5 Haziran 2020 Cuma

aşk şiiri

aşk başka bir diliminde
yirmi dört saatlerin
doksan dokuzdan beri
müridiyim oysa ben gecelerin.
bu ara devrim maskesi giydi
uzak batıda tüm sokaklar
örgütsüz ve zamansız kaldı
doğuda bulaşıcı hastalıklar.

bin aşık yılı uzağındayken şehrin
evreni eve sığdırmak oldu adı
yaşam mücadelesinin
nefes alamıyorum pankartlarını indirin
müsebbibi olacaksınız yoksa
nefes vergisinin.

artık aşk başka diliminde yaşıyor
yirmi dört saatlerin
ve komikliklerine gülüyor hergün
güzel kimliksizlerin
son perdesi oynanırken
bu ölmüş gezegenin
ay tozuyum ben hâlâ
gecelerimin.

anlamayan sevgiliye
şiir yazmak gibidir devrim
ne mevsimdir ne de ilkim
başka türlü davranıyorsa yoksula
köpürttüğün covit'in
"bugün 14 Temmuz,
kayda değer bir şey yok" dersin.

"aşk şiiri"
j.ak
5 Haziran 2020


















3 Mayıs 2020 Pazar

yeni dünya

yakın olma mazoşizmine
red cevabı verdi dertlerin,
dün gece itibarıyla
şu fukara beynim.
çünkü dostum nasıl olsa
taşeron bir film setinin
tahrif edilmiş tarih sahnesinin
hep en kötü
ve en kara karakteriyim.
iç mekân dekoru,
yemyeşil bir koru
malum ilâç endüstrisinin.
korku artık bilimsel
şu vahşi pozitivistten.
yeni dinimiz bu olsun sevgilim
der gibi baktık o an
yıkanmış doğada yunusların
Marmara’daki dansına
ve yeni dünya,
bir meyve adıydı aslında.
“yeni dünya”
j.ak
3. Mayıs. 2020

26 Mart 2020 Perşembe

corona

bir tâcın çığlığını duydu
tüm dünya
durun!
tam da bittiği yerde umudun,
en açık, en mavi ve en yeşil
yerlerindeyiz huzurun.

hey gidi benim batılı
kadim dostum,
sen zaten çok zaman önce
boğulmuştun.
çıkardığın savaşlarda
öldürdüğün çocukların kanında,
köle ettiğin mültecinin etinde,
mahvettiğin doğanın dalında.

bizler, öksüz ve yetim Doğu'da,
en açık, en mavi ve en yeşil
yerlerindeyiz huzurun.
çünkü biz sebep olmadık tüm bunlara
kapandık evlerimize
rahat vicdanlarımızla,
izliyoruz teşviş ve paniğinizi,
yağmalayışınızı o gösterişli marketlerinizi.

izliyoruz kadim dostum,
sözde moral eğlencelerinizi
mezarlıktan geçerken
korkmamak için şarkı söyleyen
bir çocuğa benziyorsunuz.
yine de halinize üzülüyoruz
ki insanlık gereği.
ve biz sükut içinde bir tebessümle,
en açık, en mavi ve en yeşil
yerlerindeyiz huzurun.

şimdi batılı kadim dostum,
cebinde paran ve geçkin yaşın,
gidemiyorsun küçücük kızlarına
Uzakdoğu'nun
ve genç delikanlısına Afrika'nın
bilemedim sen misin şimdi
o karantinadaki vahşi mazlum?

"corona"
j.ak
25.Mart.2020

20 Kasım 2019 Çarşamba

ŞİFAHİ

popüler değilken henüz dava
mektuplar yazıyorduk biz
Murtəza'ya.
çocuklar başka bayrakla gelirken
konsolosluğa,
tekti elimizde bayrağımız,
üç renk.
ve savurduk İran'ın bahçesine
birkaç boklu fırça...
hey gidi dava,
vaktiyle koskoca memleketi
almıştık uğrunda, karşımıza.
şimdi iki çift söz söylesek,
"rezalet!.." diyorlar, rezalet!
yazdığımız onca yazı,
şiir, mesai, emek,
boşmuş demek.
pek çok sözümüz varken daha diyecek,
toprak attılar mezarına
üç beş kürek.
"ŞİFAHİ"
j.ak
20.Kasım.2019

23 Ekim 2019 Çarşamba

Seyyah

gezginin usundadır sevdikleri,
yola giderken.
yüzdeki dem, saçtaki ak
adlar, odlar, tatlar, sesler
ezberindedir öylece.

yolda topladıklarını 
katmaz döndüğünde 
tüm bunların üstüne.
hafızıdır çünkü evin yurdun 
eşin dostun,
muhabbet kokusunun.

gidip dönmemek değil 
dönüp bulmamakmış canım
en ağır şikeste
Murat toprağa karışmış!

tozu güze, odu köze, 
güzü kışa, dostu ele,
karışmış bulur seyyah
bazen döndüğünde.
ve bakakalır
cebinde getirdiği türkülere...

"seyyah"
j.ak
23. Ekim.2015













14 Ekim 2019 Pazartesi

YOL

ağlayacak bir omuz yoktu
avuçlarıma ağladım
kendi zehirleriyle besleniyordu
o sıra etraftakiler.
kendimize söylediğimiz yalanları
sürdüm acıyan yerlerime,
iyileşmedi bir türlü yaram.

arapça sözcükler iyi ki var:
ey medet!
anlamıyorlar nasıl olsa dedi içinden
hazret.

sohbet, birilerini dışlamaktı
hatta dışlamayanı da dışlamak.
neyleyim, ölüydü artık surat
kendime söylediğim yalanları sürdüm ben de
acıyan yerlerime.

mevsim en olgun halinde
ve rüzgârına girmişiz
koca bir karanlığın
loş bir boşvermişlikti artık yol
ki,
faşist olmakla suçlandık...

"yol"
j.ak
14 Ekim.2019
















15 Eylül 2019 Pazar

GERÇEK BİR TÜRK SOLU MUU?! NEEE?!

Gerçek Türk solu mu değil mi? Bu da mı Türk Solu değil? Ulan bu da mı gol değil be?

Karşınızda soldan soldan atanlara tek bir konudan bahsetmelisiniz.

