31 Ekim 2023 Salı

BEBEK HAYALETİ

 

yamalı bir fukara seccadesi oldu zaman.
kavuştukça ucuna yüzüm,
dünya toplanır
akşamdan kalma bir sonbahar sabahına.

ölüm,
binlerce bebek hayaletiydi
yarısında uykumun
ve Kerbala'daki kadınlar
bit var diyorlardı başında.
kucağımda,
Hüseyin'in bebeği, dipdiri
koklayıp öpüp, verdim anasına.

uykumun yarısında ölüm,
binlerce bebek hayaletiydi
ve sebepsiz bir apneydi
nefessiz, sessiz beni öylece
yatağa mıhlayan.

ve binlerce bebek hayaletiydi ölüm
tiklerimi artıran,
sağımı solumu
kıpkırmızı kaşındıran.

binlerce,
masumca,
günahsızca dans ettiler
uykumun arasında,
yırtılmış ve sayfalar dolusu
insanlığın tam karşısında.

ve uyandım
binlerce namussuzun
alkışları
ve utanmaz şakşaklarıyla.

"bebek hayaleti"
j.ak
31 Ekim 2023

21 Haziran 2023 Çarşamba

Koruk ayaklanması

 

Şarap varsa Toroslar’da sıkılmış,

Muhtemel seyirde

Ve demir almış muhabbet

Gözünü sevdiğim memleket

Oynaşmak sözcüklerle bahane.

Ne sevdiğinden bir haber,

Ne devrimin ılık gölgesi,

Sadece cavlak bir tek başınalık

Ve şarabın kömür tonu

Minör kırmızısı.

Toprak  desen, ataerkine kurban

Salkımdaki üzüm tanesi şimdi yalnızlık

Bir yanı mora bir yanı ala çalan

İçelim o zaman.


"koruk ayaklanması"

j.ak

21. Haziran.023



1 Haziran 2023 Perşembe

IRALAN

Ağaç ne kadar dökse yapraklarını,
Ne kadar çıplak kalsa budakları
Çiğ bulaşır dallarına
Örter gibi ayıpları.

Bir başka hayat gelir üzerine
Yosundur artık onu saran elbise
Tüm o parlak,
Geniş yapraklara nazire.

Kılıksız dallar var şimdi
Puslu karanlığın içinde
Suskun ve sırlarla dolu
Suskun ve sınırlara gebe.

Tüm ayrıntılara inat
Pusudadır gerçek
Sis dağılsın
Ve çiğ kurusun diye bekler.

"Iralan"
j.ak
1. Haziran.2023





30 Mayıs 2023 Salı

YİĞİTLER ÖLÜMSÜZDÜR


Gerçek topluyordum düşümde
Renkli ve mis kokan çiçekler yerine
Baharlar konu mankeni edildiğinde
Uzaktan baktım o edilgen mevsime,

Bir düşme bir çarpma ki,
Yürüyen uzvumun kırık acısı
Uyutmuyordu yine o gece
Ah o gece…

Gönül kırığı bin beter yaktı
Şu kemiğin kırığından
Duydum ki Hakk’a varmış
Koskoca Adil Serdar Saçan.

Neler geçsin bilemedim aklımdan
Durdu çünkü zaman
Ah keşke ayağa kalksam
Son yolculukta uğurlasam
Gitti dedim gitti, bir gerçek Adam…

Böyle gitmeler ağlatamıyor insanı
Öfke ve isyan ruhumu alçıya aldı
O yiğidin üstüne çünkü
Topraktan önce, kara ağlar atıldı
Kara lekeler çalındı.

Çalanlarda bir eğlence
Çalanlar ömrümüzü çaldı
Ümmetçi, soycu sopçular
Bir türlü doyamadı
Hep soy tar’ı çaldı.

Şimdi gerçeğin Ekim zamanı
Kara saplı sabanımızla
Yaracağız kara toprağı
Yırtacağız kapkara ağları
Ve düşlerimizde değil,
Uyanıkken toplayacağız
Gerçek olanı.

"Yiğitler ölümsüzdür"
j.ak
30. Mayıs 2023

5 Aralık 2022 Pazartesi

Rüzgârını içtik

 Eskitemedik o eski yalnızlığımızı bunca yıl,

İçimizde binbir soluk, kırk yıllık dostluk
Ve Değirmendere iyotuyla
Kiraz çiçeklerine bulanmış sıcaklık.
İyi ki vardınız,
İyi ki vardınız ta yüreğime...
Rüzgârını içtik ya bir kere
Suyunu soluduk ya körfezin,
Ruhumuzun her dem verdiği
Bu bağımsızlık savaşları
İşte hep ondan bence!
"Rüzgârını İçtik"
j.ak
05. Aralık.2015

4 Kasım 2022 Cuma

TÜRK KADINI AZADDIR

 #HədisNəcəfi için...


‘Ortaçağ’dan beridir saçından hep korktular
Toz duman oldu bak, İran’da tüm sokaklar…’

Bakışın karanlığı bir bıçak gibi kesiyordu Hədis
Santurun gür namesine karıştı ince adımların
Bir lokma yemeden, aç bilaç çıktın küçeye
Yoldaşları bekletmek ayıp olmasın diye.

Her bir teli ışık saçan gür gücünü açtın
Yobazların yüzlerine şamar gibi çarptın
Tüm kadınlar saçlarını keserken
Sen onları devrimine kattın.

Hazanın kuru yaprakları arasında
Yeşilin en canlısı, taze bedeniyle koştu Hədis,
Çiğ damlalarını savurdu yapraklarından
Gözleri çakmak çakmak ve umut saçarak
Deli bir tay yelesi olmuş saçlarını savurarak,
Korkusuzca deliyordu karanlığı...

Şiirler, şuarlar,
Şarkılar söylüyordu o sırada çocuklar.
Bayram yerine kesmişti ortaçağ karanlığı
Ve panayır coşkusundaydı neşesi el kadar yavruların.
Bütün o tozun dumanın,
Tam ortasındaydı Hədis.

Yılanların zehiri kıskanmaktı güzelceyi
Iki, üç, beş, altı...
Katil kim bilir kaç kurşun attı
Şiirlerine kaç özgürlük sıktı
Ve gencecik canı kaç ölümsüzlük içti?

