23 Ağustos 2015 Pazar

mezeler dile gelse


yolda kaybettiğimiz yılları aradık
yıllarımızın o parlak karanlığında
birdenbire gençliğimizden ıradık,
ve savunurken memleketi,
memleket nere diye soranlarca karalandık.

kiralandık sonra enikonu mesailere
bir tas çorba için orsadan yelken açtık
kalemlerden zehirli kurşunlar yağıyor
ve torunlar hortluyordu gözler önünde
ve fazla mesailerle bombalar atılıyordu
bütün değerlerimize!

ıralırken özgürlük, bombalar patladı Irak’ta
orda can verirken özgürlük,
rock müzik patlıyordu burada.
Aktifleşmeye yüz tutmuştu en pasif ibneler,
En pasif yeşiller,
En pasif romantik sosyalistler…

Cumhuriyet Meyhanesi’nde  dile gelse mezeler,
yolda kaybettiğimiz yıllardan bahsederler
ve hangi masada kimler sövmüş Türk’e
bir bir söylerler…

ad gününü koymuştu onların
ardından baka kaldık yılların
şimdi adını bile anmam
sonradan olma o ölü ressamın.
ve onu göklere fırlatıp, üzerinden
bize havlayan sözde sanatçıların.

yolda kaybetmiştik yılları
çarpışıyorduk
ekmeğin meydan savaşında
soydaşım can çekişiyordu üstelik 
şarkın şimali kıyısında!
pasif aktivistler ne kadar zarif ve ince
çığlıklar atıyorlar o sıra sokak kedileri ölmesin diye
gördün mü sevgilim o yılları tam şurdan?
duydun mu hain soluklardaki o keskin,
nefret ve kin kokusunu?
İki üç tane yüzleri vardı, hepsini gördün mü?
ve kardeşlik diye pazarlanan kalleşçe ölümü…

kaç set oynanırdı cephede ölüm maçı 
kaç penaltı bir gol sayılırdı boş arsada
beşlikten gol ,kaç sayılırdı borsada
ve meclisin binasında?
hain imamla nikah kıymış, 
ihanet zinasında.

yıllara ve duvarlara çarpıyorduk
ıramış çocukluğumuzu
kanıyorduk her defa, şehadet içiyorduk
ihanet aldı götürdü, bütün değerlerimizi
ve satamadan getirdi, yolda kaybettiklerimizi!..



“mezeler dile gelse”
j.ak
23.Ağustos.2015



21 Ağustos 2015 Cuma

kalan sağlar ve bazen

Yol yalnız yürünmeli bazen
Önünde siyaset bataklığı
Ki,
Batmamalısın bazen.
Burada bulanıktır su
Ne dibi vardır ne ucu
İçinde sancı varmış
İçinde kan uykusu
İçmelisin dimdik bazen.
Kan oluktan taşarmış
Tarih bizi aşarmış
Sakin durmak harammış,
Durabilmelisin bazen.
Kimi zora düşünce
Olanlardan bıkarmış
Saflarını terk edip
Felsefeye koşarmış.
Memleket yangınında
Hiç komik değil ama
Taş basarak bağrına
Gülebilmelisin bazen...

"kalan sağlar ve bazen"
j.ak
11 Ağustos.2013


11 Ağustos 2015 Salı

SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ 5- SAVAŞ!


 Büyük resimde, resmi görmemize engel olmakla görevlendirilmiş, önümüze kanaat önderi kisvesinde konanlarla oldu hep bugüne kadar işimiz. Çünkü önümüze konan bu “kanaat önderleri”nin peşinden atlamadık lapin gibi. Onları kenara itip öyle baktık her daim!

Hey gidi güzel memleketim.
Hey gidi Perinçekler Banu Avarlar…

     Hey gidi heyy! Hey gidi yeni chp. Hani şu 2011’de PM’ne paraşütle inenler.
Hani Habur çadır tiyatrosunda rolü olan Sezgin Tanrıkulu,
Hani şu neo-duyun-u umumiyeci Kemal Derviş’in chp’ye getirilen “kanka”ları…
Hani 2011’de CHP’de bunlar başlamışken 2013’te Gezi’ye kanaat önderliği yaptırılan Sırrı Süreyya Önder ve pkk sempatizanı avanesi.. ve ardından derhal yayına geçen HALK TV…

     İşte bunların tamamı oynanan oyunda, kamuoyu üzerinde oluşturulacak olan “yeni” algıların birer enstrumanıydı iç siyasetteki.