O da hiç kuşkusuz, bariz bir biçimde kendini gösteren TÜRKİSTANLI GÖÇMEN İŞÇİLER meselesidir...
Bundan bahsettiğinizde baktınız ki kutsal su atılmış iblis gibi kaçıp büzüldü, ha o zaman biliniz ki o sol, sol değildir.
İşte bu Türkistanlı göçmen meselesi tam bir Türk Solu turnuSOLudur.

Başkalarının haklarını savunmak en meşakkatli en zor ve en riskli iştir. Adama demezler mi "sana n'oluyor" diye? Eh derler ara sıra. Çünkü haklarını savunmaya çabaladığınız bu yoksul ve çaresiz yığınlarda sınıf bilinci yoktur. Çünkü cahildir ekseriyetle ve yeni dünya düzeninin ona dayattığı bir moda olan KÖŞE DÖNMECİLİK, sarmış ısıtmıştır soğuk şiltesinde kurduğu hayallerini... Kimi cevvalce bedenini çürüterek, kimi de daha kolay bir yol sandığı dinci bir cemaatin götüne takılarak o sıcak hayale ulaşabileceği düşüyle tüketir ömrünü.

Bir de bakarsınız ki SOL'u gerçek sahiplenmesi gereken sınıf değil, burjuva hayatı yaşayan ve nispeten eğitimli insanlar savunuyor. Ama tabii ki kendi sınıfsal gerçeğine uygun düşen bölüme kadar bir savunmadır bu. Yani BURDAN BURAYA KADAR bir savunma. Ötesi ise kendi sınıf çıkarlarına aykırı olduğu için, ordan ötesi tamamen kulağının üzerine yatmak, duymamak görmemek şeklinde tezahür ediyor.

Ondan sonra başlıyor şöyle konuşmalar:
"Ama Azeriler de çok tembel"
"Eeh ben mi uğraşacağım bunlarla"
"Gitsinler kendi ülkelerinde çalışsınlar"
"Onlar fahişelik yapıyor"
"Onlar hırsızlık yapıyor" vs.vs.vs...


Bu lafları ede ede göçmen soydaşların ucuz emeklerini sömürmeye devam eden nice SOLCULAR nice TÜRKÇÜLER tanıyorum. Hey gidi hey.

Uğraştığım konu öylesine zor ki, hem işçi hakları diyorum, hem kayıt dışı göçmenler falan diyorum, hem Türk soydaşlarım diyorum. Uuu aman diyeyim aman! Neler diyorum öyle ben? Hepinizin bir haftasonu keyfi vardı, onu da kaçırdım şimdi görüyor musunuz? 

Ama ben bunları beş yıldır diyorum ve demeye de devam edeceğim. Birileri sesimi duyana kadar diyeceğim dostlarım.

jale ALTUNEL
14 Eylül 2019

TÜRK SOLU VE TÜRKİSTANLI GÖÇMEN İŞÇİLER


1980 darbe sonrası Türkiye’de devlet kapitalizminden liberal kapitalizme geçiş süreci yaşandı. 1990’larda ise Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası işsiz ve çaresiz kalan insanlar, çareyi kitleler halinde talep doğrultusunda başka ülkelere göçmen işçi olarak akın etmekte bulmuşlardı. Türkiye’ye önceleri bavul ticaretiyle başlayan bu akın, sonra yerini yerleşik ucuz emek gücüne bırakmış ve her geçen yıl, katlanarak artmıştır. Çünkü liberal ekonomik modele artık tamamen geçiş yapmış olan Türkiye’de, kayıt dışı yedek işçi ordusu, burjuvanın da kabaran iştahıyla iyice talep olunan ekonomik bir gerçeklik haline gelmiştir.

Orta Asya ve Azerbaycan’dan (Türkistan’dan) da Türkiye’ye aynı akın yaşandı. Ancak uzun zaman Sovyet Rusya’nın yarı sömürgesine maruz kalmış olan soydaşlarımız, istisnalar dışında, çoğunlukla kalifiye değildiler ve Türkiye’de zaten var olan vasıfsız işçi ordusuyla aynı kaderi paylaşmak durumunda kaldılar. 

Liberallerin sıkça söylediği şudur: “Sovyet Rusya’nın baskısına rağmen, Türkistan’daki soydaşlarımız Müslümanlıklarını koruyup yaşatabildiler.” Aslında ise, tam da o baskının ve sömürünün sonucu olarak Türk Cumhuriyetleri geriye bırakılmış ve Fetullah Gülen cemaatinin, kolay avı haline getirilmiştir. Cemaat sanayi proletaryası içine sızamazdı. Sızdığı yerler ekseriyetle kırsal kesimdi ve oradan gelenler önce bavul ticaretiyle meşgul oldular. Yerleşik gelen göçmenlerse, buraya geldiklerinde kolayca bu ve benzeri cemaatlerin ağına düştüler. Dağılma sonrası yaşanan bu hızlı dincileşme karşısında, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’nde laiklik adı altında çıkış yapan liderler, otoriter rejimleri için en kolay bahaneyi, işte böyle bulmuş oldular. Sovyet dönemi yönetim şeklinden çok da farklı olmayan bu iktidarların faaliyeti sonucunda Türkiye’ye akın artmıştır. Ancak, Türkistan’daki yağmurdan kaçanlar, Türkiye’de doluya tutuldular. Her ne kadar Türkiye onlar için ikinci vatan olsa da, vatandaşlık haklarından ve işçi haklarından yoksun olmak, üstelik kayıt dışı bir hayat yaşamak kolay bir iş değildir.

Çoğu zaman turist gibi Türkiye’ye giriş yapan ve çalışma izni olmadan mevsimlik çalışan, sınıf bilincinden uzak bu insanların biricik emeli biraz para biriktirip, bavul ticaretine başlamak, ya da kendi memleketlerinde bir işletme açmaktır ki buna çok az bir kısmı nail olabilir. Büyük çoğunluğu ise memlekette kalan ailelerine aydan aya (o da her ay değil) para yollamakla ömür tüketir.

