'dan mı?
Tekin Bey Beden Eğitimi öğretmenimizdi. "Gel bakalım gel AK" dedi. Bedri Bey'e gözüyle beni işaret ederek "Ağabeyinden yeni kurtulduk şimdi de kardeşi geldi" dedi. Bıyık altından gülüyordu:
- "Nereyi kazandı Ağabeyin?"
- "Hava Harp Okulu'nu hocam."
- "Sen nereyi istiyorsun bakalım?"
Onun beden eğitimi öğretmeni olduğundan ve Gölcük Barbaros Hayrettin Lisesi'nin de bir basketbol takımının varlığından haberim vardı. Hemen atladım:
- "Ben basketbolcu olacağım Hocam!" Kahkaha attı.
- "Bedri bak basketbolcu olacakmış. Olur mu bundan basketbolcu?" Bedri Bey bana baktı, gülüştüler... Tekin Erdem oturduğu masasından ayağa kalkarak yanıma geldi elini omzuma attı. Okul takımı seçmeleri olacağını ve sonra da antrenmanların başlayacağını söyledi...
Ne mi oldum? Sporcu tabii. Spor Akademisi'ne hazırladı beni Tekin Erdem Öğretmenim. Vefat etti baba yarım...
***
Ne çok şey öğrettiler ÖĞRETMENLERİMİZ...
Özveriliydiler. İğneyle kuyu kazmanın ne demek olduğunu ben de bir beden eğitimi öğretmeni olunca anlamıştım. Ne kadar da zordu birine bir şeyler öğretmek. Ne büyük bir emek, ne büyük bir çabaydı.
Kiminden mert olmayı öğrendim, kiminden dostluğu, kiminden mücadele etmeyi, kiminden dürüstlüğü. Yani demem o ki, derslerin dışında bana ne çok şey kattıklarını anlatmakla bitiremem. Şanslı mıydım ne?
Bütün öğretmenlerimin ellerinden öpüyorum.
Başta BAŞ ÖĞRETMEN ATAMIZ olmak üzere, naçiz bedenleri O'nun gibi toprak olmuş öğretmenlerime ve eğitip öğretmekten başka derdi olmadığı halde öldürülmüş olan şehit öğretmenlerimize de Tanrı'dan rahmet diliyorum...
ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN.
Jale ALTUNEL
24. KASIM. 2018
9 Kasım 2018 Cuma
"AZƏRBAYCAN QIZLARI GÖYLƏRİN ULDUZLARI" HAYDİ TÜRK KADINI STADA!
Bu slogan 9 Kasım 2018'de yani bugün Tebriz'de oynanacak olan TRAXTOR adlı Türk takımının maçına giden Traxtor taraftarı gençler tarafından maçın 25. dakikasında seslendirilecek.
İran molla rejiminde bu yıl kadınların stada girmesi konusu geçtiğimiz Haziran'da gündeme gelmişti. Ve molla rejiminin kadınlara getirdiği bu yasaklı durum Dünya Kupası'nda delinmişti. Bu Fars kadınlarının "başarısı" olarak molla rejiminin tarihine geçmiş olsa bile, şimdi İran İslâm Cumhuriyeti Güney Azerbaycanlı Türk Kadınları'nın Traxtor maçlarına girmesine engeller çıkartmaktadır.
Az önce aldığım bir habere göre, Türk Kadını stad yakınına bile yanaştırılmıyormuş.
Oysa Dünya kupasında Azadi Stadyumunda İspanya Maçını dev ekrandan izlemek üzere gelmiş binlerce kişi arasında pek çok Fars kadın vardı... Beş kadın erkek kılığına girerek stada girmeyi başarmıştı. Sonra izin çıktı. Derken o izin "altyapı problemleri" nedeniyle iptal edildi ve bu gelişme üzerine protestolar ve sloganlar arasında bir oturma eylemi başladı. Protestonun videoları sosyal medyada kısa sürede yayıldı ve #Azadi_iptalietiketiyle kısa sürede 2 bine yakın paylaşım yapıldı. İran İçişleri Bakanı Abdurrıza Rahmani Fazli'nin özel talimatı sonrası maçın başlama vuruşundan bir saat önce kadın taraftarların stadyuma girişine izin çıktı. (BBC News 21Haziran.2018)
TÜRK KADINI - FARS KADINI AYRIMCILIĞI
İran'daki Güney Azerbaycan Türkleri her konuda olduğu gibi kadın konusunda da ayrımcılığa maruz kalıyor. Ve bence KADIN konusu bir İslâm Cumhuriyeti olan İran'da en sıkı tutulması gereken "iş"lerin başında gelmekte.