    Ergenekon Balyoz Ayışığı Sarıkız vs.. komplolarda Silivri’ye Hasdal’a alınan “asker”lerin çıktıktan sonra; İşçi Partisi iken bir anda Vatan Partisi olarak adı değiştirilen oluşumun etrafında bal peteğine üşüşmüş arılar misali “üşüşmeleri” ve yıllardır ekmeğini yiyip suyunu içtikleri TSK’yı yani bizim Metehan’dan bu yana binlerce yıllık ordumuzu bir anda tu kaka ilan edercesine açıklamalar yapmalarına da yüreklerimiz dayanmıyor ve canlarımızı acıtıyor bu durum. Ey Silivri mağduru askerler. Nasıl bir tuzağa düşürüldünüz bilmem. Ama ben size inanmıyorum artık… Hele sarfettiğiniz sözler rüzgâr gibi kimlere hizmet ettiği kendinden menkul Perinçek’in yamacından esince, beni hiç bağlamıyor. Bu milleti de bağlamaz bundan emin olun. Ve içimden buna içten içe seviniyor olduğunuzu ummaktayım (nedense).

    Bir dünya savaşı başladı bilmem farkında mısınız? Evet 3. Dünya Paylaşım Savaşıdır Ön Asya’da olup bitenler. Ama artık savaşların şekli değişti. Ekonomik sebepler ortaya seriliyor ve değişen durumlara göre sömürgecilerin beslediği terör gruplarıyla gözlerini diktikleri ülkelerde şiddet-medya-siyaset üçgeninde önce kamuoyunda yarattıkları yarı aydını ele geçiriyorlar. Sonra bizde de gördüğünüz gibi insanlar dut yemiş bülbüle dönüyor ve olanı biteni onların istediği gibi değerlendirmeye başlıyor.. Barışsa barış kardeşlikse kardeşlik. Bir hoşgörü bir hoşgörü sormayın gitsin… Medya sömürgeciler adına büyük bir coşkuyla hangi güzel dileklerden dem vursa (barış, kardeşlik, demokrasi, özgürlük..) uygulanan ve hayata geçen tam tersi oluyor. Öyle ki ellerinde barış pankartları taşıyanların aynı yürüyüşte molotof atması tarzı oksimoronlarla burun buruna kalıyor ve izliyoruz. Bu yalnızca bizde mi böyle peki? Hayır, elbette değil. Dünyanın her yerinde aynı plan işletiliyor ve insanlar afiyetle yiyor… Ben Aziz Nesin satkınının düşündüğü gibi bu milletin aptal olduğunu asla düşünmedim düşünmem. Ben Atatürk gibi düşünmekteyim bizim milletimiz zekidir. Hele etraf ülkelere bakınca bunu net olarak görürsünüz…

    İç siyasetin geldiği son durum oldukça trajiktir. Atatürk’ün kurduğu parti CHP, PKK’nın aklama organına dönüşmüş, HDP “saygı” duyulan bir parti, Çinci Perinçek’in partisine eski askerler akın etmiş, dhkp-c mit ve cemaat elele bir şeyler yapmakta. Buz dağının görünen yüzü deliler ülkesi. Ama bakalım muhalif(!) Perinçek’in Ulusal Kanal’ına ve ondan da muhalif Halk Tv’ye.. tüm bu yaşanan siyasi komedya aşırı normal, aşırı gündelik. Siyasi bir dikenli yoldan geçiliyormuş havaları.  Ve her yanımız doğruymuş da, tek bir günah keçimiz varmış! O da TSK. Evet ordu çok rereröymüş. Dağları taşları bombalıyormuş, ordu bilmiyormuş ne yaptığını, şuymuş buymuş… Çünkü siz çok pîr-u paksınız!..
Bu milletin bağrından çıkmış bir ordudur tukaka edilmeye çabalanan. Ve bağlı bulunduğumuz bir pakt vardır. Buraya kadar olan bilindiktir. Bizler elbette natoya da avrasyacılığa da, çinciliğe de, şuculuğa da, buculuğa da karşıyız. Ama ekonomik gerçekler ve sürüklendiğimiz tablo ortadadır…

    Recep Erdoğan hakkında hem de akp’nin en kuvvetli döneminde kimse gık diyemiyorken Cem Yağcıoğlu 2011 senesinde “bye bye teyyip” diye bir yazı yazmıştı anımsarsınız. Çünkü sürecin o tarihte başladığını görmüştü, görmüştük. Sömürgecilerin kabuk değiştirme zamanıydı. Hemen ardından 2013 Gezi olayları patlak vermişti. Artık akp karşıtı yazma çizme ve konuşma “modası” Halk tv önderliği(!)nde başlamıştı açıktan açığa. Gazı alan çıkıyordu bu cimcime Ulusal’a ve Halk’a bıcır bıcır akp’ye veriştiriyordu. Ona veriştiriyor ama, HDP’yi, Vatan Partisi’ni ve CHP’yi Türk filmlerinin Ayşeciği gibi masum bir ay parçası ilân ediyorlardı canlarım benim! İşte sayın Yağcıoğlu’nun yarı aydın olarak çizdiği muhalifliğinden şüphe duymadığımız profilin beynini yiyenler aslında ta kendileridir… Ama benim beyni yananlardan hâlâ umudum var. (En azından iyi niyetli ve gönlü bu vatandan yana olanlarından!)