Ucuz emeği kayıt dışı sömüren sağ burjuvazi de, yalancı sol da, Türkistanlı göçmen işçileri göz ardı etmiş durumdadır. Onların haksızlıklara maruz kalmaları birincilerin de ikincilerin de umurlarında değildir. Oysa Türkiye ekonomisine artı değer katan ve Türk Birliği’nin doğal unsurları olan bu işçi ordusunun gerçek Türk Solu tarafından örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Türk Birliği derken, Türkiye ve Orta Asya’nın ortak ekonomik ilişkileri ve ortak piyasasından bahsediyoruz. Çünkü zannımızca bir milletin birliği için ortak dil ve medeniyetten ziyade, ortak piyasa önemlidir. Örneğin, Türkistanlı bir işçi Türkiye’de bir ürün üretiyor, o ürün kendi memleketine ihraç olunuyor, Türkiye’de kazandığı parayı ailesine yolluyor ve ailesi de markete girip o ürünü satın alıyor, gibi. İşte bu ortak piyasa demektir. Bu durumda Türk Birliği, sınıf bilincini kavramış göçmen işçilerin vasfı olabilir. Türkistanlı göçmen işçilerin Türkiye’deki örgütlü mücadelesi aynı zamanda, kendi memleketlerine demokratik mücadele tecrübesinin de taşınmasını sağlayacaktır.

Jale Altunel Vüqar İmanov  



18 Haziran 2019 Salı

SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ 8: MÜLTECİLER – GÖÇMENLER



Liberal kapitalizme geçiş sürecini (12 Eylül 1980) darbe sonrası başlayarak, Sovyetlerin dağılma sürecini takip eden dönemden beri yaşamaktayız. Bu zaman zarfında küçük esnafın ve burjuvanın, vahşi kurtlar sofrasında rekabet edebilmesini koşullandıran en önemli unsur kayıt dışı ucuz iş gücüydü ve hâlâ daha da öyle. Türkiye’ye gelen bu yedek iş gücü ordusuna baktığımızda, çoğunluk sırasıyla Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Azerbaycan göze çarpan Türk Cumhuriyetleri’ndendir. Burada gelenlerin çoğunluğunu belirleyen en önemli ölçüt, Türkiye’de kazandıkları paranın dolar olarak karşılığının kendi ülkelerindeki kullanım değeridir. Şöyle kalıplar kullanılır oldu meselâ son zamanlarda: “Özbekler çok çalışkan, ama Azeriler tembel.” İşin gerçeği şudur ki, ne Özbekler o kadar çalışkandır, ne de Azerbaycanlılar öyle tembel. Sadece 100 dolar gibi bir meblağın Azerbaycan’daki satın alma gücüyle Özbekistan’daki satın alma gücü farklıdır. Diyelim ki Türkiye’den Özbekistan’a ailesine ayda 100 dolar yollayan bir Özbek işçinin beş kişilik ailesi, gayet refah içinde geçinebilirken, aynı 100 doları ailesine gönderen bir Azerbaycanlının beş kişilik ailesi pek de geçinemez.

Göçmen işçi konusunda bilmemiz ve anlamamız gereken çok daha önemli bir husus şudur ki, göçmen işçi bir ülkeye asla kendi seçimiyle veya başına buyruk, keyfi olarak gidemez. Çalışacağı ülkenin koşullarıdır bunu belirleyen. Biraz daha açalım, çalışacağı ülkenin liberal kapitalizmi yaşıyor olması ve onu çalıştıracak olan burjuva patronlarının, sermayesini koruyabilmek ve daha fazla kazanabilmek için, ucuz emeğe duyduğu iştahlı ihtiyaçtır. Hâl böyleyken de, “Bizim kendi vatandaşımız zaten işsiz, gelmesinler, kendi ülkelerine gitsinler.” türünde yaklaşımlar, onları köle emeğiyle çalıştıran uyanık burjuvanın pek de umurunda değildir yani. Zira günde 14-15 saat, çoğu zaman izin günü olmaksızın, asgari ücretle ve en önemlisi de sigortasız bir şekilde çalışmaya hiçbir yerli işçi yanaşmaz.

Göçmen işçi konusundaki kısa özetten sonra mülteci konusuna geçelim şimdi. Mülteci; ülkesinde savaş, doğal afet gibi felâketler sonucu can güvenliğini emniyete almak üzere, ya da siyasi sığınmacı olarak yine can güvenliğini emniyete almak üzere gelenlere denir. Sığınmacıdır yani bu gruptaki insanlar. Ana amaçları işçilik etmek, çalışmak değildir.  Ancak ne var ki sığınmacı olarak gelenler onlar için ayrılan fonlarla “geçinemedikleri” zaman, çalışırlar. Ama mültecilerin tümü kayıt altındadır. Onlar için kayıt dışılık söz konusu değildir. Yani uyanık bir burjuva patronu, bir mülteciyi sigortasız çalıştırırsa başı belâya girebilir.

Bu anımsatmadan sonra Türk Soylu Göçmen İşçiler ve Suriyeli Mülteciler ayrımının altını kalın bir çizgiyle çizelim ve artık bu iki farklı konuyu birbirinden ayırabilelim. Çünkü siyasilerin ve bazı uyanıkların, mültecileri bize göçmen işçi gibi pazarlamalarının altında kasıt vardır. Bu asla bir dil sürçmesi falan değildir. Bu durum Türk Soylu Göçmen İşçilerden rol çalmaktır. Mültecileri sığınmacıları siyasi malzeme olarak kullanacak olanların ucuz politikalarıdır. Ola ki Suriyeli sığınmacıların bir kısmı orta ve küçük burjuvadır ve burada da kendi sermayeleriyle dükkânlarını açmışlar ve üstelik vergisiz algısız haksız bir rekabetle işlerini yürütmektedirler. Büyük bir kısmı çalışmaksızın sadece devletin verdiği yardım paralarını alarak, yaşadıkları şehirlerin sahipliğine soyunmuş durumdadır. Nargilelerini tüttürmek, plajda kadın-kız taciz etmek, adım başı mangal keyfi yapmak ve  “daha fazlasını” istemek, kısaca arpası fazla gelip azmak başlıca özellikleri olmuştur. Suriyeli mülteciler arasında bir azınlık olarak çalışanlar da vardır. Pamukta fındıkta yani tarla bağ bahçe işlerinde olduklarını biliyoruz. Ama dediğimiz gibi bu gruptakiler azınlıktadır. Suriyeli Mülteciler, homojen bir yapıya sahip değillerdir.





Şimdi birileri gelip gün içinde uzun saatler çalıştıkları için, dolaşımda hiç görmediğimiz Türk Soylu Göçmen İşçilerle, Suriyeli Mültecileri aynı kefeye koyuyorsa ya kasti bir terbiyesizliğin peşindedir, ya da göz göre göre bizleri aptal yerine koyuyordur.