Bilmezler ki her bir kurşun,
Devleştirir başı dik bir direnişçiyi
Yetmez canım bağnazların zehiri
Hədis’in Türk boyuna.

Ey devrimin kadın ruhu Hədis,
Gelmelisin sen de birgün Bakı’ya,
Upuzun ve gür saçlarınla
Gelmelisin dimdik başınla
Azad Kadın’ın yanı başına...

“Türk kadını azaddır”
j.ak
4. Kasım.2022






7 Eylül 2022 Çarşamba

"İSYAN HA? BANA HA?"

12-19 Eylül tarihleri arasında Suriyeliler grev yapacaklarmış.
Geçtiğimiz gün de Kilis'te, son yıllarda yaşanan ve artık toplum nezdinde çok tipik bir hâl alan kaçak sığınmacı tacizlerinden biri daha yaşanmış ve tacize uğrayan kadının oğlu annesine taciz eden Suriyeli'yi öldürmüştü. Öldürülen Suriyeli'nin cenazesi adeta bir gövde gösterisine dönüşmüş ve "kana kan isteriz" türünde sloganlara tekbir sesleri eşlik etmişti.
Şimdi bu grev haberiyle bu cenazeyi üst üste koyunca bizim iştahlı burjuvaziyi ve onları korumakla mükellef foncu kalemleri düşünmeden edemiyor insan. Hadi bakalım, tacizler için "e ne var canım şaka yapmıştır" diyen tatlı su kurnazları, sığınmacı güzellemeleri yapan tosunlar, eğer bu GREV gerçek bir grev olacaksa şimdi de sığınmacıların yanında olun da görelim. Ama bak lâfımı yineliyorum bu grev eğer göstermelik, provokatif, sallama, tiyatro bir grev değilse diyorum. Anlayın yani. Zira siz tiyatrodan çok iyi anlarsınız hayatınız tiyatro.
İran basınında Ağustos ayı sonunda, Türk yetkililer Suriyeli muhaliflerden Türkiye'yi terk etmelerini istedi şeklinde bir haber yer aldı. Ki bu haberin doğruluğu hemen 10-15 gün içersinde bu cenaze ve grev haberiyle kanıtlanmış oluyor.
Bir çiftçi toprak sahibi youtube videosunda konuşuyor; "Kardeşim siz şimdi bunlara gidin diyorsunuz da, biz bunların yerine kimi çalıştıracağız? Ben bu domatesi 4 liradan satıyorsam, yerli işçi çalıştırdığım zaman 6 liradan satacağım." gibisinden laflar ediyor.
Daha kaçak sığınmacı statüsündeki Suriyeli Pakistanlı, Afgan yokken, daha göçmen işçi statüsündeki Orta Asyalı soydaşlar buradayken demiyor muyduk, liberal kapitalizm ucuz iş gücünü kadiri mutlak gibi talep eder, aç gözlü burjuva talep ettiği için buradalar, burada olmalarını tetikleyen yegâne unsur vahşi ekonomik sistemdir diye? Dedik tabii. Demekle de kalmadık, dilimizde tüy bitti. Türk soylu göçmen işçileri ön plâna çıkardık, haklarını savunduk yanlarında durduk. Çünkü amacımız öncelikli olarak bu ekonomik sistemin çarpıklığını gözler önüne sererken işçi soydaşlarımızın da yanında olmaktı. Onları ezdirmemek, TÜRKÇÜLÜK teraneleriyle sömürülmelerine karşı çıkmaktı. Ola ki aynı sömürüyü Orta Asyalı soydaşlarımıza Türkçülük diye yapanlar, şimdi yok müslüman kardeşlerimizdi, yok ensar muhacirdi yalanlarıyla Suriyeli sığınmacılara yapıyorlar.
Ama kimse kusura bakmasın, emekten yanayız dediysek ahmak filan da değiliz. Bunların tamamını görmekle beraber, oynanan oyunu da görüyoruz.
13 milyon kaçak sığınmacının ne için Suriye'nin kuzeyinden Türkiye'ye püskürtüldüğünü bilmeyen kalmadı artık. Orada bir PYD koridoru açılmak isteniyor. PKK koridoru diyelim. Ve Türkiye'nin demografik yapısının da değiştirilmesi dönüştürülmesiyle, yeni kaos ortamlarına gebe kalması isteniyor. ABD'nin BOP plânında ne şiş yanıyor ne kebap yani. Burjuva mesut, PKK mesut, herkes mutlu mesut yani. Türk Milleti'nin kemiklerine basa basa, Cumhurieyet değerlerini tırpanlaya tırpanlaya yaptılar, yapıyorlar.
Zafer Partisi öncülüğünde kaçak sığınmacı konusu kamuoyunda hak ettiği yankıyı bulunca ve iktidar seçim yatırımı olarak bir kısım sığınmacıyı geri gönderme adımları atınca, işler karıştı yani anlayacağınız.
Bu grevin arkasında HDP'yi görmek beni hiç şaşırtmayacak. Hem bildiğiniz gibi PKK da bir işçi partisiydi zaten değil mi? Kim demiş terör örgütü diye? Yerseniz.

JALE AK ALTUNEL
7. Eylül 2022



 

8 Mayıs 2022 Pazar

Ancak kendilerine lâzım olunca kıymete binen 'hukuk'

 

158 şair, gezi davası kararlarına karşı 'şairane bir bildiri' açıklamış. Bu da benim o şairlere cevabımdır:

 

Kozmik oda açılıp da 800 küsur vatansever katledildiğinde, Kuzey ormanları katledildiğinde, Mavi Çarşı bombalandığında, şimdiyse Fırat’ın sularına sülfirik asit karışırken, neredeymiş bu şairler? Neredeler demek daha doğru olur. Hiç bu konularda şiirlerini, ağıtlarını, güzelleme ve koşmalarını duymadık. Kaldı ki 158’i toplanıp da bir bildiri açıklasınlar.

Dillerini kedi mi yemiş sahte Ergenekon sürecinde?

Şiirleri mi bitmiş Ali Tatar kendini öldürdüğünde?