    Şimdi dönelim seçim sonuçlarına ve TSK’nın Güney’e ve Kandil’e gidişine… Biliyorsunuz ki Suriye için teskere geçen yıl çıktı. Bir ordunun ülke sınırlarının dışına operasyon yapması için MGK toplanması gerekmiyor muydu? Peki neden TSK bu operasyonu hükümet varken yani teskere çıktığı zaman değil de, seçimler sonrası bir hükümet boşluğu varken yaptı? Milli savunma bakanı kim? Dış işleri bakanı kim? Bunlar nerede? Bu nasıl bir oldu-bittiye getirilmiş operasyondur? Ben tahminimi söylüyorum, bu da tıpkı diğer darbeler gibi Nato destekli bir askeri darbedir. Ancak Sahipler ve Kanaat Önderleri -III adlı yazımda (2013-Haziran) Tüm bunları ön görmüş ve sonunda Türk Ordusu’nun Nato’dan bu yana tarihinde ilk kez Türk Milleti’nden yana tavır alacağından ve bunun bizim 2. Kurtuluş Savaşımız olaacağından bahsetmiştim…

Savaşın nesnel sebepleri ve Azerbaycan (Güney ve Kuzey) üzerine…

    Yeni duyun-u Umumiye de eskisi gibi yatırımlarımızı nerelere yapmamız gerektiği konusunda politekonomik ajanlarını kullandı. Ve GAP bitirilme aşamasına geldi. Öyle ki ufak tefek girişimlerde bulunabilsek yıllardır bu milletin alın teriyle neredeyse ortaya çıkarılmış olan ve dünya nüfusunun bilmemkaçta kaçını beslemeye yetecek olan hububatı yetiştirebileceğimiz Harran’ımıza kavuşacağız. Ama nedir? Buna izin verilmiyor, borçla borç faizi ödüyoruz, duble yollar yapıyoruz onu yapıyoruz bunu yapıyoruz. Yetmiyor, nükleer santral projelerine imzalar atıyoruz. Ee? GAP? Boşver onu diyorlar. Bir yandan da Ceylanpınar dahil,  GAP’ı kapsayan ovamız parçık pinçik İsrail’e satılıyor…

    Güney’de durum buyken kuzeyimiz son derece sevindirici bir gelişmeye gebe… Bu İstanbul-Bakü hızlı tren projesidir. Evet bu proje bizim modern İpek Yolumuzdur. Katar deyip geçmeyin. Bu proje, mallarını deniz ticaretiyle bu yoldan taşıyanların ekonomisine darbe indirmek anlamı taşır ve bu projenin hayata geçmesini istemeyen(!) ülke/ülkeler de kabak gibi açığa çıkar. Bu proje Türk Dünyası’nın birliğini soydaşlığını ve en önemlisi de Dil’ini taşır. İşte Sırrı Sakık önderliğinde kurulmaya çabalanan kantonun hedefi bu katar yolunun geçişini engellemek, buna bir set çekmek amaçlıdır. Ki pkk demiryolu saldırılarına başlamıştır bile. Anımsarsanız geçenlerde doğu Anadolu’da Tebriz’e giden trene eylem yapılmıştı. Tebriz’i de kapsayan ve iran olarak adlanan Güney Azerbaycan’da 35 milyon soydaşımızın yaşadığını söylememe gerek yok burada sanırım. Bölgede hakim popülasyon Türk unsurudur ki ışidle körüklenen mezhep tantanası ve sadece mezhepsel çıkışlarıyla “yedi tugay” adı altında pazarlanan, önceliği Türklük değil mezhep haline getirilen piyonların hangi korkuyla bölgede kaynatıldığı açıklık kazanıyor… Ve PKK artık yüzünü Rusya’ya dönmüştür. İşte tam burada Azerbaycan’ın kürt kökenli İlham Aliyev ile düşürüldüğü ekonomik tuzaktan bahsetmek istiyorum…

    Görünürde 8 milyar dolara mal olduğu söylenen 1. Avrupa Oyunları için 20 milyar dolar harcandığı söyleniyor. Ki bunu gidip gördüm. Rus mason aristokrasisinin Aliyev’i kabul merasimini andıran 1. Avrupa Oyunları, bir rüya gibi geldi ama Azerbaycan’daki soydaşlarımızı delerek geçti. Öngördüğümüz ve daha önce de yazdığımız üzere şu an korkunç boyutlara tırmanan hayat pahalılığıyla ve büyük bir ekonomik çelişkiyle yüzyüze kalmıştır o coğrafya. Oyunlar sonrası Rusya güdümündeki Ermenistan, Azerbaycan’a saldırılarını artırmış, Türkiye’de aynı topraklara talip olan ermeni ve kürdü şimdilik bir balansta tutmayı sağlamışlardır böylece. Ama biz biliyoruz ki O topraklar ne ermeni’ye ne de kürde yâr olacaktır. O topraklar bizimdir ve katar yollarımızı da GAP’ı da kimseye teslim etmeye niyetimiz yoktur.