* Çünkü irticai bir karşı-devrimin amacı sakatlanmış bir toplum yaratmaktır.
* Bir toplumu sakatlamanın en güzel yolu tek kanadını kopartmaktır.
* Kadınlar olmadan sadece erkeklerden oluşan bir güruh, değil Millet, bir topluluk olmaktan bile çok çok uzak kalacaktır!
FAKİRE DİN, ZENGİNE "LİBERTE"
Güney Azerbaycan'daki Türkler'in İran Molla rejimine geçişte nasıl bir tarihsel sürece gark olduğu ve yoksullaştırıldığını net olarak biliyoruz.
İran'da Türk nüfusun yoğunluklu olarak yaşadığı Güney Azerbaycan bölgesine on yıllardır ne bir fabrika yapılmıştır, ne de bölgenin gelişimine katkı sağlayacak bir alt yapı hizmeti. Türk'e ait olan bölgede halk, yoksul ve yalnız bırakılma politikalarıyla "kaderine" bırakılmış ve git gide yozlaştırılmış, cahil bırakılmış ve yobazlaştırılmıştır. Fakirlik cahilliği, cehalet yobazlığı tetiklemiştir ki biz buna Türkiye'den de gayet net bir şekilde aşinâyız.
İran'ın zenginlikleri Farslar'ın yoğunluklu olarak yaşadığı şehirlerdedir sözün kısası. Zengin ve nispeten daha eğitimli halk da doğal olarak Farslar'dır İran'da. Zengin Fars Kadınları'nın baş örtülerini saçlarının yarısından çoğu gözükecek şekilde bağlamalarına da son yıllarda hiç ses çıkarılmadığı gelen haberler arasındadır. Yani zenginseniz İran'da hiç bir eli sopalı polisin engeline takılmıyorsunuz. Gerekirse bastırıyorsunuz ceza parasını ya da rüşveti, basıp geçiyorsunuz...
Şimdi bu durumda sınıfsal olarak fakir bir konumda yaşamaya terk edilmiş Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarımızın TRAXTOR maçında yapacakları bu çıkışı ve bu sloganı son derece önemli bulduğumu söylemeliyim.
İran Molla Rejimi'nin bu çifte standartlı yasağı soydaşlarımız tarafından delinirse, bunun devamında bir TÜRK DEVRİMİ kaçınılmazdır.
YANINIZDAYIZ SOYDAŞLAR! BU KONUDA SONUNA KADAR YANINIZDAYIZ! HAYDİ TÜRK KADINI STADA!
Jale ALTUNEL
9 Kasım. 2018
2 Kasım 2018 Cuma
EMPERYALİZMİN KOLLUK KUVVETLERİ, BEDEL: "YA PARANI YA CANINI!"
Arap Baharı'ndan ve Suriye'ye sıçradığı olgunlaştırma çabalarından beri, bildiğiniz gibi bir 3. Paylaşım Savaşı defakto olarak Ön Asya'yı sarmış durumdadır.
Sahipler ve Kanaat Önderleri 5 (Savaş) adlı 2015'te yazdığım yazımda, savaşın ekonomi-politiğinden ve taşeron terör örgütleri kullanılarak yürütüldüğünden bahsetmiştim. (http://jalealtunel.blogspot.com/…/sahipler-ve-kanaat-onderl… )...
Gelişen ve iyice olgunlaşan durumda Amerika ve Rusya'nın bölgedeki ROK hamlesi her ne kadar dikkatlerden kaçmasa da günübirlik değişim gösteren oligarkların gizli anlaşmaları ve aynı tröstlerin paylaşılacak olan coğrafyalardaki yatırımları gün be gün hesapların değişime uğramasına çanak tutuyor. 1. Paylaşım Savaşı'nda emperyalist ülkelerin aralarında oluşan çelişki, artık uluslararası şirketlerle, o yatırımların bulundukları ve amortisörü olan, bir nevi imza merciindeki devletler arasında oluşmaktadır. 1980 sonrası tüm dünyada gerçekleşen hızlı teknoloji ve neoliberal akımın günümüz paylaşımında emperyalist ülkeleri getirdiği çelişki işte böyle bir değişime uğramıştır.
Sözün bu kısmında size çocukluğumuzda dekman, yakartop ya da çift kale maç yaparken uyguladığımız bir takım kurma "adam seçme" ritüelini anımsatacağım:
"ALDIM VERDİM BEN SENİ YENDİM"
Maça başlamadan önce ayak adımlaması yapılır, kimin ayağı diğerinin üzerine çıkarsa en iyi oynayan adamı ilk o seçerdi.