Mürekkepleri mi kurumuş birileri "yetmez ama evet" diye anırırken?

Tek satır eleştiri yapmamışlar ve hatta o teranenin peşine takılmamışlar mıydı üstelik?

Bizler o zaman  'Hayır'ı, işte tam da bu yüzden, hukuk bir kişinin iki dudağı arasında olmasın diye haykırmıştık oysa. Şimdi canı sıkılan liberal sol dediğimiz türden bir güruh gelecek, bana şairane pozlarda ahkâm kesecek ha?!  Naifliklerini ayrı, şairliklerini ayrı, "hassasiyetlerini" apayrı sevmek okşamak öpmek istiyor insan...

Sapla samanı ayıramayan insanlardan ne şair olur, ne vatansever, ne aydın, ne de entelektüel olur. Kararı hukuksal boyuttan eleştiririm ama bunca atraksiyonun tek bir kişi için temaşa edilmesindeki siparişin ne kadar büyük yerden geldiğini de anlamayacak kadar saf değiliz.

Gezi Park eylemlerinin başladığı ilk gün 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece, Sahipler ve kanaat önderleri adlı yazımda, adından da anlaşılacağı üzere, bir takım kanaat önderi kılıklı insanın bu vatanın gerçek sahiplerini nasıl gütme gayreti gösterdikleri hakkında yazmıştım. Bu yazıda ayrıca ‘Gezi’deki ağaçların elbette bir teki bile benim canımdan kıymetlidir ama Kuzey ormanları an itibarıyla katlediliyor neden kimse çıkıp bu konuda bir şey söylemiyor’ diye feryat etmiştim. O konu hakkındaki şiirim söyleydi;

 

değişmeli dostum şekli devrimin
anadili ekonomi sömürü ve işgalin
hayrandık masumluğuna
antik çağ galibiyetlerinin
ve bir kahramanı vardı hep düşlerimizin
oysa ne kadar uyumluyduk
bir zamanlar doğayla
şimdi isimler takıyoruz parktaki ağaçlara
ava gittik şehrin göbeğinde sahte bir ormana
katledildi tam o sırada gerçek!

 

“epik ve devrim”
j.ak
7. Mayıs. 2015

 

Bizler hem gerçekler, hem ormanlar, hem Cumhuriyet, hem de onun getirisi olan demokratik laik hukuk devletimiz yıkılmasın katledilmesin diye her yerde ve her alanda feryat figan ettik. Peki, neden o zaman da yayınlanmadı bu? Bildiri?

Normal zamanda yüz metre mesafesine yaklaşmayacağımız insanın 8 Nisan’da neden Silivri’de yanındaydık? Ki bu konuya ilişkin de kapsamlı bir yazı yazarak neden orada olduğumuzu dilimiz döndüğünce anlatmıştık. Çünkü, hukuk hepimize lâzım. Hukuk, sana ayrı, bana ayrı, falancaya ayrı işlemez demiştik.

Yetmez ama EVET tam bir çılgınlık, tam bir aymazlıktı. Sanatçısı, sepetçisi, şairi, ressamıyla memleket semalarında alçak basınç etkisinde bir eyforiya (euphoria), bir bahtiyarlık rüzgârı estirildi ki, işte şimdi bazılarını böyle bir tiyatroya temaşaya sevk etti. O dönem sistemin bu amansız tuzağına şapa oturur gibi düşen bu sanatçılar için bir şiirimde şu dizeleri kullanmıştım;

 

“Sanat secdeye indi gördüm,

Devrimin cenaze namazında…” (2015)

 

Sanatçı olarak bize lanse edilenler, gerçekten de Cumhuriyetimizin ve Atatürk devrimlerinin her biri için tek tek cenaze namazı kılar gibi, onu önemsizleştirdiler, küçülttükçe küçülterek değersizleştirdiler. Ne oldu peki şimdi?

Yoksa hukuk şimdi, size mi lâzım oldu? 

Jale Ak

5 Nisan 2022 Salı

Müjde: Bir sığınmacı filmimiz oldu!

 

Dün gece neyle karşılaşacağımı bilmeme karşın, önyargısız ve sakin bir şekilde, geçtim koltuğuma açtım “Müjde” adlı filmi.

Başrolleri Lale Mansur (Müjde) ve Cezayir asıllı Fransa doğumlu Salim Kechiouche (Sait) paylaşıyor. Bu arada beş buçuk milyon Suriyeli içinde rol verebilecekleri kimseyi bulamadılar sanırım. Yahu en azından Suriyeli oyuncular arasından seçseydiniz başrol Suriyeli karakteri, böylece gösterdiğiniz histerik saygı bu denli sahteleşmezdi.

Bundan sonrasını okuyacaklara ikazımı yapayım, bu analizde filmin ayrıntılarına gireceğim.

Ama önce, yaklaşık olarak yedi yıldır sığınmacı mülteci ve göçmen işçi statülerini ve tüm dünyadaki göç dalgalanmalarını dikkatle izleyen irdeleyen biri olarak, Avrupa’nın kaçak sığınmacılara ne yaptığını belirtmek isterim. İlk yirmi dört saat içinde deport ederler. Yani sınır dışı. Mülteci mültecidir. Kendi ülkesinde siyaseten veya savaş nedeniyle hayatı tehlikedeyse bir başka ülkeye iltica talebinde bulunur, kabul görürse gider. Savaş vb. nedenlerle ülkesinden başka ülkelere gidenlerse geçici sığınmacılardır. Türkiye’deki Suriyeli unsur son tanıma uymaktadır. Yani onlar göçmen işçi filan değillerdir. Bunun altını çizelim önce.

***

Film bende bomba etkisi yapan bir girişle başlıyor. Dakika bir gol bir mi desem ne desem. Müjde (Lale Mansur) müstakil evini kat karşılığı vermek üzere müteahhitle pazarlık ediyordur. Bu sahnede müteahhit öyle bir anlatılmış ki, sanki seksenli yılların müteahhidi. Zira o yıllarda her yer dutluk, üçe beşe kapatılan müstakil evler olurdu. Ya şimdi öyle mi peki? Hoppala paşam malkara keşan. Siz kimin aklıyla alay etmişsiniz öyle? Şimdinin şartlarında müteahhitler ev sahiplerinin bucağına salavatla gidebiliyor artık. Oranlar da filmde gösterildiği gibi değil. Artık sırtlanlar ev sahipleri. Ee bu işler arz talep işleri. Talep çoğalınca arz, arz-ı endam eder bilmez misiniz? Yok biliyorsunuzdur da o kısma da öyle romantik bir yalan kondurmuşsunuz. Kondurun bakalım yalandan kim ölmüş?

