şehrin dilsiz geçitlerinde elimde bavul
sidikli dolmuş duraklarıyla bakıştık İstanbul'un!
Marmara'nın iyotunu da çektim içime,
kalabalığın ter kokusunu da
sigara bahane.
sonra bir kez daha baktım doğuya fotoğraflardan,
şehir konuşuyor, insanlar susuyordu Bakü'de.
ve burada insanlar bağrışıyor,
şehrimin dili kesiliyor semt semt, sokak sokak.
protez uzuvlarıyla İstanbul,
dönüşüm projeleriyle kan revan...
martıları şu iç denizin,
acısını haykırıyor gibi koskoca şehrin.
ve kolu bacağı kopartılırken geçmişimizin,
doğuyoruz her gün
uyandık sandığımız bir sekiz saatten,
yeni bir unutkanlığa.
"Marmara'nın iyotu"
j.ak
16 Temmuz, 2015
17 Temmuz 2015 Cuma
1 Temmuz 2015 Çarşamba
TOPLUMSAL HAFIZA ve ŞUUR
Ön Asya’nın son durağı
Türkiye’den Bakü’ye gelirken
bavuluma bizim memleketin tüm ekonomik
ve jeosiyasi sorunlarını o ezbere bildiğimiz tarihsel sıralanışıyla
yerleştidim.
İnsan ister istemez benzerlikler
ve farklar üzerinden kıyaslamalara giriyor. Elbette Azerbaycan pilavından ortak
mutfak kültüründen dem vurup, külekler (rüzgârlar) ve odlar diyarına dair
turistik bir yaklaşıma girmeyeceğiz.
Toplu taşıma araçlarındaki insanlara,
çevre semtlere ve sokaktaki insanlara baktığımda Azerbaycan’ın neredeyse otuz
yıl öncesinin Özal’lı Türkiye’sine dair büyük benzerlikler taşıdığını
görüyorum. Biz darbe sonrası 1984 – 1990 arası yıllarda sokakta, televizyon
karşısında ve kurumlarda neler yaşadıysak burada aynıları bir başka rüzgârın
etkisiyle, aynı amaçlarla ve az farkla yaşanıyor.
Bakkaldan süpermarkete geçiş
süreci ve tüketim toplumunun kapitalist ivmedeki vahşi seyri Türkiye’de uzun
yıllara yayılmışken burada 2011 Eurovision şarkı yarışması ve şimdi
gerçekleşmekte olan Avrupa Oyunlarıyla hızlandırılmış bir süreçte seyrediyor.
Bu da insanların yine hızlı bir sürece sıkıştırılmış olan kültür emperyalizmine
de maruz kalması anlamı taşıyor ki medya ve özellikle tv.’nin sabah programlarından
eğlence programlarına, “haberler”den, bombardıman halindeki reklâmlara, tüm
üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi toplumsal hafızadan ve geçmişe dair
şuurdan uzaklaştırıyor. Üstelik bu uzaklaştırma, yine geçmişin esintileri
kullanılarak “yeni”ye uyarlanmış bir şekilde zerk ediliyor…
İlki Bakü’de düzenlenen Avrupa Oyunlarına,
Dünya kupalarına ve olimpiyat oyunlarına baktığımda 2012’de yitirdiğimiz
değerli dostum Metin Kurt, nam-ı diğer “çizgi Metin”le yaptığımız söyleşiler ve
sporun evrensel değil, tarihsel bir olgu olduğu çıkarımına varmamız geliyor
aklıma. Çünkü ilk çağlarda avcı-toplayıcı formunda yaşayan insanın spor yapmaya
ne zamanı ne de mecali vardı. Antik çağda ise efendilerin bir tür kendini
gösterme, gücünü ıspatlama arenasıydı o eski Yunan olimpiyatları. Ki ödül, kimi
romantik tarih kitaplarında anlatıldığı gibi başlarına takılan kuru bir zeytin dalından
yapılma taç değil, yüz amfora dolusu zeytinyağıydı. Bu ödülü kazanan efendi,
onu vererek şehrin en güzel yerinden bir malikâne satın alabiliyordu. Sonraları
efendiler kendileri değil, kölelerini yarıştırarak (gladyatörler) rolleri
değiştirdiler. Birçok ülkede spor-iş yasası hayata geçmemiştir ve bu yüzden
sporcu ve kulüp başkanı arasındaki ilişki işçi-işveren ilişkisinden çok, efendi-köle
ilişkisini andırır. Zirve sporcuları ile oluşturulan özendiricilik birçok
amatör sporcunun aynı çarkın içinde işçi haklarına sahip olmaksızın köle gibi
yer almasını sağlarken, milyarlarca euro paranın döndüğü bu afyonu andıran dev
organizasyonlar liberal sistem çarkının en kuvvetli dişlisi halindedir. Yenidünya
düzeninde organizasyonlara baktığımızdaysa bu çağın “efendilerinin” yani
günümüz aristokrasisinin bu komitelerde başçı olduklarını görürüz. Yani ilk
çağlardan günümüze çok da fazla bir değişiklik yoktur. Spor tarihsel gelişimini
sürdürürken spor organizasyonları şimdi de efendilerin gövde gösterisinde
bulundukları arenalar olmayı sürdürürken aynı zamanda uluslar arası siyasetin
de araçlarından biridir.