    İşte tam burada 2015 başlarında NEDEN TSK ve AZERBAYCAN ORDUSU’nun ortak tatbikat yaptıklarını sormadan edemiyor insan!
Avrupa-Rus ittifakı, Amerika Çin ve İsrail… Her birinin besleyip büyüttüğü piyonları…

    Artık savaşlar şahların beslediği piyonlar yani terör örgütleri.. yani şiddet-medya-siyaset üçgeninde gerçekleşiyor. Yani “ikna” ediliyoruz bir şeylere! Sakın ha ikna olmayınız!

    Çünkü biz kazanacağız! 

    Sağlıcakla,

    Jale ALTUNEL



8 Ağustos 2015 Cumartesi

gökyüzü tulpar sürüsü

Ağustos sıcağında vatan uğruna yanıyor birileri!
Ağustos sıcağında plajlarda serinlerken vatan hainleri... 

Çalındı değerlerim
Hırsızlandı türkülerim
ermeninin ağzında zavallı sarı gelin!
Halılarım kilimlerim
Renklerim!!!
Üzülme uçmagdaki şehidim,
Üzülme ninnisi oğrulanmış bebeğim,
Tarih de bizim
Yurt da bizim!
Gökyüzü tulpar sürüsü
Tarihimin ve ordumun,
Ö
lüsü yeter size ölüsü!!!

"gökyüzü tulpar sürüsü"
j.ak
3. Ağustos. 2015



                                                                        "TULPAR"                                          
                                                            Sanatçı: Vüqar İMANOV

17 Temmuz 2015 Cuma

Marmara'nın iyotu

şehrin dilsiz geçitlerinde elimde bavul
sidikli dolmuş duraklarıyla bakıştık İstanbul'un!
Marmara'nın iyotunu da çektim içime,
kalabalığın ter kokusunu da 
sigara bahane.
sonra bir kez daha baktım doğuya fotoğraflardan,
şehir konuşuyor, insanlar susuyordu Bakü'de.
ve burada insanlar bağrışıyor,
şehrimin dili kesiliyor semt semt, sokak sokak.
protez uzuvlarıyla İstanbul,
dönüşüm projeleriyle kan revan...
martıları şu iç denizin,
acısını haykırıyor gibi koskoca şehrin.
ve kolu bacağı kopartılırken geçmişimizin,
doğuyoruz her gün
uyandık sandığımız bir sekiz saatten,
yeni bir unutkanlığa.

"Marmara'nın iyotu"
j.ak
16 Temmuz, 2015



1 Temmuz 2015 Çarşamba

TOPLUMSAL HAFIZA ve ŞUUR

Ön Asya’nın son durağı Türkiye’den  Bakü’ye gelirken bavuluma  bizim memleketin tüm ekonomik ve jeosiyasi sorunlarını o ezbere bildiğimiz tarihsel sıralanışıyla yerleştidim.

İnsan ister istemez benzerlikler ve farklar üzerinden kıyaslamalara giriyor. Elbette Azerbaycan pilavından ortak mutfak kültüründen dem vurup, külekler (rüzgârlar) ve odlar diyarına dair turistik bir yaklaşıma girmeyeceğiz.

Toplu taşıma araçlarındaki insanlara, çevre semtlere ve sokaktaki insanlara baktığımda Azerbaycan’ın neredeyse otuz yıl öncesinin Özal’lı Türkiye’sine dair büyük benzerlikler taşıdığını görüyorum. Biz darbe sonrası 1984 – 1990 arası yıllarda sokakta, televizyon karşısında ve kurumlarda neler yaşadıysak burada aynıları bir başka rüzgârın etkisiyle, aynı amaçlarla ve az farkla yaşanıyor.

Bakkaldan süpermarkete geçiş süreci ve tüketim toplumunun kapitalist ivmedeki vahşi seyri Türkiye’de uzun yıllara yayılmışken burada 2011 Eurovision şarkı yarışması ve şimdi gerçekleşmekte olan Avrupa Oyunlarıyla hızlandırılmış bir süreçte seyrediyor. Bu da insanların yine hızlı bir sürece sıkıştırılmış olan kültür emperyalizmine de maruz kalması anlamı taşıyor ki medya ve özellikle tv.’nin sabah programlarından eğlence programlarına, “haberler”den, bombardıman halindeki reklâmlara, tüm üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi toplumsal hafızadan ve geçmişe dair şuurdan uzaklaştırıyor. Üstelik bu uzaklaştırma, yine geçmişin esintileri kullanılarak “yeni”ye uyarlanmış bir şekilde zerk ediliyor…