Lale Mansur, orta yaş bunalımında, onu hiç arayıp sormayan hayırsız bir oğul sahibi, tek katlı evini kat karşılığı müteahhide vermiş olan bir hanım teyzemizi oynamış filmde. Evi yıkılacağı için başka yere taşınma “mücadelesi” verirken, bir taksiye atlayıp kendi başına amele pazarında Suriyeliler’in arasında buluyordur kendini. Ne o? Taşımacı bulacakmış oradan. Yahu ablacığım kafayı mı yedin ne yaptın sen? Şimdi müteahhitler senin evini kendileri taşıyor. Üstelik masraflarını falan üstlenerek, üstelik çıktığın kiralık evin de on beş aylık kirasını ödeyerek. Filmdeki Müjde karakteri nerede yaşıyor? Hatta filmin yönetmeni ne yiyor ne içiyor ve bu memleketin gerçeklerinden ne kadar haberdarmış böyle? Gülsek mi ağlasak mı? Şaştım kaldım. O sahneleri ağzım açık izledim yeminle. “Müjde nereye koşuyor” olabilirmiş bu filmin adı. Hani Müjde aşka koşuyor babından.

Amele pazarında Sait’e rastlıyor hanım teyzemiz. Sait çatır çatır İngilizce konuşabilen yağız bir Cezayir,.. pardon Suriyeli delikanlımızdır. Müjde Sait’e sen de gel, sen de gel diye ısrarcı olur. İlk görüşte aşk, anlamlı bakışmalar, merhametle yoğrulmuş histeri, neyse ne. O da, Sait de gelir.

İşçi pazarından Suriyeliler’i (üç kişi) bu işin ticaretini yapan bir  Türk getirmiştir Müjde’nin evine. Hani başlarında durur, işçilerin emeğini sömürür, çavuş derler ağızda. O karakter, şişman bir oyuncudan seçilmiş. Hani emek sömüre sömüre şişmanlamış gibisinden. Ve Müjde’nin sade suya tirit makarnasından muhteva öğle yemeğini yemek istemez bu “şişko ve beyaz Türk” çavuş. Algıya bak algıya. Makarnayı istemez, kendisine de ayrı ve özel olarak, döner mi adana mı urfa kebap mı olduğunu kestiremediğimiz bir sipariş vermiştir, o sipariş kapıya gelir ve fiyatı otuz liradır. İnceden duyulur bu. Normaldeyse Suriyeli veya Mozambikli veyahut da Türk hiç fark etmez, bedenen çalıştırmaya getirdiğin birine öğle yemeğinde makarna veremezsin. Yahu adam bedenen çalışıyor, su yakmıyor ki bu. Ama tabii bu kısımda anlatılmak istenen, efendim Suriyeli çok kanaatkâr, mütevazı, öyle ki iki lokma bir hırka felsefesiyle takılır, önüne ne konsa onu yer, ama Türk çok bencildir dışarıdan sadece kendisine yemek söyler ve yer’dir. Yönetmen burada, seyircinin merhamet duygularını kabartma zahmetkeşliğiyle işin iyice .okunu çıkarmış kısaca. Bu makarna yeme sahnesinden sonra Sait’in mutfağa gidip makarna bulaşıklarını yıkama sahnesineyse hiçbir şey demiyorum. Yorumsuz o.

İlk gün işçilerin paketleme işi bittiğinde ertesi gün için sözleşiyorlar. Şu saatte filan fistan. Ertesi gün o saatte herkes geliyor ama bizim yağız, yakışıklı, dertlere deva, gönüllere şifa Saitimiz gelmiyor. Müjde teyze meraklarda tabii. Derken yağız oğlan utançlı ve telâşlı, geliyor. Üst baş değiştirirken geciktiği için özür diliyor. Çok da mahcup, çok da mağrur. Müjde buna bir de bakıyor ki ne görsün! Bunun ağız burun Perşembe pazarına dönmüş. Bizim oğlan kavga yapmış. Tüh tüh. Eli yüzü her yeri yara bere. Teyzemiz buna, sen buradaki işleri bırak üst kattaki kolileri yap diye bunu ıssıza çekiyor. Ve arkasından gidiyor.

Müjde hanım teyzemiz Sait işlenirken “stop stop” diye durduruyor onu. İngilizce bu nasıl oldu gibisinden geveliyor. Sonra da “ay hev tu du pansuman” diyerek delikanlının orasını burasını oksijenli pamukla kanırtmaya başlıyor. Derken iki lafın belini kırıyorlar İngilizce olarak. Bu bizim Sait evliymiş bir oğlu varmış ama karısı ölmüş oğlu da kaybolmuş. Müjde tabii orda iki kere aşık oluyor oğlana. Ama eklemeden de edemiyor, “yu ar veri yaannnggg” Neyse aşk bu. Aşka her daim saygımız sonsuz.

Müjde teyzemiz, artık yeni evine taşınmıştır nihayet ve kafeterya gibi bir yerde arkadaşlarıyla buluşur. Hanım teyzeler grubudur bu. Öteden beriden boş geyikler dönüyordur masada. Derken taşınma işini nasıl yaptığını sorarlar Müjde’ye. O da amele pazarından bulduğunu söyler. Arkadaşları iğrenerek ve tiksinç içersinde ayyy nasıl gidersin oraya, orada Suriyeliler var gibi, bir sürü aşağılayıcı sözler ederler Suriyeliler için. Ne pis kokuları kalır, ne hırsızlıkları, ne uğursuzlıkları… Yahu yönetmen efendi, sen hakikaten ne yer ne içersin? Tamam Suriyeli’nin dramını, acısını, ne zorluklar çektiğini göstermeliyizdir elbette, ama bunu Türkler’i gömmeden yapmak bu kadar mı zor? Filmde gösterilen nefretin %1’i bile olsaydı her gün üç Suriyeli’nin Allah muhafaza öldürüldüğü haberini duyardık. Ama nedense hep tam tersini duymaktayız. Hani bir mevzu saptırılır ama bu kadarına da çüşşş! Diyorum.