Savaş dünya üzerindeki en stratejik "oyun"dur.
Bizim gibi gırtlağa kadar borç batağına saplanmış,
Tüm savaş mühimmatını ve silahlarını aldığı ülke/ülkeler belli olan,
Kuzey Atlantik Paktı üyesi (sözde müttefik ama hedefteki ülkelerden biri),
Ülkesinde 15 Amerikan üssü barındıran,(https://burakeklik.wordpress.com/…/turkiyede-kac-tane-abd-…/)
herhangi bir tayakkuz durumunda tarımı bitirildiği için açlığa terk edilebilecek durumdaki bir ülkenin, bu stratejik oyundaki tek çaresi yukarıda bahsettiğim çelişkilerden faydalanmak olacaktır.
Yani 1. Dünya Savaşı'nda ülkeler arası çelişkileri çatır çatır kullanabilmiş ve emperyalizme kafa tutabilmiş Türk Milleti'nin şimdi de uluslararası şirketlerle devletler arasındaki çelişkileri saptaması ve kullanması gerekecek.
Zirveler bitmiyor farkındaysanız. Almanya Fransa Rusya geliyor, İran çağırılmıyor, Bolton Ermenistan'a gidiyor, Rusya'ya gidiyor, onlardan bazı isteklerde bulunuyor, Ermenistan Amerika'dan silah almıyor, Rusya Amerika ile uzun namlulu kısa namlulu pazarlığını kestirip atıyor ve Bolton'la bayağı bayağı sert bir restleşmeleri oluyor.
Bu arada tabii Amerika ve Rusya'nın ermenistan ve Azerbaycan üzerindeki ROK denemeleri de havada kalmış ve dondurulmuş olarak oradan bize bakıyor. Türkiye'nin Azerbaycan'la birlikte geçirdiği hava tatbikatlarını göz önüne alırsak askıdaki ROK'un yanından coğrafyaya tepeden bakma şansımız var.
TAP TANAP ve BAKI TİFLİS KARS DEMİRYOLU son derece stratejik ve önemli, güce nezaret odaklarıdır. Üç güçlü proje ve Dünya'nın bilmem kaçta kaçını doyurabilecek HARRAN ve GAP'ı da yanına koyunca, işte buna nezaret hatta sahiplik etmek isteyen iştahlı gözlerin odağındayızdır. Azerbaycan'daki Hazar Petrollerinden bahsetmeme gerek var mı acaba? Dünyanın en kaliteli petrol havzası sıralamasında üçüncü sıradadır. Tabii her iki ülke de hem Rus hem Amerikan şirketlerinin pek çok ortaklıklarına "mazhar" olmuşlardır bile, o "ayrı" mesele şimdilik.
Nerede kalmıştık? Havada asılı kalmıştık ve coğrafyaya tepeden bakıyorduk.
Emperyalistlerin mezhepsel kızıştırma oyununu sadece islâm âlemi üzerine oynadıklarını sanmıyorsunuzdur umarım. Zira son yıllarda Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan kriz ve Ukrayna'nın "katolik" Batı'dan aldığı arkayla 2004'te yaptığı turuncu devrim sonrası ortodoks Rusya'yla neler yaşadıklarını düşünün. Şimdi aynı Batı, ermenistan'da bir turuncu devrim yaptırdı ve Ön Asya'daki hesaplaşmada ermenistan'ı kullanabilmenin kapılarını açtı. Karabağ ise 27 yıldır ermenistan'ı elde tutmak için Rusya'nın önemli bir kozdur.
Yukarıda bahsettiğim stratejik projelerimiz, Batı'nın Orta Asya'ya tam olarak hakim olabilmesi için son derece önemli noktalardır. Tıpkı eski İpek Yolu'na nezaret gibi. Bu onun günümüz teknolojisine uyarlanmış modifiye olmuş halidir üstelik. Hem daha hızlı hem daha ucuz bir transporting.
Şimdi Amerika'nın doğal müttefiki Suudi Arabistan'dan ve Pakistan'dan da bahsetmek istiyorum. Suudi Arabistan, ülkesini ziyaret eden Pakistan'a 6 milyar dolar borç verdi ve bu borcun karşılığı olarak Yemen'de yürüttüğü savaşa asker yollamasını istedi. Bu on yıllardır Azerbaycan'dan sonra tek dost ülke olan Cive Pakistan ile aramızı açmak üzere oynanmış bir oyun olmakla kalmıyor, savaşta ayrı kutuplarda yer almamıza da bir ön çanak tutuyor. Tıpkı "aldım verdim ben seni yendim"deki gibi, şimdi terör taşeronlara emperyalist kutupların fakir taşeron devletleri de ekleniyor ve sahneye çıkarılıyor.