İlki Bakü’de düzenlenen Avrupa Oyunlarına, Dünya kupalarına ve olimpiyat oyunlarına baktığımda 2012’de yitirdiğimiz değerli dostum Metin Kurt, nam-ı diğer “çizgi Metin”le yaptığımız söyleşiler ve sporun evrensel değil, tarihsel bir olgu olduğu çıkarımına varmamız geliyor aklıma. Çünkü ilk çağlarda avcı-toplayıcı formunda yaşayan insanın spor yapmaya ne zamanı ne de mecali vardı. Antik çağda ise efendilerin bir tür kendini gösterme, gücünü ıspatlama arenasıydı o eski Yunan olimpiyatları. Ki ödül, kimi romantik tarih kitaplarında anlatıldığı gibi başlarına takılan kuru bir zeytin dalından yapılma taç değil, yüz amfora dolusu zeytinyağıydı. Bu ödülü kazanan efendi, onu vererek şehrin en güzel yerinden bir malikâne satın alabiliyordu. Sonraları efendiler kendileri değil, kölelerini yarıştırarak (gladyatörler) rolleri değiştirdiler. Birçok ülkede spor-iş yasası hayata geçmemiştir ve bu yüzden sporcu ve kulüp başkanı arasındaki ilişki işçi-işveren ilişkisinden çok, efendi-köle ilişkisini andırır. Zirve sporcuları ile oluşturulan özendiricilik birçok amatör sporcunun aynı çarkın içinde işçi haklarına sahip olmaksızın köle gibi yer almasını sağlarken, milyarlarca euro paranın döndüğü bu afyonu andıran dev organizasyonlar liberal sistem çarkının en kuvvetli dişlisi halindedir. Yenidünya düzeninde organizasyonlara baktığımızdaysa bu çağın “efendilerinin” yani günümüz aristokrasisinin bu komitelerde başçı olduklarını görürüz. Yani ilk çağlardan günümüze çok da fazla bir değişiklik yoktur. Spor tarihsel gelişimini sürdürürken spor organizasyonları şimdi de efendilerin gövde gösterisinde bulundukları arenalar olmayı sürdürürken aynı zamanda uluslar arası siyasetin de araçlarından biridir.

Azerbaycan, 1991’de merhum Elçibey’in önderliğindeki devrimle Sovyetler Birliği himayesinden çıkarak bağımsızlığına kavuşmuştu. 24 yıllık genç bağımsızlıkta Rusça, şimdilerde de adeta bir burjuva göstergesi olarak kullanılmakta. Elbette bunda hem bilgi kaynaklı kitapların hâlâ pek çoğunun Rusça olmasının, hem de nostaljik duyguların etkisi var. Ancak soydaş neft ülkesi, yalnızca kuzey etkisiyle değil, güneyde Güney Azerbaycan’a bağlı İran (din) etkisiyle, batıdaysa Türkiye basamağından adım atan liberal rüzgârın etkisiyle tam bir sıkışma yaşamakta. Yani Türkiye’den farklı olarak hiçbir uluslar arası antlaşmaya - pakta bağlı olmayan ve bağımsızmış gibi görünen Azerbaycan, üç taraflı bir kültürel basıncın etkisi altındadır. Avrupa Oyunları konusunda Almanya önderliğinde batı ülkeleri, bu organizasyonun Bakü’de düzenlenmesini Avrupa ülkesi olmaması hasebiyle sert ve keskin bir dille eleştirerek karşı çıktılar. Bu karşı çıkışta yapay tampon ermenistan’ın batıdaki diyasporasını devreye soktuğunu ve bunu yine hamisi Rusya’nın uzaktan kumandasıyla yaptırdığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’nın izlediği politikanın gelmiş olduğu son nokta batı emperyalizminden farklı değildir ve batıda Avrupa, güneyde İran eliyle Azerbaycan’ın kendisine doğru itilmesi konusuna Avrupa Oyunları fırsatı değerlendirilmiştir. Oyunlar öncesi hiçbir batılı ülke konunun ehemmiyetine vurgu yapmazken bir ağabey edasıyla Bakü’yü ve Avrupa Oyunlarını “sahiplenmesi” yanı sıra, Oyunlar’a en fazla sporcuyu yollayarak olsun, altın madalya sıralamasında en çok madalya alan ikinci ülkenin üç misli madalyayı almasıyla olsun, 1. Bakü Avrupa Oyunları’nda akıllarda kalan ülke Rusya olmuştur.

Oyunlara hazırlıkla başlayan bu çetin süreçte alt geçim sınırında yaşayan insanlarla burjuva kesim arasındaki uçurumun büyük bir ekonomik çelişkiyi beraberinde getirdiği açıkça görülmektedir. Oyunlar gerçkekten de açılışından kapanışına değin yüz akıyla ve son derece parlak bir sunumla üstesinden gelinmiş olmasıyla göz doldurdu. Ama? Aması var işte… Çünkü sonrasında, Avrupa’dan uluslararası organizasyon şirketleri aracılığıyla gelen üst düzey beyaz yakalıların alım gücü doğrultusunda bir pazar ekonomisinin oluşması tehlikesi vardır. Esnaf, fiyatları “onların” alım gücü doğrultusunda düzenleyecek ve uçurum daha da büyüyecektir. Tıpkı benzer durumları uzun vadede yaşamış olan Türkiye’de olduğu gibi.