Azerbaycan, 1991’de merhum
Elçibey’in önderliğindeki devrimle Sovyetler Birliği himayesinden çıkarak
bağımsızlığına kavuşmuştu. 24 yıllık genç bağımsızlıkta Rusça, şimdilerde de adeta
bir burjuva göstergesi olarak kullanılmakta. Elbette bunda hem bilgi kaynaklı
kitapların hâlâ pek çoğunun Rusça olmasının, hem de nostaljik duyguların etkisi
var. Ancak soydaş neft ülkesi, yalnızca kuzey etkisiyle değil, güneyde Güney
Azerbaycan’a bağlı İran (din) etkisiyle, batıdaysa Türkiye basamağından adım
atan liberal rüzgârın etkisiyle tam bir sıkışma yaşamakta. Yani Türkiye’den
farklı olarak hiçbir uluslar arası antlaşmaya - pakta bağlı olmayan ve
bağımsızmış gibi görünen Azerbaycan, üç taraflı bir kültürel basıncın etkisi altındadır.
Avrupa Oyunları konusunda Almanya önderliğinde batı ülkeleri, bu organizasyonun
Bakü’de düzenlenmesini Avrupa ülkesi olmaması hasebiyle sert ve keskin bir
dille eleştirerek karşı çıktılar. Bu karşı çıkışta yapay tampon ermenistan’ın
batıdaki diyasporasını devreye soktuğunu ve bunu yine hamisi Rusya’nın uzaktan
kumandasıyla yaptırdığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Sovyetlerin
dağılmasından sonra Rusya’nın izlediği politikanın gelmiş olduğu son nokta batı
emperyalizminden farklı değildir ve batıda Avrupa, güneyde İran eliyle
Azerbaycan’ın kendisine doğru itilmesi konusuna Avrupa Oyunları fırsatı
değerlendirilmiştir. Oyunlar öncesi hiçbir batılı ülke konunun ehemmiyetine
vurgu yapmazken bir ağabey edasıyla Bakü’yü ve Avrupa Oyunlarını “sahiplenmesi”
yanı sıra, Oyunlar’a en fazla sporcuyu yollayarak olsun, altın madalya
sıralamasında en çok madalya alan ikinci ülkenin üç misli madalyayı almasıyla
olsun, 1. Bakü Avrupa Oyunları’nda akıllarda kalan ülke Rusya olmuştur.
Oyunlara hazırlıkla başlayan bu
çetin süreçte alt geçim sınırında yaşayan insanlarla burjuva kesim arasındaki
uçurumun büyük bir ekonomik çelişkiyi beraberinde getirdiği açıkça
görülmektedir. Oyunlar gerçkekten de açılışından kapanışına değin yüz akıyla ve
son derece parlak bir sunumla üstesinden gelinmiş olmasıyla göz doldurdu. Ama?
Aması var işte… Çünkü sonrasında, Avrupa’dan uluslararası organizasyon
şirketleri aracılığıyla gelen üst düzey beyaz yakalıların alım gücü
doğrultusunda bir pazar ekonomisinin oluşması tehlikesi vardır. Esnaf,
fiyatları “onların” alım gücü doğrultusunda düzenleyecek ve uçurum daha da
büyüyecektir. Tıpkı benzer durumları uzun vadede yaşamış olan Türkiye’de olduğu
gibi.