Son haftalarda mültecilere ısrarla göçmen işçi denilmesinin altında yatan ekonomik gerçeklik şudur ki, kayıt dışılıktan kayıtlılığa geçiliyormuş gibi yapıp, (devlet kapitalizmine geçiliyormuş gibi yapıp), Orta Asya’dan gelen gerçek göçmen işçileri tamamen kayıt dışına itmek, yani liberal kapitalizmi sürdürmektir. Siyasi gerçeklik ise Suriye’den gelenlerin çoğunun Ermeni ve Kürtlerden oluşuyor olmaları ve yeni Amerikan projesi olan “şehir devlet” sürecinde bu kayıtlı mültecilerin belediyelerde istihdam edilmelerini sağlayarak Türkiye’nin parçalanma sürecini hızlandırmaktır.

Ancak bu işler o kadar kolay değil. Biz bu oyunu görüyoruz ve bozacağız!

JALE ALTUNEL
18 Haziran 2019


           

caz öze döndü dedi Veysel

caz özüne döndü
kayıtlı olanlar,
kayda değer işyerlerinin
şiddet görmemiş parkelerine
kayıt dışı olanları gömdüler
şiddetle.

meyvesi toplanmamış ağaçlar gibi ağırdı
mühimmatları askerlerin
mitraist mühimmatlara daldı uyku
caz öze döndü.

savaş ve duman
daha ağırdır
her zaman
bir askerin
taşıdıklarından.

"caz öze döndü dedi Veysel"
j.ak
18. Haziran. 2019





7 Mayıs 2019 Salı

ne zor

Ne zor iki ateş arasında kalmak.
Ne zor birilerinin kanadı altına sığınmak zorunda kalmak.
Seçeneksizlik ne zor.
Yalanları çırılçıplak görmek, ama yine de dinler gibi yapmak ne zor.
Büyük kitlelerin "büyük" inançları karşısında çırpınmak ve kanatları yolunmak ne zor.
Uçamamak ve mıhlanıp kalmak ve sadece seyretmek zorunda kalmak ne zor.
Son'u görmek ne zor...
"ne zor"
j.ak
7 Mayıs. 2019

3 Mayıs 2019 Cuma

SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ 7 -- KALIPLAR VE KOSTÜMLER



Türklüğün islamla sentezleneceğine inanıyorsun da, başka bir ideolojiyle sentezlenince niye öküz trene bakar gibi bakıyorsun?

Emperyalizm "globallik" denen ucubeyle gittiği yolda tıkandı. Tıkandıkları yer ve zamanda durumu kurtarmak için küçük-orta çaplı savaşlar çıkarmaya ihtiyaç duymaktalar. Ama işin daha tuhafı globallik hikâyesi çürüdüğünden beri ülke ülke, muhtelif ve zaten var olan hareketlerin ardına geçip o yoğurdu sulandırıp ayran yapıyorlar. Sonra da istedikleri idareciyi iş başına getiriyorlar ya da zaten işbaşında olanı orada tutuyorlar.

Kazakistan'daki 1 Mayıs Halk Hareketi'nin de arkasındalar, Fransa'daki Kara Blok - sarı yeleklilere karşı - anarşist hareketin de arkasındalar. Ama görülüyor ki bazı yerlerde bu da yemiyor. Sarı yelekliler içinden kara bloka geçiş yapanlar olmuş 1 Mayıs'ta Fransa'da meselâ. Gerçekte anarşist olanlar mı sarılılar tarafından ayartıldı, yoksa tam tersi mi oldu mevzu o değil. Mevzu Halk Hareketleri'nin belli bir yerden sonra kontrolden çıkmasıdır.

İdeolojilerin uygulandıkları yer, jeosiyasi düşünce "gereği" artık çoktan oluşmuş ve oturmuş kalıpları mıh gibi çakmıştır kafalara. Komünizm dediniz mi meselâ orada duracaksınız bir dakika. Bunu savunuyorsanız ya rusçusunuz, ya çinci ya yugocu. Mao Tito ve Stalin de zaten birbirlerini çoook severlerdi ve kardeş kardeş geçinirlerdi değil mi? Titoizm Hocaizm Maoizm Stalinizm diye uzanıp giden aslında tek bir ideolojinin fraksiyonları say say bitmez. Ama kalıp tektir yani "Kahrolsun komünizm" dediniz mi ne kadar da anti-avrasyacı sovyet rusya karşıtı olduğunuzu "belirtip" altını da bir güzel çiziktirmiş olursunuz. Ama gel gelelim kazın ayağı öyle değildir. Çünkü ayranınız yoktur içmeye sermaye tahtravanıyla gidiyorsunuzdur saçmaya.

Demem şu ki 80 darbesi sonrası Türkiye'de başlayan liberal kapitalizm, emperyalizmin emir komutasında kendini her ne kadar islâm üzerinden şekillendirdiyse, bir o kadar da sol üzerinden şekillendirmiştir. Bu kalıpları kendi çıkarları adına işletmiştir. Kendini sosyalist hatta antiemperyalist zannederek büyük kitleler ardına takılanların ideolojik düşüncelerine saygım sonsuz, ama ne yazıktır ki birilerinin hizmetkârı olduklarının öldükten sonra bile farkına varamayacaklar. Üzerine oynanan ülkelerde "büyük kitleler" demek de zaten o demek. Ne demekse? Anladınız işte. Aynısını islâm üzerinden de yapmadılar mı sanki?

Ama işte yakın tarihteki ilk örnek İran'dı ve komünist hareket islâmcılarla kolkola yürüdü. Sonra 79 karşı-devrimi gerçekleşti ve vinçlerde ilk sallandırılanlar o komünistler oldu. Karşı-devrimler de büyük devrimlerde sıkça görüldüğü gibi öncülerini yok eder. Halk Hareketleri öyle güçlüdür ki kapanın elinde kalır. Sahipler kimlerdir bu bilinir, ama Hareket'in Kanaat Önderleri kimler haline dönüşür bunu bilemezsiniz. Dikkatli olmak lâzım.

Neyse, ayçiçeği tarlalarımıza dokunmazlarsa çekirdeklerimiz elimizde izliyoruz iblislerin kurup kurup bozulan, kimi zaman da bozulmayan oyunlarını. Ama biz ülkemiz ve Türk Dünyası üzerine kurulan oyunları bozmak için buradayız. Her kanaat önderiyim diyenin peşinden sürüklenmeyecektir bu millet.