Kendileri yine savaşmayacaklar. Tıpkı koçu gibi kabadayı gibi fakir devletleri para karşılığı kiralayacaklar.
Kiralanan bu fakir ülkelerde ise bedeli parayla değil, canıyla ödemek zorunda kalan fakir gençler et topu olarak kullanılacak ve ölecekler.
Ne için? Birileri bu coğrafyanın zenginliklerine iştah kabarttığı için.
Bu tabloya son olarak Türkmenistan'ı katmak istiyorum. Çünkü orada kıtlık türetilmiş durumdadır. Neden türetilmiş diyorum? Çünkü Türkmenistan gaz ve petrol zengini bir ülkedir. Aç falan kalacak bir ülke değil. Peki neden kıtlık var? Çünkü tekelci oligarklar, aracılarla anlaşmalı olarak türetiyorlar kıtlığı. Hedefleri ne diye sorarsanız, yönetimi değiştirmek kuvvetle muhtemel. Orada şimdinin aracıları pozisyonunda stokçuluk edenlerse sovyet zamanından kalma gizli burjuvanın uzantılarıdır. Bunların da çoğunluklu olarak ermenilerden oluştuğu bilgisini öğrendim. Batı kiminle ne oyun kuracağını çok iyi biliyor doğrusu. Türkmenistan'da ermeniler batı için iş başındadırlar tıpkı bir mikser gibi.
Durum da aktörler de 1. Paylaşım Savaşından pek farklı değildir. Sadece perde arkası ve ön saflar değişti. Kamplar şimdilik göstermelik de olsa aynı.
Jale ALTUNEL
2 Kasım. 2018
1 Kasım 2018 Perşembe
Hazar'ın Ruhu
bütün sokaklarını arşınladım
başka dünyadaki şarkıların.
köşe başlarında solgun sololar,
sekizlik notalarında salıncaklar
ve allegroya döndü bir anda
sonbahar
kelepçelerinden kurtuluyordu
birer birer yapraklar.
başka dünyadaki şarkıların.
köşe başlarında solgun sololar,
sekizlik notalarında salıncaklar
ve allegroya döndü bir anda
sonbahar
kelepçelerinden kurtuluyordu
birer birer yapraklar.
ve firar ediyordu fışkırarak
Bakı’nın kara sevdalı aşkı
yer altı zindanlarından
şehvetli, bereketli, doğurgan.
üstelik,
bir kez bile halkını kucaklamadan
hatta sevdiğinin elini bile tutamadan
ilkin beylerin oluyordu ve oluyordu
durmadan.
belki de buydu kim bilir
Vaqıf Mustafazade’yi
Düşünce’ye daldıran.
Bakı’nın kara sevdalı aşkı
yer altı zindanlarından
şehvetli, bereketli, doğurgan.
üstelik,
bir kez bile halkını kucaklamadan
hatta sevdiğinin elini bile tutamadan
ilkin beylerin oluyordu ve oluyordu
durmadan.
belki de buydu kim bilir
Vaqıf Mustafazade’yi
Düşünce’ye daldıran.
düşün ki bu allegro hazan
ayırırken etle tırnağı bir taraftan,
Hazar ruhunu üflüyor şimdi
kıpkızıl bir kandan
ve kılıçsız kalkansız düellolardan.
ayırırken etle tırnağı bir taraftan,
Hazar ruhunu üflüyor şimdi
kıpkızıl bir kandan
ve kılıçsız kalkansız düellolardan.
deniz suyuyla temizlenmiş
etlerinden, sülükler
kıyıya çıkıyor yağlı kara ölüler
ellerinde külüngler
sılaya hasret, Güney’den.
etlerinden, sülükler
kıyıya çıkıyor yağlı kara ölüler
ellerinde külüngler
sılaya hasret, Güney’den.
Hazar’ın ruhu
İçeri Şehir’e çıkartma yapıyor
ve kapkara güneş gibi, ölü emekçiler.
hazandan geçiyor Hazar’ın kanı
ve kızıla boyuyor
kelepçelerinden kurtulan yaprakları
görüyor musun
Ey sevgili Bakı?
İçeri Şehir’e çıkartma yapıyor
ve kapkara güneş gibi, ölü emekçiler.
hazandan geçiyor Hazar’ın kanı
ve kızıla boyuyor
kelepçelerinden kurtulan yaprakları
görüyor musun
Ey sevgili Bakı?
“Hazar’ın ruhu”
j.ak
1. Kasım (Noyabır). 2018
j.ak
1. Kasım (Noyabır). 2018
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)