Neyse, Müjde o toplantıda yıllardır tanıyor olduğu eski dostlarına resti çeker ve hayır öyle değil, haksızsınız gibisinden didaktik bir tirad atarak evine döner. Evde banyodan bir tıkırtı geliyordur. Bir de bakarız ki Sait anadan üryan duş alıyordur. Yani anlarız ki Müjde ve Sait mercimeği fırına vermişler ve beraber yaşamaya başlamışlardır. Hatta Sait Müjde’ye “ar yu han-gı-ri?” filan gibisinden sorular soruyor, yemek filan pişiriyordur Müjdesine. İşte bunlar hep aşk! Hey gidi aşk…

Sait yemekten sonra oğlunun bulunduğunu ve Suriye’ye gideceğini söyler. Müjde tutturur ben de geleceğim diye. Sait olmaz der. Olmazdı olurdu derken Sait “ay mast go elooğnn” der. Bizimki Sait’e para vermeyi teklif eder. Ama Yağız Sait asla kabul etmez bu parayı. Bizimki de gizlice Sait’in cebine üç bin lira koyar. Müjdemizin, Sait’in cebine koyacak üç bin lira parası vardır ama evine getirdiği Suriyeli işçilere makarnayı dayamıştır.(?) Film film değil, çelişkiler yumağı mübarek.

Sait yola revan olur. Müjde de onun arkasından ağlama krizine girer. Kahve sigara filan derken tık… Kalp krizinden gidiverir. Filmin başından beri hiç görmediğimiz oğlu, anasının öldüğü içine doğmuş gibi anneağ anneağ diye kapıyı dövmeye başlar. Ve kapıyı kırarak açar, bir de ne görsün?! Anası yerde. Ölmüş. Sait evden çıkarken de apartman komşularından biri görmüştür. Müjde’nin ölümü Saitin üstüne kalıyor mu bir güzel size? Heh. Bir de cebinde üç bin lira… Polisin lafı “değer miydi üç bin lira için öldürdün kadıncağızı?” Yanlış anlaşılma kurbanı olan Sait filmin finali ise, ellerinde Türk Bayrakları olan fanatik foşik ve sinirli Türk gençlerinin polis aracına saldırısıyla iyice zıvanadan çıkarılır. SON…

 


Film demeye utanıyorum. Müsamere tadındaki bu mini gösterim, sanat adına da dünya görüşü adına da hiçbir yere koyamadığım bir dizi saçmalıktan ibaret. Mantık hataları silsilesinden bahsetmiyorum bile. Evet Türkiye’de Suriyeliler’i sevmeyenler de var, bunu kabul ediyorum. Ama bu ülkenin insanı salt tek nedenle, yani şuralı, buralı diye kimseden durup dururken nefret etmedi ve etmeyecek. Ancak karşısında kitlevi bir saldırı görürse böyle bir nefreti barındırır ki bu sadece bizim millete mahsus bir tavır değildir.

Anlıyor ve biliyoruz ki Suriyeli zor durumdadır. Ülkesinde insanlık adına utanç verici durumlar oluşmuş, savaşın acı yüzüyle yoğrulmuşlardır. Bu konuya hissiz kalmak insanlıktan çıkmak demektir. Ama Suriyeli üzerinden birileri Türk nefreti kusmaya kalkışırsa elbette cevabını vereceğiz. Türk nefretininiz ve düşmanlığınız bir bitmedi ve biteceğe benzemiyor. Her yere, her alana, her konuya, mal bulmuş mağribi gibi atlıyor ve nefretinizi oralardan kusuyorsunuz.  Bir de üstelik deli gibi fonlanıyorsunuz ama hiçbir işe yaramıyor işte. Çünkü beceremiyorsunuz. Çünkü ortaya koyduğunuz pespayenin sanatsal değeri yerlerde sürünüyor. Samimiyetsizlik akıyor yaptıklarınızdan ve yazdıklarınızdan. Gerçekten acınası haldesiniz ve Türk Milleti yaptıklarınızı yemiyor artık. Oturun o filmdeki makarna gibi kendiniz yeyin bunları.

 

j.ak

 

 

4 Nisan 2022 Pazartesi

TARAS BULBA DRAMI

 

Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ukrayna asıllı bir Rus romancı olarak Dünya Edebiyat tarihine geçmiş, eserlerini severek okuduğumuz bir yazar. Acaba bugünleri yaşasaydı o da şimdi yaşananları, yazmış olduğu epik eseri Taras Bulba’ya benzetir miydi kim bilir? Ölü Canlar, Palto gibi eserleri daha fazla bilinir ama Taras Bulba destansı ve bir o kadar dramatik ayrıntılarıyla bugüne çok benziyor.

Taras Bulba bir Kazak komutandır romanda. Ortodoks papaz okulundan dönmüş iki oğlu vardır Taras’ın. Katolik Lehler’le savaş sürüyordur ve oğullar da asker olurlar. Oğullarından Ostap, aynı savaşta işkencelerle gözlerinin önünde Lehler tarafından öldürülür, ancak diğer oğul Andrey, Leh Beyinin kızına âşıktır. Ve Andrey saf değiştirir. Kazak komutan Taras Bulba, “seni ben var ettim ben yok ederim” diyerek öz evlâdını kendi elleriyle öldürür…

Roman uzun ve pek çok destansı ayrıntı barındırıyor bir paragrafta özetlenecek gibi değil. Ama şimdi Rusya’nın Ukrayna’yı deli gibi bombalamasını bu dramatik sahneye benzetiyorum. Saf değiştiren evlâdını kendi elleriyle öldürebilen bir babaya.