"Birilerine güzel inandın o saflık hoştu güzeldi. 
Ama masumluğundan vurdular işte o kötüydü." (Nevim Dirican)



Jale ALTUNEL 
3. Mayıs 2019

21 Nisan 2019 Pazar

söz veriyorum

Daha önce aynısı başıma gelmedi mi sanki?
İnsan Türkiye'de yaşar da aynı durum başına gelmez mi? 
İnsan Türkiye'de yaşar da en yakınlarıyla "bir anda" ters düşmez mi?
SİS ÇANI'yla tariflemişti Melih Cevdet Anday 
Telgrafhane şiirinde böyle durumlarda çan çan çan haberdar etmeyi.
Yoruldum desem inanır mısınız?
Devrimci adam yorulur mu? 
Yoruluyor işte. 
Ne devrime inanç kalıyor böyle, 
ne memlekete. 
Canhıraş savunabileceğim değerlerim var oysa.
Cumhuriyet, Atatürk devrimleri...
Korkmaktan vazgeçeli çok oluyor. 
Keşke tek derdimiz bu olsaydı.
İnanmak ne güzel bir tutkudur.
Ve şairin dediği gibi ne tatlı bir şifadır aldanmak.
Sevdiklerime inancım öylesine naif ki, 
Utanmaları en son isteyeceğim iş.
O yüzden siyaset yazmayacağım artık.
Varsa yoksa bisiklet
Kedim Caz
Börtü böcek
Gezi tozu
ve yüksek sadakatime nail bir küçücük ego. 
İçimden konuşacağım.
İçimden konuştuklarımı şiirlerime söylerim belki.
Düzeltmeler yaparım üzerlerinde, 
dilbilgisi hataları sözcüklerin yerleri, 
dizelerin melodisi, 
entonasyon hataları...
Söz veriyorum canlarım, 
içimden konuşacağım bütün olmazları 
aykırılıkları. 
Olur olmaz dökmeyeceğim artık eteklerimdeki ağır taşları. 
Alıkoymayacağım kimsecikleri o tatlı şifalarından.
Ve eskiden çok yapardım, 
şimdi sisler dağılıp da gerçekler ortaya bir bir döküldüğünde 
kimseye "ben demiştim" demeyeceğim.

"söz veriyorum"
j.ak
21 Nisan 2019





18 Mart 2019 Pazartesi

BATI EMPERYALİZMİNİN GELDİĞİ YER

Son beş yıldır, tüm dünyadaki "göçmen işçiler" konusuyla ilgileniyorum. Konu elbette son beş yılın konusu değil. Ama Türkiye'de de, 1980 sonrasının ekonomi politikasındaki ibre, liberal kapitalizmi işaret ettiğinden beri, yıl be yıl ekonomide artan kayıt dışılık, özellikle SSCB'nin dağılmasıyla paralel bir seyirde bizim ülkemizde de göçmen işçilerin talep edilmesini beraberinde getirdi.

Önce Rus kadınlarını gördük. Bunlar ekseriyetle seks işçiliği yaptılar. Daha sonra bavul ticareti. 2000'li yıllara gelindiğinde artık sadece Rusya'dan değil, Türkistan'dan da pek çok soydaşımız, kayıt dışı ucuz emeği büyük bir iştahla talep eden küçük ve orta burjuva işletmelerinde ucuz yedek işçi ordusu olarak talep edildi. Ve bu süreci hâlâ hazırda yaşamaktayız.

Avrupa'ya, yani vahşi batıya dönecek olursak, orada II. Dünya Savaşı sonrası artan ucuz yedek işçi ordusu talebi, sanayiiden hizmet sektörüne kadar sür-git bir seyirde devam etmiş, yıldan yıla da, gerek sosyo kültürel, gerek sosyo ekonomik olarak etkileşimi beraberinde getirmiştir.

Bu girişi yapmaktaki amacım sosyo kültürel etkileşimin ekonomiden ayrı düşünülmemesi gerektiğine dair olup, konuyu kendi bakış açımla anlatmak istememdir.

Avrupalı, sömürüyü, işgâli, yok etmeyi, hak ihlâlini ancak kendine mübah görür ve bu yaptıklarına "demokrasi götürüyoruz", "medeniyet götürüyoruz" gibi isimler takar. Ama siz kendi ülkenizi savunduğunuzda bunun adı "barbarlık" olur.

Fransa Cezayir'de iki milyon insanı katletti, Avrupanın pek çok ülkesinden "yeni dünya" coşkusuyla Amerika'ya gidenler oradaki yerli ahaliyi (Kızılderililer'i) katletti. İngilizler Hindistan'a gidip orada milyonları katletti. Ama onlar "medeni", biz "barbar"ız.

Avrupa'ya göçmen işçi olarak gidenlerle Avrupalı arasındaki sosyo kültürel fark, Türkistan'dan Türkiye'ye gelenlerle Türkiye Türkleri arasında yaşanmamaktadır. Dil aynı din aynı ortak geçmiş kadim tarih aynı... Bu anti parantezi asla aklımızdan çıkarmamamız gerek. Çünkü bu büyük bir avantajdır.

TÜKETİM KAPİTALİZMİ ÇARKINDA FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ



Avrupalı artık, İkinci paylaşımdan sonraki süreçte arkasını iyiden iyiye sağda solda çıkardığı hibrit savaşlarla ve terörle huzurunu kaçırdığı ülkelerden köle emeğiyle aldığı göçmenlere yaslamış durumdadır. Onlar "beyaz yarı tanrılardır", diğerleriyse onlara hizmet etmekle yükümlü ucuz köleler. Öyle ki Avrupalı hem onların sırtından rahat yaşayacak, hem de onlardan sosyo kültürel manada rahatsızlık duyduğunda, bu "istenmeyen unsurları" rahatça çekip vurabileceklermiş. 15 Mart'ta gerçekleşen Yeni Zelanda saldırısını Avrupa'da kimsecikler ağız dolusu kınayamadı meselâ. Oysa saldırıyı gerçekleştiren İskoçyalı da İngiltere'nin sömürgesidir. Ve Tabii ki Yeni Zelanda ve Avustralya da aynen öyle... Bu arada yeri gelmişken o coğrafyalarda da aborjin yerlileri hunharca katledilmedi mi? Ama neofit saldırgan, kraldan çok kralcı bir eda ile kendini bu beyaz yarı tanrı unsurun canfeşan jandarması olarak görmektedir.