Öte yandan kapitalist sistemin
kendi kendini bitirmeye koşulu yarattığı alım gücünden yoksun insan yığınları
ne zaman tüketim ekonomisini kriz noktasına getirse, tam da o zaman bölgesel
savaşlarla emperyalizmin bu krizi fırsata dönüştürmesi senaryosunu yaşarız.
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir misali. Ve sistem insan etine ve kana asla
doymak bilmez…
İşte şimdi de aynısı olmaktadır;
Malûm ellerce ermenilerin
Azerbaycan tacizi, Putin’in Avrupa Oyunları sırasında Erdoğan’la yaptığı otel
görüşmesi – ki muhtemelen Kırım ve Suriye konusunda bir pazarlıktı bu – ve en
önemlisi Ön Asya’nın bu karışık atmosferi süre-giderken yine Doğu Türkistanlı
soydaşların gündeme getirilmesi. Evet Uygur Türkleri’ne büyük bir tazyik ve
yıllardır uygulanan neredeyse soykırım boyutunda bir zulüm vardır. Bunu
yadsıyamayız. Ancak ne var ki mağduriyetleri hep böyle kritik dönemlerde gündeme
taşınır. Uygur Türkleri, İslami örgütleri besleyenlerin adeta kullanım aracı haline
geldi. Türkiye'ye girişine izin verilenler uç dinciler ve cemaatin elinde oyuncak
olanlardır. Yine gastarbeyter konusu geliyor burada gündeme. Işid için tımarlı
sipahiler gibi asker topluyorlar oradan. Bunu ayırt etmek gerek. Çin’in mağdur
ettiği yetmiyormuş gibi cemaat bu mağduriyetten kullanıyor ve kendisine yüzde
yüz biyat eden Uygur Türkleri'ni göya “kurtarıyor." Orada ölümü gösterip, burada sıtmaya razı ediliyor.
İnsanlık
hâlâ daha Salazarlar’ın Francolar’ın 3F’si ile devran döndürüyor. Futbol Fiesta
ve Fado(kader). Şu duruma uyarlarsak Spor Organizasyonları, Eğlence ve Din… Ve
değiştirilen demografik yapılar, içilen kanlar, yenen insan etleri! Yitirilense
her daim toplumsal hafıza ve şuur…
Sağlıcakla.
Jale ALTUNEL
17 Mayıs 2015 Pazar
ikinci seher
kıyısındayız ve ırağında
kıyasıya bir mücadelenin
oysa haritası bellidir hep
aşılmış denizlerin
yalnızlık kilidi olsa da
eski yelkenlimizin,
rüzgar öz evladıdır,
Türk devriminin.
bak, süzülür içdenizimden
işçi gemisi
kanatlanır semalarında şimdi
bir göç sürüsü
döne döne çağlarken
bir alemde yorgun kam,
kan akını var iklimime
Orta Asya'dan.
asi çocukları olduk her daim
kör kütük bir tarihin
uşaklığını etmeyeceğiz asla
o hırslı mirasyedilerin.
benden artık sahiplenir olmuş kimi
kendi öz tarihimi,
nifak sokmuş araya
durduk yerde kimileri.
bağrına gireceksek bir gün
bu toprağın hepberaber
karanlıktan kurtulmak için dostum,
bu ancak bir
ikinci seher...
"ikinci seher"
j.ak
17.Mayıs.2015
kıyasıya bir mücadelenin
oysa haritası bellidir hep
aşılmış denizlerin
yalnızlık kilidi olsa da
eski yelkenlimizin,
rüzgar öz evladıdır,
Türk devriminin.
bak, süzülür içdenizimden
işçi gemisi
kanatlanır semalarında şimdi
bir göç sürüsü
döne döne çağlarken
bir alemde yorgun kam,
kan akını var iklimime
Orta Asya'dan.
asi çocukları olduk her daim
kör kütük bir tarihin
uşaklığını etmeyeceğiz asla
o hırslı mirasyedilerin.
benden artık sahiplenir olmuş kimi
kendi öz tarihimi,
nifak sokmuş araya
durduk yerde kimileri.
bağrına gireceksek bir gün
bu toprağın hepberaber
karanlıktan kurtulmak için dostum,
bu ancak bir
ikinci seher...