Tarihin tozlu raflarına sıkışıp kalan ya da sıkışıp kaldığını sandığımız şeyler toplumsal hafızada nostaljik kalıntılar, tortular bırakır. Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi vererek zamanın SSCB’nden kopan hemen tüm ülkelerde şu an yaşayan ve soydaşlarımızı da barındıran insanların Ukrayna’da bombalanan Antonov An-225 Mriya için gözyaşı dökmeleri işte bu sebepledir. Özellikle yaşları kırk üzeri insanlar Mriya (Arzu) için üzüldü. Seksenli yılların sonlarında SSCB yıkılmaya neredeyse beş kala öylesi bir şah-eseri yapabilmişti. Ve bugün onu kendi elleriyle mahvetti.

Bunlar elbette işin romantik ve trajik yanıdır. Rusya tıpkı ateş çemberine alınmış bir akrep gibi kendi kendini sokuyor şimdi. Ve fakat onu öylece kuşatıp oğullarından birini kendisine âşık edebilen batıyı da, masaldaki aslında çok çirkin olup sihirle makyajla kendini güzelleştiren bir kadına benzetiyorum. Ki şu an tüm batı hayranları da o çirkin ve yaşlı cadıya âşık. O yaşlı ve çirkin cadının gerçek yüzünü görmemekte ısrarcı hepsi.

Rusya’nın da ne kadar tehlikeli olabileceğini tarihten biliyoruz. Dediğim gibi bu benzetişlerim sakın beni romantik bir Avrasyacı yapmasın.

Sadece teşbihte hata olmaz minvalinde sohbetten ibarettir.

Kalın sağlıcakla dostlar.


j.ak

29 Ocak 2022 Cumartesi

Endüstriyel muhalefet çanağı

 Muhalif rolü oynarken,

Kulüpler arası yabancı bir maçta
Avrupalı takımı tutan
Holiganlar kervanındasın.
Filhakika böyle bir vefa,
Lodos sonrası yağmurunun azdırdığı
Hayrat çeşmesinden gürleyen
Popüler bir şarkıdır
Bâtıl.
Endüstriyel muhalifliğin
Boz yelinde uçtu zaman
Çünkü kârlı kâhinlere
Rol biçmiş bir kez bu devran.
Bilinmeze kesmiş, kim dost
Kim düşman,
Oysa otuz yıldır görmemiştik soframızda
Beş yüz liralık bir kalkan.
Haydi,
Avrupa insan hakları mahkemesi
Sizleri bekler
Memleketi, Cumhuriyeti
Bölünmez bütünlüğü
Şikâyet edin o sofradan.
Şatosundan kalesinden
Lâzımlığını boca ederken
Muhalif başınıza o batı,
Hayrat diye tapının düşman dışkısına
Ve o sırada cafcaflı şatafatlı,
Aciz yazarlarınız
Sıyırsın dibini aynı çanağın
Ki içinde ne kefaller var
Kalkan sandığınız.

"endüstriyel muhalefet çanağı"
j.ak
29 Ocak 2022
Paylaş

16 Aralık 2021 Perşembe

Ant

 

ANT

 

Yeniden tanışmak her uykuda,

Aynı kâbusla, aynı kâbusla

Antlar suçsuz yere mahkûm

Kefensiz yatan yoksulun

Kemik parmaklıklarında.

Korkular uçsuz yerlere firar

Deprem sarsıntılarıyla pompalanan

Yüreğinde yurdun.

 

Kımıldayamaz hâlde, bu beden felç

Uyku genç, zaman geç, ölüm genç

Çelişkiler yığını düğüm boğazlar içre

Bir saz örgüsü dipdiri, ses tellerinde

Ve iri taneli sözleriyle kaynıyor türkü

Dili kara, dili acı, dili sivri.

 

Ağıtların her dem kanlı olur yarası

Ölümünü bekler sinsi leşçi sürüsü

Ölmez olur hey dost ozan gözyaşı

Bilmez misin o beklemek sana nafile

 

Karabasan inmeli, çolak topraklar

Çorak yürekleriyle bekler

Bütün korkaklar

Sıraya girdi şimdi

Leş etiyle avunanlar

Akbabalar,

Çakallar,

Ve sonra sırtlanlar;

 

Bilin ki bu kâbusu tanıyanlar var

Helâlleşmez hiç kimseyle

Koskoca Dumlupınar

Korkuları ona gömdük

Dönmezler gayrı

Andımız var baştanbaşa

Al gelincik ırmağı.

Bilin ki onu hâlâ

Kana kana içeriz biz

İçmekle de kalmayıp,

Diz vuranlardanız biz.

 

 “Ant”

j.ak

3.Aralık.2021

SQUID GAME (KALAMAR OYUNU) - ÇÖZÜMLEME

 Netflix – Dizi - 2021

Yaratıcı: Hwang Don Hyug

Baş roller: Jung-jae Lee, Park Hae-so, Heo Sung Tae

Ülke: Güney Kore

Konusu: Mali kriz yaşayan ve bir şekilde sistem dışına çıkmış ya da çıkarılmış yüzlerce insanın akıl almaz paralar teklif edilerek bir “oyun” içine çekilmeleri, ancak ne var ki oynanacak olan bir dizi çocuk oyununun her biri sonunda, elenenlerin ölecek olmaları ve bu önemli ayrıntıyı bilmemeleri.

 

   Tüm dünyada izlenme rekorları kıran dizi filmin çözümlenmesinde, izlememiş olan dostları uyarmalıyım, film ilk sezonun sonuna kadar anlatılarak analiz edildi.