Avrupa emperyasından verdiğim örnekler Rusya için de geçerli. Her ne kadar 1917 devrimini yaşamış olsa da Viking Slav karışığı Ruslar da tüm Türkistan'ı yıllarca sömürmüşler, sırtlarından geçindikleri Türkistanlılar'a ve Kırım Türkleri'ne karşı aynı faşizan baskılarla mukabele etmişlerdir. Saldırganın Sırpça şarkısı, Sırbistan'daki Rusçu faşistlerin TV.'yi basıp Türkler'e kin kusması hiç de tesadüfi değildir. Slav kardeşliğinizi sevsinler sizin.

Türk Milleti Haklı davasını ÇANAKKALE ZAFERİ ile taçlandırmış bir millettir.

Batı tipli bir emperyalizmi ise ne Osmanlı ne de Cumhuriyet sonrasının Türkiyesi benimsemiştir. Terör saldırılarında da Türkler'e ait bir imza görülmez. Vur kaç taktiğiyle değil, düzenli ordusuyla, hayvan gibi kaslı kaslı değil, 13 yaşındaki evlâtlarımızla yendik!

Gerekirse tekrar aynı yenilgiyi batının kendi eliyle yaratmış olduğu bu tuh hastalarına yaşatırız...
ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİMİZ KUTLU OLSUN!

Jale ALTUNEL 
18. Mart. 2019



13 Mart 2019 Çarşamba

st. Petersburg'da tekila içmek

yapraklar gibi dökülmüştü insanlar sokaklara
bir başka dünya sloganlarıyla
toprakta cemleşti ağaçtan gelen kimya
yol vardı yoldaşlarıyla
ve yolda,
yolsuzluk dolu bir coğrafya
yolsuzdu yine,
at binmez kılıç kuşanmaz yoksul
köylü kadın, erkek işçiye
erkek işçi memura kul
coğrafya diyorum, bu coğrafya
tam bir okul
tek bir mezun vermedi
küskün bir yediveren misali
üsküdar'la moskova arası
İstanbul'la Semerkand arası kadar belki
suç ortaklığı yaparken atlar ve kılıçlar
bize nalbantlık düştü
ve nal asmak
şans getirsin diye.

"st. Petersburg'da tekila içmek"
j.ak
13. Mart. 2019

10 Şubat 2019 Pazar

ANNE TERLİĞİNDEN DARBEYE SEKSENLER GENÇLİĞİ


Hep geçmişe ait nostaljik anılar beynimizin uzun ince ve tatlı kıvrımlarında, bir nehirden akan bol köpüklü sular gibi tertemiz hüzünsüz pürüzsüz ve ışıltılıdır. Anımsadığımız günler bile hep bol güneşli ve sıcacık. Hey gidi seksenler.

Bu “bol güneşli sıcak anılar” herkeste farklı bir efektle vücut buluyor. Söz gelimi ben darbenin olduğu yıl sadece on dört yaşındaydım ve benden birkaç yaş küçük insanların bile o yıllardan bahsederken “gözü kara” ve çok “bıçkın” devrimciler olduklarını, hatta “götürüldüklerini”(!) falan anlatmalarına tanık oldum. Yahu insaf o yaşlarda klâsik bir Türk evlâdı anne terliğiyle terbiye ediliyordu. Misafirlikte birden fazla şeker almayasın diye evde nasihat veriliyordu sana paşam, ne götürülmesi, ne devrimciliği ne solculuğu alla sen. Cin Ali serisinden Marx’a, nasıl bir geçiş yaptın? Kara delikten mi geçtin?

İş başa düştü. Anlatalım madem.

Bizim bahtsız kuşak, yetmişlerin sonlarında yaşanan o bunalımlı kaosu da, her gün düzenli olarak gençlerin ölüm haberlerini de kafasına kazımış, üniversiteye adımını sıkıyönetim zamanı atmış ve anne-babası tarafından da “aman evlâdım sakın ola siyasetten bahsetme, ağzını sıkı tut asla bir olaya karışma!” şeklinde tembihlenmiş, “uslu”, tırsak ve sinmiş, yani kısaca kayıp bir kuşaktır. Bunun böyle olmadığını iddia edenlere aldırış etmeyin. Yalan söylüyorlar. Bir de anti Amerikancılık hikâyesi var ki hele o, külliyen yalan.

Beyaz Gölge dizisiyle parlayan basketbol hepimize Converse ayakkabılarını giydirmedi mi? Giydirdi. Antrenörümüze Coach diye hitap etmedik mi? Ettik. Grease adlı film gösterime girince o eski Amerikan arabalarına hayran olmadık mı? Olduk. Şarkı sözleri bile hâlâ aklımda,

“I got chills
They're multiplying
And I'm losing control…”

Üniversite yılları başladık kıllanmaya pek tabii. Ama kendi adıma şunu diyeyim ki o yıllarda okuduğum kitapları yeterince anlamamış olduğum ve 21 yaşımdan sonra tekrar okuduğum acı bir gerçektir. Etrafımdaki akranlarım da düpedüz aynı durumdaydılar.

Bizler itiraf etmeden ne değişebilir ne de değiştirebiliriz. Samimi olmak gerek. Geçmişle barışmak ve onu olduğu gibi kabullenmek gerek. Hareketli bir canlı üzerine falsolu terlik atabilen ve her attığını isabet olarak kaydeden annelerin gül çocuklarıydık biz. Ne eksik, ne fazla...

Ağabeylerinizin ablalarınızın anılarını kendi anılarınız gibi anlatmayın şu seksen darbesine dair. Gerçekten ayıp oluyor. O kaotik dönemde hayatlarını kaybeden fidanların hatırasına ayıp oluyor en başta…

Jale ALTUNEL
10. Şubat. 2019

4 Şubat 2019 Pazartesi

kadın

gidelim Nidaba
postmodern gürültüler sokağında
epik kostümlerimizi giyelim
bir elimiz,
yakın geçmişin çocukluğunda
bir elimiz,
geleceğin gece mavisi saçlarında olsun.
ne dersin?
sayfalar dolusu bir tarihi
sığdırabilir miyiz dokuduklarımıza?
ipe un serelim Nidaba
tozları yağacak tarihin
okuduklarımıza.