"ikinci seher"
j.ak
17.Mayıs.2015
11 Mayıs 2015 Pazartesi
epik ve devrim
değişmeli dostum şekli devrimin
anadili ekonomi sömürü ve işgalin
hayrandık masumluğuna
antik çağ galibiyetlerinin
ve bir kahramanı vardı hep düşlerimizin
oysa ne kadar uyumluyduk
bir zamanlar doğayla
şimdi isimler takıyoruz parktaki ağaçlara
ava gittik şehrin göbeğinde sahte bir ormana
katledildi tam o sırada gerçek!
anadili ekonomi sömürü ve işgalin
hayrandık masumluğuna
antik çağ galibiyetlerinin
ve bir kahramanı vardı hep düşlerimizin
oysa ne kadar uyumluyduk
bir zamanlar doğayla
şimdi isimler takıyoruz parktaki ağaçlara
ava gittik şehrin göbeğinde sahte bir ormana
katledildi tam o sırada gerçek!
“epik ve devrim”
j.ak
7. Mayıs. 2015
j.ak
7. Mayıs. 2015
3 Mayıs 2015 Pazar
zordur canım
Sessizlik yankılanır
uçsuz kanyonundan Mayıs’ların
Gür ve çağlayan
yokluğunda türküler söyler illerimiz
Bilsen canım bir bilsen
ne kadar zenginiz
Sansürlü ihtiyaç
listelerimizle biz!
Şehirlerimiz,
Geçkin akşamların parlak
ışıklarıyla dövülürken
Ve sövülüp öldürülürken kadınlarımız
yok yere
Üstelik karanlık
devinirken masumiyet pervanesinde
İyi niyet hep konuşur
sağır ve dilsiz işaretleriyle
Yankılanır sessizlik
sabırlı seherinden Asya’nın
Zordur canım vebali
buralarda Türk olmanın
Bir canın var elinde
bilirim bir de sazın
Bir de sessizliğin o
uçsuz kanyonunda Mayıs’ların…
“zordur canım”
j.ak
3. Mayıs. 2015
25 Nisan 2015 Cumartesi
karanlıkla sevişirken
son halini almamıştır varılmamış uzun yol
kimlere hizmet eder şimdi o liberal yalancı sol?
güz göçünde kaybolmuş binlerce çalışkan kol,
mal girdabında mahpus, kanatsız ve karam-bol.
göz görmez kulak duymaz kimse hal hatır sormaz
tan karası kalkar işe, uykular küflü ayaz
siyah bir karanlıkla sevişirken avaz avaz
elinden silah tutar, parası vaatlerden az.
kimi koymuş evde kızı, kimi dayamış duvara sazı
hasreti boynuna takmış, öyle gelmiş bazısı
aşk yününden döşek örüp, ısıtırken karısı,
düşünde memleket pilavı ve Hazar’ın karşı kıyısı.
son hali yoktur dostum buna benzer resimlerin
yabancıdan saymayız biz göçmenini Türk ilinin
nasıl kullandıklarını biliriz, kanla beslenenlerin
karşılığı ölüm ve açlık değil, o soğuk şiltelerin.
kimi bacı, kimi ana, kiminin sesi yara
örgüsü var kiminin balkıyan saçlarında
çocuk bakar kimisi kuzusu Türkmenistan’da
kavuşur avaz avaz, düşünde evladıyla!
“karanlıkla
sevişirken”
j.ak
25.
Nisan 2015
Türk coğrafyasından migrant (göçmen işçi) olarak Türkiye'ye gelen ve çok ağır şartlarda çalışıp, karşılığında çok az paraya sömürülen işçileredir...
14 Mart 2015 Cumartesi
ısınmış bir eldir düşüm
bir griye dalarsa sesler
ben orada mi minör halindeyimdir memleketin
güven ki, ne arka koltuktaki emniyet kemeri,
ne hüzmesinde martı çığlıklarıyla bir deniz feneri.
işte o an,
bir sevginin tortusunda
küçücük bir yaşam formu
ve yalnızca gerçek dışı bir aşkın
konforudur içim.
hatta, ısınmış bir eldir düşüm
içinde çapraz ateşlere tutulmuş
gölgesi durur zar-zor ölüşün.
nefret sıkıldı önce,
kurşunu bilmem kaç milimetre
gök eridi sonra üstümüze
derinden bir maviyle.
oysa noktasızdır bilirsin gidişler
ve ev sahibidir yalnızlık,
eşik düzler
en sade haldedir şimdi korkak cesaretler,
geçen yüzyılda kaldı belki de,
bazı güzellikler.