Öte yandan kapitalist sistemin kendi kendini bitirmeye koşulu yarattığı alım gücünden yoksun insan yığınları ne zaman tüketim ekonomisini kriz noktasına getirse, tam da o zaman bölgesel savaşlarla emperyalizmin bu krizi fırsata dönüştürmesi senaryosunu yaşarız. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir misali. Ve sistem insan etine ve kana asla doymak bilmez…

İşte şimdi de aynısı olmaktadır;

Malûm ellerce ermenilerin Azerbaycan tacizi, Putin’in Avrupa Oyunları sırasında Erdoğan’la yaptığı otel görüşmesi – ki muhtemelen Kırım ve Suriye konusunda bir pazarlıktı bu – ve en önemlisi Ön Asya’nın bu karışık atmosferi süre-giderken yine Doğu Türkistanlı soydaşların gündeme getirilmesi. Evet Uygur Türkleri’ne büyük bir tazyik ve yıllardır uygulanan neredeyse soykırım boyutunda bir zulüm vardır. Bunu yadsıyamayız. Ancak ne var ki mağduriyetleri hep böyle kritik dönemlerde gündeme taşınır. Uygur Türkleri, İslami örgütleri besleyenlerin adeta kullanım aracı haline geldi. Türkiye'ye girişine izin verilenler uç dinciler ve cemaatin elinde oyuncak olanlardır. Yine gastarbeyter konusu geliyor burada gündeme. Işid için tımarlı sipahiler gibi asker topluyorlar oradan. Bunu ayırt etmek gerek. Çin’in mağdur ettiği yetmiyormuş gibi cemaat bu mağduriyetten kullanıyor ve kendisine yüzde yüz biyat eden Uygur Türkleri'ni göya “kurtarıyor." Orada ölümü gösterip,  burada sıtmaya razı ediliyor.

İnsanlık hâlâ daha Salazarlar’ın Francolar’ın 3F’si ile devran döndürüyor. Futbol Fiesta ve Fado(kader). Şu duruma uyarlarsak Spor Organizasyonları, Eğlence ve Din… Ve değiştirilen demografik yapılar, içilen kanlar, yenen insan etleri! Yitirilense her daim toplumsal hafıza ve şuur…

Sağlıcakla.
Jale ALTUNEL









17 Mayıs 2015 Pazar

ikinci seher

kıyısındayız ve ırağında
kıyasıya bir mücadelenin
oysa haritası bellidir hep
aşılmış denizlerin
yalnızlık kilidi olsa da
eski yelkenlimizin,
rüzgar öz evladıdır,
Türk devriminin.
bak, süzülür içdenizimden
işçi gemisi
kanatlanır semalarında şimdi
bir göç sürüsü
döne döne çağlarken 
bir alemde yorgun kam,
kan akını var iklimime
Orta Asya'dan.
asi çocukları olduk her daim 
kör kütük bir tarihin
uşaklığını etmeyeceğiz asla
o hırslı mirasyedilerin.
benden artık sahiplenir olmuş kimi
kendi öz tarihimi,
nifak sokmuş araya 
durduk yerde kimileri.
bağrına gireceksek bir gün 
bu toprağın hepberaber
karanlıktan kurtulmak için dostum,
bu ancak bir 
ikinci seher...

"ikinci seher"
j.ak
17.Mayıs.2015








11 Mayıs 2015 Pazartesi

epik ve devrim


değişmeli dostum şekli devrimin
anadili ekonomi sömürü ve işgalin
hayrandık masumluğuna
antik çağ galibiyetlerinin
ve bir kahramanı vardı hep düşlerimizin
oysa ne kadar uyumluyduk
bir zamanlar doğayla
şimdi isimler takıyoruz parktaki ağaçlara
ava gittik şehrin göbeğinde sahte bir ormana
katledildi tam o sırada gerçek!

“epik ve devrim”
j.ak
7. Mayıs. 2015

3 Mayıs 2015 Pazar

zordur canım


Sessizlik yankılanır uçsuz kanyonundan Mayıs’ların
Gür ve çağlayan yokluğunda türküler söyler illerimiz
Bilsen canım bir bilsen ne kadar zenginiz
Sansürlü ihtiyaç listelerimizle biz!
Şehirlerimiz,
Geçkin akşamların parlak ışıklarıyla dövülürken
Ve sövülüp öldürülürken kadınlarımız yok yere
Üstelik karanlık devinirken masumiyet pervanesinde
İyi niyet hep konuşur sağır ve dilsiz işaretleriyle
Yankılanır sessizlik sabırlı seherinden Asya’nın
Zordur canım vebali buralarda Türk olmanın
Bir canın var elinde bilirim bir de sazın
Bir de sessizliğin o uçsuz kanyonunda Mayıs’ların…

“zordur canım”
j.ak
3. Mayıs. 2015



25 Nisan 2015 Cumartesi

karanlıkla sevişirken




son halini almamıştır varılmamış uzun yol
kimlere hizmet eder şimdi o liberal yalancı sol?
güz göçünde kaybolmuş  binlerce çalışkan kol,
mal girdabında mahpus, kanatsız ve karam-bol.