"kadın"
j.ak
4. Şubat. 2019

23 Aralık 2018 Pazar

açtılar

kusurlu sayıldı
bol küsürlü insanlık
iyiliği yetmedi
baldırı çıplak fukaralığın
ve belki bir anlamı vardı
sözcüklere bile tutsaklığın.

açtılar...

tüm sırlarını açtılar
tüm surlarını açtılar
ve
kusurlarını.

yeğledik sırf bu yüzden
tok bilgilere
üç kuruşluk küsürlü cehaletleri.

fahişeler dostum,
sırf bu yüzden
samimi geldiler hatta
gözüme.
o derme çatma
ve boşvermiş emekleriyle.

"açtılar"
j.ak
23. Aralık. 2018


21 Aralık 2018 Cuma

BİR İÇERİ ŞEHİR HİKÂYESİ

Akşamüzeri mi yoksa sabahın ilk saatleri mi bu alacakaranlık? Küçük bir odada tek kişilik bu yatakta, sırtındaki tüm kemikler sızlıyordu. “Hava ne kadar da soğuk. Nem olmasa soğuğu bu kadar fazla hissetmezdim.” Diye mırıldandı yataktan doğrulmaya çalışırken. Ezan sesiyle irkildi. İrkilme sebebi ezanın hoparlörden değil, yalın bir insan sesinden duyulmasıydı. Ezanın makamına kulak verdi ki akşam ezanı mı sabah ezanı mı olduğunu anlayabilsin. Ama ezan kulağının alışık olduğu bir makamda değildi.

Sıcacık yataktan gönülsüz bir şekilde kalktı, küçük odadaki yekpare pencerenin sımsıkı örtülmüş perdesini araladı. Daracık ve hafif meyilli bir kıvrımla aşağı doğru küçük bir dere gibi inen sokağın köşesinde, ikinci kat yüksekliğinde bir yerde olduğunu tahmin etti. Sokak öylesine dardı ki karşısındaki binalara neredeyse eliyle dokunabileceğini sandı. Tanımıyordu burayı. Buraya nasıl geldiğini ve nasıl uyuduğunu hiç bilmiyor, anımsayamıyordu. Ağzında acı bir pasla odadaki eşyaları inceledi. Pencerenin yanındaki yatağı, dikdörtgen odanın kapısına doğru sol tarafta duruyordu. Kapının sağ yanındaki tekli gardırop üçüncü sınıf otellerde görülen koyu ahşap, iç tarafları ince nişli, masifleriyse bin dokuz yüz yetmişli yılların modern çizgilerine sahipti. Yerler mozaik taştı ve yatağın baş tarafından kapıya kadar uzanan, üzerinde Kars motifleri bulunan mavisi ve kırmızısı bol bir kilimle örtülüydü. Kapının sol yanında bir lavabo, yatağın pencereye doğru başucundaysa bir komodin vardı.

Yatağın altından ucu çıkmış bir bavula ilişti gözü. Bavulu tanımıştı, onundu. Üzerindekilere baktı dikkatle, altındaki pijamamsı eşofmanı çekiştirdi baldır kısmından, aynı şekilde üstündeki kalın penyenin yakasını yenlerini çekeledi, kaşlarını kaldırarak dudağını sarkıttı ve “ne alaka, nasıl geldim buraya yahu?” dedi. Uyku sersemliği geçmeye başlamıştı ve pencereden kapının sol yanındaki lavaboya doğru seğirtti, yüzünü yıkamak, ağzındaki paslı kuruluğu çalkalamak için musluğu açtı. Su cılız da olsa akıyordu. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı ağzını çalkalarken suyun lezzetini fark etti. İstanbul’da neredeyse kırk yıldır unuttuğu bir durumdu musluktan akan suyun adeta içilebilir bir lezzette olması. Bu cılız suyu iştahla içmeye başladı musluktan. Bavuluna yöneldi, fermuarını açtı. İçinde eşyalarını gördü ve sevindi. Üstelik bir yüz havlusu, temiz birkaç çift iç çamaşırı, saç fırçası, makyaj malzemelerini koyduğu çantası bile vardı. Üzerini değiştirdi. Lavabonun üzerindeki küçük aynada derme çatma ve aceleyle makyajını yaptı.

Dışarı çıkarken bavulunu alıp almamakta tereddüt ettiyse de, almamaya karar verdi. Üzerine siyah bir pantolon ve siyah boğazlı bir kazak giymişti. Gardırobun içinde deri ceketini ve botlarını buldu. En son onları da giyip odadan çıktı. Kapının iç tarafında anahtar vardı. Anahtarı yanına aldı, kapıyı kilitlemeye gerek görmedi. Kapı çıkışında sola doğru bir koridordan geçti. Koridorun sonunda aşağı doğru inen dar ve içe doğru yuvarlak bir merdiven vardı. Merdivenin ahşap tırabzanına sıkıca tutunarak indi. Tek bir merdivendi bu ve inmekle bitmiyordu. Koridordaki ışık bir süre sonra merdiven boşluğunu aydınlatmayacak hale geldi ki, alt katta gün ışığının huzmeleri saçlarını ve yüzünü okşadı adeta, zamanı ayırt edebilmişti nihayet. Sabahtı ve alacakaranlık yerini aydınlığa bırakıyordu. Sabahın ilk ışıklarında buranın küçücük, on beş yirmi yataklı bir butik otel olduğunu anladı. Lobide kimse yoktu. Pencereden gördüğü dar sokağı giriş kapısından da görünce kendini çocuksu bir coşkuyla sokağa attı.

Kaybolmamak için her yere nirengi gözüyle bakıyordu. Dere gibi aşağıya doğru bükülerek inen bu dar sokağı arşınlamaya başladı. Rüzgâr bu küçük sokakların arasında bile kapı ve camların pervazlarında ıslıklar çalıyor, saçlarını kırbaç gibi savuruyordu. Sokak bitmiş ve yol iki yana doğru ayrılmıştı ki, sol taraftaki sokağın, yukarıya ve aşağıya doğru uzanan surlarla kesildiğini fark etti. Surların içinde bir yerdi burası.

Tam surların olduğu yöne doğru gidecekken sağ taraftan bir piyano sesi duydu. İçinde tarifsiz bir heyecan oluştu. Nasıl ve ne şekilde geldiğini bilmediği, hiç tanımadığı bu yerde, işitmiş olduğu bu ses içini öylesine ısıtmış öylesine sarmalamıştı ki, kendini güvende hissetti. Sesin nereden geldiğini bulmalıydı. Sağ tarafa ayrılan yol önce düz sonra tatlı bir meyille kıvrılıyor ve sokağın dar olması nedeniyle geri kalan yönü anlaşılamıyordu. Sesin geldiği yöne hızlı adımlarla yürürken sabahın ilk ışıklarında nihayet karşı taraftan kendisine doğru yaklaşan orta yaşlı bir adam görerek bir şeyler sorabilecek olmanın rahatlığıyla adamın yolunu kesercesine önüne atıldı, “Buralarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı?” Adam gülümseyerek, “Hə, bu küçənin axırına in təzə kutab bişirərlər orda” dedi.