"ısınmış bir eldir düşüm"
j.ak
14 Mart 2015
ben orada mi minör halindeyimdir memleketin
güven ki, ne arka koltuktaki emniyet kemeri,
ne hüzmesinde martı çığlıklarıyla bir deniz feneri.
işte o an,
bir sevginin tortusunda
küçücük bir yaşam formu
ve yalnızca gerçek dışı bir aşkın
konforudur içim.
hatta, ısınmış bir eldir düşüm
içinde çapraz ateşlere tutulmuş
gölgesi durur zar-zor ölüşün.
nefret sıkıldı önce,
kurşunu bilmem kaç milimetre
gök eridi sonra üstümüze
derinden bir maviyle.
oysa noktasızdır bilirsin gidişler
ve ev sahibidir yalnızlık,
eşik düzler
en sade haldedir şimdi korkak cesaretler,
geçen yüzyılda kaldı belki de,
bazı güzellikler.
"ısınmış bir eldir düşüm"
j.ak
14 Mart 2015
1 Mart 2015 Pazar
TARİHİN KENDİSİ BİR BÜYÜK KARŞIDEVRİMDİR (Vuqar İmanov)
Tüm dinlerin temel taşları ölüm öğretileridir.
Ölüm korkusu üzerinde duran öğretileri
kapsar din. İnsanı ölümle korkutarak felç edip, hakimiyetin istediği gibi
biçiyor. Kısaca din, ölüm öğretisidir.
Dine göre “ölüm haktır.”
Tabii ki tüm canlılar gibi insanlar da ölür. Ama bir haldeki insan zaten ölecek, neden diri iken ölümden korkmalıdır? Çünkü dine göre o başka alemde cehenneme düşebilir. Yani burada aslında ince bir nüans var. İnsan sanki ölümün kendisinden değil, ölümden sonraki azaptan korkmalıdır. Malumdur ki bu sadece bir tuzaktır. Çünkü insan bilmediği ve anlamadığı şeyden korkuyor, örneğin çocukluk zamanı karanlıktan… Cehennemi ise ayrıntılarıyla anlatıyorlar, cennetten hiç konuşmuyorum.
Açıkçası cennet cehennemden
daha az korkutucu gelmiyor insanlara böyle bakınca. Demek insan aslında sanki
ölümden sonra ne olacağını bilmediğinden değil, ama ölümden sonraki yeri
olabilecek cehennemden kokmalıdır. Böylece cennet ve cehennem diyalektiği
oluşur. Bu cennet ve cehennem kavramları, yani öbür dünya, bu dünyada bir düzen
oluşturuyor. Kimini cennete hurilerin yanına, kiminiyse cehennemde kır gölünde
yanmaya gönderiyor.
Freud’a göre insan ve insanlık
sublimativ filogenetik ve ontogenetik evrim yolu geçiriyor ve tüm yol boyu onun
içinde Eros’la Tanatos mücadele ediyor.
Eski Yunanlılara göre Eros hayat, Tanatos ise ölüm tanrılarıdır.
İnsan doğduğu andan, hatta yaşamın ilk
zerresi olduğu andan itibaren, ölüme hazırlanıyor… Ölüme hazırlığa yaşam denir… Bu Eros.
TANATOS bu düzeni yıkmaya çalışıyor, onun amacı insanı huzurlu, gerginliği olmayan bir üye durumuna getirmektir ki bu ölümdür.
Eros'un önerdiği yaşam yolu gerginlikten geçiyor. Freud'a göre oidipus kompleksi yani oğlan çocuğunun anneye cinsel eğilimi çocuğun geldiği yoldan geri gitme ve olmayan üye durumuna geri dönme isteğidir. Bu Tanatos.
Kızlarda olan Elektra
kompleksinin bağımsız bir izahı yoktur. bu erkek çocuklarda olan kompleksin
aksi uygulamasıdır, yani Elektra kompleksi oidipus kompleksinden türemedir.
Böylece TANATOS tüm yol boyu insanı olmayan
üye durumuna sevk ediyor. Ama
Eros buna direniyor.
Freud Homoseksüelliğin de Oidip
ve Elektra komplekslerinden türediğini savunur. Oğlanda oidipus kompleksi ters
tezahür ediyor ve oğlan annesini babasından değil, aksine babasını annesinden
kıskanıyor.