  

   Sekiz bölümden oluşan birinci sezonun ilk bölümü, kırmızı ışık yeşil ışık adını taşıyor. İlk bölümde yoksul insanların hayat mücadelesi karşısındaki çaresizliği çok çarpıcı görsel anlatımlarla sahneleniyor. Öyle ki, karşılarına paraya ilişkin sunulan teklif, sonu düşünmeden tüm kurbanları oyunun içine çekiyor. Başroldeki Lee Jung-jae kumar borçları yüzünden mafyanın eline düşmüştür ve çok düşünmeden bu gizemli oyunu kabul eder. Tüm kurbanlar toplam 456 kişidir ve kostümlerinin üzerinde numaraları yazılıdır. Oynanacak olan her oyun, çocuk oyunlarından seçilmiştir. -Çocukluk çağı oyunları, her insanın hafızasında saflığı barındırır. Hafızanın derinliklerinde temiz kalmışlığın neredeyse kalesi gibidir o bölüm. Yoksulun elinde kalan tek değeri, hafızasındaki tek tük çocukluk anıları da böylece kirlenecek ve canlarıyla beraber zenginlerin eğlence mezesi haline dönüşecektir. İçgüdülerimizin bile sermaye tarafından reklâmla ele geçirilip güdüldüğü bu sistemde, hafızada yer eden anıların bile istismarı, kayda değerdir.  Değerleri allak bullak eden bu başlangıç bölümünde, zaten kurbanlar yarı yarıya azalmışlar, birinci oyunu kaybedenler öldürülmüşlerdir.-

 

   Oyun içinde “asayiş” sağlayanların yüzlerini kapatan maskelerin üzerinde kare, üçgen ve daire simgelerini görüyoruz. Aralarındaki hiyerarşi bu simgelerle anlatılmış. Emir veren emri uygulayan ve ölüleri ortadan kaldıranlar. -Bu simgelerle Sony’nin ürettiği play station oyununda tanışmıştık. Sembol anlatım, bize onların da sistemin köleleri olduğunu vurguluyor. Sistem içi köleler, sistem dışı kurbanları gütmektedir.-

 

  Cehennem, şemsiyeli adam, takıma sadık kal, adil bir dünya, kanka, vip’ler, gemi aslanı olarak adlandırılan diğer bölümlerde, oyunun kurallarına ilişkin detaylar dikkat çekicidir. Oyunu locasından izleyen maskeli VIP’ler için daha cazip hale getirme amaçlı çoğunluk oylamasına bile rastlıyoruz. Çoğunluk eğer milyonlarca dolarlık ödülden vazgeçer ve canını kurtarmak isterse, oyun bitecek ve herkes eski yoksul haline geri dönebilecektir. Öyle de olur. Ancak 001 numaralı ihtiyar oyuncu 456 numaralı (başrol) oyuncusu da dâhil, vazgeçen herkesi yeniden kandırmayı başarır ve oyun yeniden sürdürülmeye başlar. Ne pahasına olursa olsun hırslara yenik düşme ve kazanma hırsı dramatik bir aktarımla antagonist çelişkileri ortadan kaldırıyor. - Oyun olgusuna ilişkin kuramcılardan Johan Huizinga’ya değinmek istiyorum. İdealist bir filozof olan Huizinga, hayvanlardan örnekler vererek, insanların da oyunu amaçsızca oynadıklarını iddia eder. Kuramını anlattığı kitabı Homo Ludens yani Oyuncu İnsan, adeta Homo Sapiens’in - Düşünen İnsan’ın ve Homo Faber – Yapıcı insan karşısına konur bu kitapta. Hayvanlar avlanmaya ve çiftleşmeye ilişkin içgüdüsel davranışlarını yansıtırlar oysa oyunlarına. Bu durum insanın da en derin içgüdülerinde yer alır elbette. Ama insan topluluklarına ve oyunlarına baktığımızda, pagan ayinlerinden tek tanrılı dinlere kadar sergilenen dini ritüeller olsun, savaşa ve günlük yaşam becerilerine ait olsun, düşünen insana ait içeriktedir. Savaşa hazırlık, yaşama hazırlık, inanç ve toplumsal yaşamın bütünleyicisidir. ‘Düşüncesizce’ değildir hiçbiri. Huizinga’nın düşüncesizce diye değerlendirdiği oyunlarda, mutlanmak, kardeşleşmek topluluğun bir parçası olmak gibi daha sayabileceğimiz pek çok unsur amaçsallık barındırır.-

 

   Oyuna yeniden dönülmüştür. Herkes yine aynı numarasıyla, kaybedenlerin öldürülmeleriyle sonuçlanacak olan oyun adasına geri getirilmiştir. Bu döngüde, oyuncuların tek başlarına olmaktansa takım halinde daha kuvvetli olacaklarını düşünerek birbirlerine nasıl tutundukları anlatılıyor ki, oyuncular içinde kaba kuvvetiyle dikkat çeken ve suça meyilli bir karakter dikkat çekiyor bu kısımda. Çünkü herkes bu mafyatik karakterle aynı takımda yer almak istiyor. Hiçbir takım tarafından kabul görmeyen bir kadın oyuncu, topluluğun en zayıf halkasıdır ve en güçlü karakter üzerinde dişiliğini kullanarak, onunla aynı takımda yer almayı başarıyor. Suça meyilli de olsa güçlüden yana tavır alma teması işlenmiş. Makyavelizm’in küçük topluluğa izdüşümü. Bir anda hapishane anlatımlarında rastladığımız koğuş ağalığı ve emir komuta zincirine doğal bir geçiş görürüz. Gerilimin çok yükseldiği bu kısımda oyunun adaletinden dem vurularak “survival of the fitest” (güçlü olan hayatta kalır) teması anlatılır ki, gerçek yaşamda adeta bir liberal kapitalizm dayatmasıdır bu.-

 

   Oyun devam ediyordur, bir gece ansızın bir kışkırtma sonucu, farklı takımların oyuncuları birbirine girer. Kızılca kıyamet koparken, bir anda ışıklar söndürülür. Karanlık, insanların korku ve panikle birbirlerine saldırma içgüdülerini ele geçirir ve gece, oyuncuların neredeyse yarısının daha ölümüyle sonuçlanır. –Anlarız ki bu kışkırtma da oyunun bir parçasıdır. Sosyal hayatın bire bir kopyasıdır. Provokasyon sonucu birbiriyle hiçbir düşmanlığı olmayan insanların birbirlerine nasıl bir anda düşman edildikleri ve ölümüne savaştıkları gösterilmiş.-

 

   Oyun ilerledikçe başkahramanın pek çok tesadüfler sonucu hayatta kalmasının, 2008 yapımı Slumdog Milyoner filmine bir gönderme, olduğunu düşünüyorum. Sadece tek kişinin kazanan olması, işin ucunda çok fazla para olması ve pek çok tesadüfün bir araya gelmesi gibi unsurlarıyla, bu filme bir selam gönderilmiş. –Bu tesadüfler zinciri, neoliberal kapitalizmin bir kişiyi nasıl da milyonlar sahibi yapabildiğini anlatmış. Sadece bir örnek, bir numune üzerinden milyarlarca insanın kandırılması ve vahşi bir sistemin içine itilmesi daha net anlatılamazdı.-   