göz görmez kulak duymaz kimse hal hatır sormaz
tan karası kalkar işe, uykular küflü ayaz
siyah bir karanlıkla sevişirken avaz avaz
elinden silah tutar, parası vaatlerden az.

kimi koymuş evde kızı, kimi dayamış duvara sazı
hasreti  boynuna takmış,  öyle gelmiş bazısı
aşk yününden döşek örüp,  ısıtırken karısı,
düşünde memleket pilavı ve Hazar’ın karşı kıyısı.

son hali yoktur dostum buna benzer  resimlerin
yabancıdan saymayız biz göçmenini Türk ilinin
nasıl kullandıklarını biliriz, kanla beslenenlerin
karşılığı ölüm ve açlık değil, o soğuk şiltelerin.

kimi bacı, kimi ana, kiminin sesi yara 
örgüsü var kiminin balkıyan saçlarında
çocuk bakar kimisi kuzusu Türkmenistan’da
kavuşur  avaz avaz, düşünde evladıyla!

“karanlıkla sevişirken”
j.ak
25. Nisan 2015

Türk coğrafyasından migrant (göçmen işçi) olarak Türkiye'ye gelen ve çok ağır şartlarda çalışıp, karşılığında çok az paraya sömürülen işçileredir...


14 Mart 2015 Cumartesi

ısınmış bir eldir düşüm

bir griye dalarsa sesler
ben orada mi minör halindeyimdir memleketin
güven ki, ne arka koltuktaki emniyet kemeri,
ne hüzmesinde martı çığlıklarıyla bir deniz feneri.

işte o an, 
bir sevginin tortusunda
küçücük bir yaşam formu
ve yalnızca gerçek dışı bir aşkın 
konforudur içim.
hatta, ısınmış bir eldir düşüm 
içinde çapraz ateşlere tutulmuş
gölgesi durur zar-zor ölüşün.

nefret sıkıldı önce,
kurşunu bilmem kaç milimetre
gök eridi sonra üstümüze 
derinden bir maviyle.

oysa noktasızdır bilirsin gidişler
ve ev sahibidir yalnızlık, 
eşik düzler
en sade haldedir şimdi korkak cesaretler,
geçen yüzyılda kaldı belki de, 
bazı güzellikler.

"ısınmış bir eldir düşüm"

j.ak
14 Mart 2015











1 Mart 2015 Pazar

TARİHİN KENDİSİ BİR BÜYÜK KARŞIDEVRİMDİR (Vuqar İmanov)

           
              Tüm dinlerin temel taşları ölüm öğretileridir.

         Ölüm korkusu üzerinde duran öğretileri kapsar din. İnsanı ölümle korkutarak felç edip, hakimiyetin istediği gibi biçiyor. Kısaca din, ölüm öğretisidir.

            Dine göre “ölüm haktır.”

          Tabii ki tüm canlılar gibi insanlar da ölür. Ama bir haldeki insan zaten ölecek, neden diri iken ölümden korkmalıdır? Çünkü dine göre o başka alemde cehenneme düşebilir. Yani burada aslında ince bir nüans var. İnsan sanki ölümün kendisinden değil, ölümden sonraki azaptan korkmalıdır. Malumdur ki bu sadece bir tuzaktır. Çünkü insan bilmediği ve anlamadığı şeyden korkuyor, örneğin çocukluk zamanı karanlıktan… Cehennemi ise ayrıntılarıyla anlatıyorlar, cennetten hiç konuşmuyorum.

          Açıkçası cennet cehennemden daha az korkutucu gelmiyor insanlara böyle bakınca. Demek insan aslında sanki ölümden sonra ne olacağını bilmediğinden değil, ama ölümden sonraki yeri olabilecek cehennemden kokmalıdır. Böylece cennet ve cehennem diyalektiği oluşur. Bu cennet ve cehennem kavramları, yani öbür dünya, bu dünyada bir düzen oluşturuyor. Kimini cennete hurilerin yanına, kiminiyse cehennemde kır gölünde yanmaya gönderiyor.

          Freud’a göre insan ve insanlık sublimativ filogenetik ve ontogenetik evrim yolu geçiriyor ve tüm yol boyu onun içinde Eros’la Tanatos mücadele ediyor.


                                  Eski Yunanlılara göre Eros hayat, Tanatos ise ölüm tanrılarıdır.


          İnsan doğduğu andan, hatta yaşamın ilk zerresi olduğu andan itibaren, ölüme hazırlanıyor… Ölüme hazırlığa yaşam denir… Bu Eros.

          TANATOS bu düzeni yıkmaya çalışıyor, onun amacı insanı huzurlu, gerginliği olmayan bir üye durumuna getirmektir ki bu ölümdür.

          Eros'un önerdiği yaşam yolu gerginlikten geçiyor. Freud'a göre oidipus kompleksi yani oğlan çocuğunun anneye cinsel eğilimi çocuğun geldiği yoldan geri gitme ve olmayan üye durumuna geri dönme isteğidir. Bu Tanatos.