Demek Ulu tayfada Ulu babanın cinsel zevki benimsemesinden, onun oğullarının cinsel yaşamdan yoksun olarak düşüncelerini ona karşı birleştirip suikast etmesindən -sublimasiya- (Froyd’a göre genellikle insanlığın gelişiminin esası-cinsel hayattan mahrum etme) ve kadınları kendi aralarında paylaştırmalarından, sonra da bu kardeşler ittifakının, Ulu babanın ölümünü yad etmeyi yasak ettikten ve böylece ilk tabuların kurulmasından bu yana, Tanatos’la Eros savaşır. Hatta Freud'a göre insanın dört ayaktan iki ayağa kalkması da cinsel yaşamda koku duygusunun görüntü duygusuyla karşılaştırılmasından başlar, yani Darwin'in insan ellerinin emek aletlerinden yararlanması için onun iki ayağa kalkması tezini geliştiriyor. Aynı yoldan filogenetik seviyede birey de geçiyor, önce baba yasakları, sonra babaya isyan vb...
Tarih boyunca devrim bir dirilme, canlanma ifadesiydi. Diyalektik yenilenme...
Eski ölür yeni ise onun ölümünden yeşerir!
Bu hep böyleydi, ama her defasında karşıdevrim yine galip geliyordu. Çünkü Gidra gibi her devrimden sonra daha da güçleniyordu. Şimdi karşıdevrim kendisinin en yüksek derecesindedir.
Karşıdevrim; insanlığın, tarihin kendisine dönüşmüştür.
Ve son en büyük kurtuluş, belki ancak Tanatos’un yani ölümün kendisiyle mümkün olabilir. Devrim ölümle mücadelede oluşan hayata galip gelir ve insanlar ölüm korkusundan kurtulur.
Markuze’yə göre Freud psikolojisi sosyal psikolojidir…

Vuqar İmanov
27 Şubat 2015 Cuma
eşitməmiş kimsə
kölgələr gizli əsassız konuşturulan
rəngləri al, divarlarda
rəngləri içtiniz soluğunuzla
sənət səcdəyə indi gördüm
inqilabın cənazə namazında.
bir elm-fantastikanın ortasında itdi,
ana, qardaş, bacı, vətən
kölgələrin əlləri soyuq
könülləri isti-qəbulunluğu bir tutam
pençelerinize bulaşdı o qan
və bir fantastikanın ortasında diksindi
xariciləşdirməyi efektiyle humanist vegan
ağrını görən oldu mu?
bi-rəy görmüşlər qayın kökü sökərkən
Kam ağlamış, eşitməmiş kimsə
şəhərin səs-küyündən.
çarxın dişlileri kanattı kölgələri
ağrını duyan oldu mu?
ağızındakı qanı fırçalar durur yalan
qoxusu heç kaybolmayan.
çarxın dişləri çürük
və şərqindən mırldayan namedir
bir oğru çarıq!
təvəkkül indi;
məğrur çiyinlərində ağrının,
ağır və qırıq dökük...
"eşitməmiş kimsə"
j.ak
27.Şubat.2015
(Çeviri: Vuqar Imanov)
duymamış kimse
gölgeler saklı asılsız konuşturulan
renkleri al, duvarlarda
renkleri içtiniz soluğunuzla
sanat secdeye indi gördüm
devrimin cenaze namazında.
bir bilim-kurgunun ortasında kayboldu,
ana, kardaş, bacı, vatan
gölgelerin elleri soğuk
gönülleri sıcak-algınlığı bir tutam
pençelerinize bulaştı o kan
ve bir kurgunun ortasında irkildi
yabancılaştırma efektiyle hümanist vegan
acıyı gören oldu mu?
bi-rey görmüşler kayın kökü sökerken
Kam ağlamış, duymamış kimse
şehrin gürültüsünden.
çarkın dişlileri kanattı gölgeleri
acıyı duyan oldu mu?
ağzındaki kanı fırçalar durur yalan
kokusu hiç kaybolmayan.