Şaşkınlıktan adama teşekkür bile etmeden sadece başını yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak, yüzüne asılı aptal bir gülümsemeyle koşmaya başladı. Azerbaycan’daydı. Piyano sesinin çok yakınına gelmişti. Hatta piyano sesinin yanında gülüşmeler konuşmalar da duyulmaya başlamıştı. Ne yöne gittiği yukarıda anlaşılmayan sokak tekrar sağa kıvrılmış ve yolun sağ tarafında da kapısı ardına kadar açık bir ev gördü. Piyano sesinin bu evden geldiği aşikârdı artık.

İçeri dalarken en ufak bir tedirginlik duymadı Çolpan. Girdiği yer evin avlusuydu ve piyano sesine karışmış insan sesleri tüm avluyu kaplamış, ipek bir örtü gibi sarmıştı bu dar sokaklı minyatür şehri.

Avluyu çepeçevre saran kare yapının birinci katında tırabzanlara tutunarak belinden aşağıya düşecekmiş gibi sarkan güzelce bir kadın kahkaha atarak el salladı Çolpan’a. “Həəyyy gəl bura, gəl sənallah!” İşaret parmağıyla avlunun sağından yukarı çıkan merdiveni gösteriyordu. Çolpan merdivenleri hızlı bir şekilde çıkarak kadının yanına geldi. Kadın genç ve güzeldi. Su yeşili kaşe eteğinin üzerinde etek boyunda nar çiçeği renkte bir tunik, içinde beyaz boğazlı bir kazak, kazağın üzerinde de altın renginde iri halkalı ucu etek bitimine kadar sallanan kalın metal bir kemer vardı. Saçları geriye doğru krepeli, omuzlarına doğru dökülüyor, yumuşak kumral rengi, zarif bir kıvrımla narçiçeği tuniğinin üzerine düşüyordu. Çolpan’ın hızlı adımlarla yanına gelişine sabırsızlanıp, tutunduğu tırabzandan öne doğru güç alarak koştu ve Çolpan’ın ellerini tuttu “Gəl əzizim içəri gədək” diyerek Çolpan’ın tek bir söz söylemesine soru sormasına bile meydan vermeden çekiştirerek onu evin geniş holüne soktu.

İçeride akşamdan kalma bir partileme hali vardı. Dört erkek üç kadından oluşan bu grup, piyano eşliğindeki tatlı sohbetlerini adeta bitirmek istemiyor, son birer kadeh daha kırmızı şarap içmek için Çolpan’ın gelişini bahane ediyorlardı. Çolpan orada kendini yıllardır tanış olduğu insanlar arasındaymış gibi rahat, konforlu ve samimi hissediyordu. Gözü odanın sol tarafında kenarı duvara yaslanmış piyanoda ve kendisine arkası dönük olarak piyano çalan adamdaydı. Adam Çolpan için kopan patırtıyla çalmayı durdurup piyanosunun başından kalktı. Döndü ve Çolpan’a doğru yaklaştı, “Nəcesən aycan, bizi xoşbəht əledin, xoşgelmişsin” dedi. Çolpan, kalın aşağı doğru uzanmış bıyıklı, geniş favorili kemerli burunlu beyaz tenli ve anlamlı bakışları olan bu adamın elini sıkarken bir elini de onun omzuna koymuştu. Adam da aynı şekilde sol elini Çolpan’ın omuzuna koydu ve “Sizə təzə yazdığım mahnımı icra ətmək istəyirəm Xanım” dedi. Çolpan atıldı, “Adı? Adı ne acaba?” Adam hiç düşünmeden cevapladı “MART”...

Çolpan ona ikram edilen bir kadeh şarapla beraber, masanın üzerinde akşamdan kalma atıştırmalıklardan yemeye koyulmuştu ki orada duran gazeteye ilişti birden gözü. Gazete kril harfleriyle yazılmıştı ve üzerindeki tarih 1977’ydi. Derhal piyanosunun başına, yeni bestesini çalmak üzere oturan adamın yanına giderek, “Doğru mu bu gazete? 1977 yılında mıyız? Sizin adınız ne?”diye sordu. Adam kalender bir kahkaha patlattı, “Nolsun ki sən hansı ildə olalım istəyirsən? Biz hər vaxtta olarık. Mənim adım Vaqıf” dedi ve bestesini çalmaya koyuldu...

Çolpan telefonuna alarm zili olarak yüklediği Vaqıf Mustafazade’nin Mart adlı bestesiyle tatlı uykusundan uyanmıştı. Rüya mıydı gerçek miydi tüm bunlar? Yatağından kalkıp perdeyi araladı, sokağa baktı. İstanbul İdealtepe’deki evindeydi. Göğe bakarak gülümsedi ve gözlerini kapadı. Tek bildiği şuydu ki; Vaqıf Mustafazade yaşıyordu...

Işıklar içinde uyu Vaqıf. 
JALE ALTUNEL 
Nartugan/2018

bizim dansımız

aşk emekçisiydi
renklerin dansı bir ara
tekmeler atıldı birden
ayaklarına
coşkuyu parçaladı emekçi, 
o acıyla
ve çocukça bir ludist edasıyla.

sarı sendikanın
ara bulucusu gibiydiniz
aşk karargâhında.
şuursuz, esrimiş, etobur.
patronla hemen ortak olur,
renksiz bir dans satın alır,
satardınız sonra
beş misli fiyata.

bilir misiniz?
aşk emekçisidir
renklerin dansı hâlâ
kâh selâmını alır Şehriyar’ın
Haydarbaba’dan
kâh bavulunu taşır bir göçmenin
Orta Asya’dan.

acıya dayanıklıdır dostum
renklerimiz
ne eğilmekten anlar
ne bükülmekten, sözlerimiz.
kızıla döndüğünde
gönül dağında gök kubbemiz,
turkuaz türküler yakacağız
aşktır mürekkebimiz.

“bizim dansımız”
j.ak
19. Aralık. 2018