          Kızlarda olan Elektra kompleksinin bağımsız bir izahı yoktur. bu erkek çocuklarda olan kompleksin aksi uygulamasıdır, yani Elektra kompleksi oidipus kompleksinden türemedir. Böylece TANATOS tüm yol boyu insanı olmayan üye durumuna sevk ediyor. Ama Eros buna direniyor.

          Freud Homoseksüelliğin de Oidip ve Elektra komplekslerinden türediğini savunur. Oğlanda oidipus kompleksi ters tezahür ediyor ve oğlan annesini babasından değil, aksine babasını annesinden kıskanıyor.



          Demek Ulu tayfada Ulu babanın cinsel zevki benimsemesinden, onun oğullarının cinsel yaşamdan yoksun olarak düşüncelerini ona karşı birleştirip suikast etmesindən -sublimasiya- (Froyd’a göre genellikle insanlığın gelişiminin esası-cinsel hayattan mahrum etme) ve kadınları kendi aralarında paylaştırmalarından, sonra da bu kardeşler ittifakının, Ulu babanın ölümünü yad etmeyi yasak ettikten ve böylece ilk tabuların kurulmasından bu yana, Tanatos’la Eros savaşır. Hatta Freud'a göre insanın dört ayaktan iki ayağa kalkması da cinsel yaşamda koku duygusunun görüntü duygusuyla karşılaştırılmasından başlar, yani Darwin'in insan ellerinin emek aletlerinden yararlanması için onun iki ayağa kalkması tezini geliştiriyor. Aynı yoldan filogenetik seviyede birey de geçiyor, önce baba yasakları, sonra babaya isyan vb...

                 Tarih boyunca devrim bir dirilme, canlanma ifadesiydi. Diyalektik yenilenme... 

                  Eski ölür yeni ise onun ölümünden yeşerir!
 

       Bu hep böyleydi, ama her defasında karşıdevrim yine galip geliyordu. Çünkü Gidra gibi her devrimden sonra daha da güçleniyordu. Şimdi karşıdevrim kendisinin en yüksek derecesindedir.    
               
               Karşıdevrim; insanlığın, tarihin kendisine dönüşmüştür. 

             Ve son en büyük kurtuluş, belki ancak Tanatos’un yani ölümün kendisiyle mümkün olabilir. Devrim ölümle mücadelede oluşan hayata galip gelir ve insanlar ölüm korkusundan kurtulur.

                                                Markuze’yə göre Freud psikolojisi sosyal psikolojidir…                                                                                                                         
                                           
         


                                                                                                                                                   Vuqar İmanov
       



27 Şubat 2015 Cuma

eşitməmiş kimsə



kölgələr gizli əsassız konuşturulan
rəngləri al, divarlarda
rəngləri içtiniz soluğunuzla
sənət səcdəyə indi gördüm
inqilabın cənazə namazında.


bir elm-fantastikanın ortasında itdi,
ana, qardaş, bacı, vətən
kölgələrin əlləri soyuq
könülləri isti-qəbulunluğu bir tutam
pençelerinize bulaşdı o qan
və bir fantastikanın ortasında diksindi
xariciləşdirməyi efektiyle humanist vegan


ağrını görən oldu mu?
bi-rəy görmüşlər qayın kökü sökərkən
Kam ağlamış, eşitməmiş kimsə
şəhərin səs-küyündən.


çarxın dişlileri kanattı kölgələri
ağrını duyan oldu mu?
ağızındakı qanı fırçalar durur yalan
qoxusu heç kaybolmayan.


çarxın dişləri çürük
və şərqindən mırldayan namedir
bir oğru çarıq!
təvəkkül indi;
məğrur çiyinlərində ağrının,
ağır və qırıq dökük...


"eşitməmiş kimsə"
j.ak
27.Şubat.2015


(Çeviri: Vuqar Imanov)



duymamış kimse

gölgeler saklı asılsız konuşturulan
renkleri al, duvarlarda
renkleri içtiniz soluğunuzla
sanat secdeye indi gördüm
devrimin cenaze namazında.

bir bilim-kurgunun ortasında kayboldu,
ana, kardaş, bacı, vatan
gölgelerin elleri soğuk
gönülleri sıcak-algınlığı bir tutam
pençelerinize bulaştı o kan
ve bir kurgunun ortasında irkildi
yabancılaştırma efektiyle hümanist vegan

acıyı gören oldu mu?
bi-rey görmüşler kayın kökü sökerken
Kam ağlamış, duymamış kimse
şehrin gürültüsünden.

çarkın dişlileri kanattı gölgeleri
acıyı duyan oldu mu?
ağzındaki kanı fırçalar durur yalan
kokusu hiç kaybolmayan.
çarkın dişleri çürük
ve şarkında mırldayan namedir
bir  hırsız çarık!
tevekkül şimdi;
mağrur omuzlarında acının,
vakur ve kırık dökük…

“duymamış kimse”
j.ak

27.Şubat.2015