çarkın dişleri çürük
ve şarkında mırldayan namedir
bir hırsız çarık!
tevekkül şimdi;
mağrur omuzlarında acının,
vakur ve kırık dökük…
“duymamış kimse”
j.ak
23 Şubat 2015 Pazartesi
CİĞERİMDE KALDI KÖKÜN
ne güzeldir bizim çocuklarımız
gözleri ışıklı kanlarında çetin külek
yüreğinde vatan aşkı, rengi parıldayan gök!
mavisi bile kıskanır denizin,
mahcupça düzlenerek,
düşmanında yoktur yavrum
sendeki bu koca yürek!
gül yüzlere bezelenmiş masumdur hayalleri
fotoğraflardan bile duyulur o tatlı gülüşleri
öpmeye kıyamazken güne dönmüş yüzlerini
kopardı karanlıklar, ciğerimizde kaldı kökleri!
kıydılar efendiler güzel yavrularımıza
acıttılar milleti, vatan pazarlığında
Süleyman Şah Ulu Türk,
toprağımın kucağında
bırakıldı öylece, itine kopuğuna!
ne güzeldir o çocuklar, Tanrı Dağın uçmağında
kır çiçekleri gibi saf, ana yurdun bucağında
rahmetle yeşerirken şehadetin nuruyla
çiğnemem sizi kuzum seçime giden o yolda!
üstünüze bastılar diktatör efendiler
oyuna hep dahildi şu sözde muhalifler
partiler ve vekiller milletin değildiler
Türk’ü düşman belleyip Türkçe küfür ettiler!
ne güzeldir çocuklarımız, yüzleri Türk’ün yüzü
ne güzeldir onlar ah, seyri Atatürk’ün izi!
bitmez düşmanların kini, koskocadır dertleri,
biri din bezirgânıdır, bölmek ister diğeri!
“ciğerimde kaldı kökün”
j.ak
22.Şubat.2015
14 Şubat 2015 Cumartesi
BİZİ BİZDEN ALIKOYANLAR
“İki lokma bir hırka” islam dininin en güzel öğretilerinden biri bence.
Ama bu söz öbeği birileri para içinde yüzerken diğerlerinin kıta kanaat etmesi anlamına gelmiyor olsa gerek…
Burada kimsenin inancını inançsızlığını ya da vicdanını sorgulayacak değilim. Ola ki son derece mahrem ve boyu aşan bir konu olması yanında saygı gerektirmektedir.
Ancak ne var ki geçen günkü yazımda gayet yozlaştırılmış bir seyirde, toplumun yarısını oluşturan kadın nüfusunun eve kapatılarak atıl hale getirilmesiyle ilgili birkaç satır yazmıştım.
Coğrafi zenginlikleri olan ülkeler potansiyel mazlum ülkelerdir. Sebebi sömürüye açık olmalarıdır. Afrika ve ön Asya dahil orta Asya ve hatta Avustralya açıklarındaki (denizinde petrol olan) ada ülkesinde bile 1950’li yıllardan beri etnik ayrıştırmalar yapılıyorsa varın bu işin büyüklüğünü siz düşünün. Ayrıştırmalar din-mezhep tabanında ya da etnik olarak her yerde karşımıza çıkıyor ve emperyalizmin ulus devletleri parçalayarak emellerine ulaşması yolunda herkese hazırladığı uyguladığı tuzak aynıdır.
Türkiye’de durum bu bakımdan içinden çıkılamaz boyutlara tırmandırılmıştır. Çünkü hem etnik, hem din-mezhep ayrımcılığı coğrafya üzerinde tarihsel öneme sahip.
Sağ ve sol bu ülkede bitti deniliyor. Böyle denme sebebi, sağı ve solu bakış açısı değil ideoloji olarak göstermek ve bu bakış açılarının Türk siyasetinde kimler tarafından nerelere saptırıldığını ört-bas etmektir.
Atatürk’ün ilkelerini bilmeyenimiz yoktur. Ezbere bilir takır takır sayarız değil mi? Ama içerikleri üzerinde durup düşünmek gerek. Halkçılık ve Milliyetçilik birbirinden ayrılmaz iki temel parçadır kanımca. Sol dediğimiz bakış açısı Halkçılıkla, Milliyetçiliği, birbirinden ayırdı. Birbirinden kopardı. Milliyetçiliği sağ bakış açısı gibi gösterdiler. Sağ görüş sermayeden yana olan görüştür. Türkiye’nin bugünkü şartlarında hangi milliyetçi sermayeden yana tavır alabilir bana söyler misiniz? Sermayenin ve halkın olduğu her dönem sağ ve sol olacaktır önce bunu iyice bilmek ve anlamak gerek.
Milliyetçiliğin içine Türk islam sentezi sokularak milliyetçilik deforme edilmiştir. Halkçılığın içine de etnik bölücülük sokularak halkçılık deforme edilmiştir. Bakın memlekette aydınlar katlediliyor. Bahriye Üçok’u, Necip Hablemitoğlu’nu katlederek milliyetçi kanadımız, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’yı katlederek Halkçı kanadımız kırıldı… Uçamaz olduk!.. Bu aydınlar bizim. Hepsi değerli, hepsi önemli şeyler söylediler.
Bize yapılmak istenen açıkça şudur: Sanki halkını düşünen, halkçı olan milliyetçi olamaz, ya da milliyetçi olan, halktan yana tavır alamazmış gibi. Oysa dünya üzerinde hiçbir sol yoktur ki milliyetçi olmasın. Milliyetçilik öncelikle ülke kaynaklarını ve zenginliğini kendi halkının paylaşması demektir. Sömürgecilere, “buyur ben yemiyorum sen ye” demek değil.
Şimdiye bakınca eski milliyetçilerin ”türk islam” sentezi ve (sermayeden yana) sağ görüş tuzaklarından uzaklaşmakta olduklarını, halkçıların da etnikçi siyaset güden tuzaktan uzaklaşarak bu önemli iki grubun birbirleriyle bütünleşmekte olduklarını görüyoruz. Ama sağ ve sol orada duruyor. Yani sermayedar büyük patronlar ve halk…
Atatürk, ilkeleriyle dimdik durmakta. Söylediklerini dosdoğru anlamak bize düşüyor.
Maocu olduk, Stalinist, Leninist, Marksist… Açık pazarlar kuruldu liberal ekonomi modelleri sosyal demokratlık şu bu. Hepsi de ithal malı uygulamalar, düşünce sistemleri. Eh bunlar yapılırken bir de bu memlekette Türkler, yani bizler yaşamıyor muşuz gibi bir hava yaratıldı.
Çünkü bu coğrafyada da, ön Asya’da da, orta Asya’da da emperyalizm için en büyük tehlike Türk unsurudur. Ve dikkat ederseniz kullandıkları yol ve taktik her daim Türk’ü Türk’e kırdırmak olmuştur, hâlâ aynı taktik devam etmektedir. Ve din, elbette ideolojiler üstü bir boyutta ve önemde olduğu için kullanım araçlarından en önemli olanıdır.
Din ekseninde de ideolojide olduğu gibi uçlar yaratılıyor. Ya radikal dindar ya da tam karşıtı ateist olacaksınız… ya nefret duygularıyla beslenmiş bir Türk ya da etnikçi liberal bir sol düşüncede olacaksınız. İşte şu an bütün Türki Cumhuriyetlerde aynı film sahnelenmekte. Üstelik Gök-tengricilik ve Kam yok sayılarak Şamanizm ve Şaman sanki Türk kültüne ait unsurlarmış gibi önemli bir dezenformasyon da yapılarak. Bu dezenformasyon daha çok Türkleri ateizme çekmek isteyen Ruslar tarafından yapılmakta. Bu konuda da ciddi çalışmaları var. Çünkü Göktengricilik ve İslamın örtüşen yanlarının coğrafyadaki Türk çoğunluk tarafından ayrıştırıcı değil, birleştirici bir unsur olduğu, unutturulmak, yozlaştırılmak ve gözlerden kaçırılmak isteniyor. Ki yeni-Avrasyacılığın temelini de bu yönde oluşturmanın peşindeler.
Bir yanda abd ve israil güdümündeki yeni osmanlıcılık, bir yanda rusya güdümündeki yeni avrasyacılık, bir yanda da bizim olan bizden olan ve düşünce sistemi dünya üzerindeki tüm ezilmiş mazlum Türkleri kapsayan Atatürk var yani.
Bizler eleştiriyoruz. Nefret duygularıyla bezenmiş Türkçüleri eleştireceğiz. Tıpkı etnikçi solcuları eleştirdiğimiz gibi. Etnikçi zırvalardan arınmış halkçılarız çünkü ve merhamet duygusu yok edilemeyecek olan Türkleriz. Bu yüzden derdimiz bizi biz olmaktan uzaklaştırmaya çalışanlarla olacak hep.
Sağlıkla…
Jale Altunel
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)