 

   İki kişi arasında oynanacağı açıklanan misket oyunu için, insanlar bireysel olarak takım arkadaşı aramaya koyulurlar. Herkes yine en güçlüyle takım olma düşüncesindedir. En zayıf halka olan kadın ve zayıf olduğu her halinden belli olan ihtiyarla kimse eşleşmek istemez. Yarışmacı sayısı tek sayıdadır ve bir kişi açıkta kalacaktır. Kadın açıkta kalır. Kafasında simgeler olan silahlı adamlar onu götürürler. 456 numarayla, ihtiyar 001 numara, takım arkadaşı olurlar. 456 numaralı başkahraman dizinin en başından beri ihtiyar adama Amca demekte ve onu koruyup kollamaktadır. Bu koruma ve acıma duygularıyla amcasını yalnız bırakmamış ve ona birlikte oynamayı teklif etmiştir. –Buradaki koruma içgüdüsü aslında korunma içgüdüsüyle bir itişme içindedir. Kadına karşı tüm topluluğun tavrı W. Reich’in Faşizmin Kitle Psikolojisiyle açıklanabilirken, 456’nın ihtiyarı eş olarak seçmesini, koruma ve korunma itişmesinde şuura çıkmış bir mantıkta görürüz. Salgında da yaşlılarımızı korumak için onları yalnızlaştırmıştık, filmde sanki yalnızlaştırmamak gerektiğine yönelik bir serzeniş sezdim ki, şuur içgüdünün önüne çıkartılmıştı.- Misket oyununda aynı takımda yer alan iki kişiden kaybeden diğeri öldürülür. 001 numaralı ihtiyarın gidip gelen aklı yüzünden 456 numaralı oyuncu oyunu kaybetse bile, ihtiyar ona son misketi verir ve “kanka değil miyiz?” der. Bir el ateş sesi duyulur…

 

   456 kişiden çok az kişinin kaldığı sondan ikinci oyunda, yine başkahramanımızın tesadüf eseri seçtiği son numara, aslında onu sonunculuğun avantajıyla kurtaracaktır. Üç kişi kalmışlardır artık. -Burada Huizinga’ya dönmek istiyorum. Oyuncuları tanımlarken, oyun içinde kuralları ihlâl eden etik dışı davrananı ‘mızıkçı’ olarak adlandırırken, oyunu tamamen bırakıp gidene ‘oyunbozan’ der.- Üç kişiden biri başkahramanımızdır. Biri onun mahallesinden, küçükken squid game’i (kalamar oyununu) birlikte oynadığı biridir. Fakat bu adam sistemin “doğrularıyla” yetişmiş, iyi üniversitelerde okumuş bir beyaz yakalıdır. Büyük paralar kaybetmiş, diğerleri gibi avare olmayan bir karakterdir. Başkahramanımız ne kadar tesadüf bir biçimde sona kalmışsa, bu karakter bir o kadar mızıkçılıkla ve etik dışı davranışlarıyla sağ kalabilmiştir. Üçüncü kişi bir kadındır. Oyundaki ilerleyişi hep kenarda köşede sinsice takipleri sayesinde mümkün olabilmiştir. Sistemin köleliğine karşı durmanın yolunu fırıldakçılıkta bulmuş ama hep eline yüzüne bulaştırdığı için sistemin tipik bir kaybedeni durumuna düşmüştür. Beyaz yakalı, son oyunda yaralanan kadını yine etik dışı bir şekilde ölüme terk eder ve final oyununu başkahramanımızla oynamaya “hak” kazanır.      

 

   Finalde iki oyuncu acımasız bir rekabetle birbirlerine saldırır ve öldürmeye çalışırlar. Beyaz yakalıyla başkahramanımız arasında son ana dek süren mücadelede nihayet başkahraman yerde canıyla cebelleşen arkadaşına oyundan çekilme kararını açıklar. Ama beyaz yakalı elindeki bıçakla dramatik bir şekilde kendini öldürür. –Finalin dramatikliği sistem içi beyaz yakalının diğerine “sen oyunbozanlık edemezsin, sınıfım gereği burada kararı ben veririm ve mızıkçılık yaparım” mesajıdır adeta. Oyunu bozmaya yönelik girişimlerin sonuçsuz kalacağına dair kaderci bir anlatım görüyoruz. Ayrıca Kuzey ve Güney Kore olarak bölünmeye dek gitmiş olunan iç savaşa (kardeş kavgasına) da göndermelere tüm sezon boyu ara ara gözümüz ilişiyor. -

 

   Kahramanımız banka hesabında parayı görür görmesine ama mahalle arkadaşının annesine ve en son ölen kadının küçük kardeşine verdiği bir bavul paradan başka kendisi için hesabın tek kuruşuna dokunmaz. Şeker hastası anasını evde ölmüş olarak bulur. Onu ameliyat ettirmeye yetişememiştir. Tüm bunların üzerinden bir yıl geçer. Bir çağrı alır. Arayan 001 numaradır ve makineye bağlı yaşıyordur. Onun asıl oyun kurucu olduğunu öğrenir. Oyunun içinde olmanın izlemekten daha eğlenceli olduğunu söyler ihtiyar ona. Bunu duyunca daha da yıkılır kahramanımız. Son kez bir iddiaya girerler. Binanın altında duran ve donarak ölmek üzere olan adama biri gelip yardım eder ve onu kurtarırsa kahramanımız ihtiyarı öldürecektir. Tersi olursa ihtiyar onu… Saatler geçer, aşağıdaki adamı kurtarmak için bir araba durur. Başkahraman ihtiyarı öldürmek için hamle ettiğinde bakar ki ihtiyar kendi fişini kendisi çekmiş.

-Oyun kurucuların her tür mızıkçılığı yapma hakları olduğunu, oyunu bozmanınsa imkânsızlığını izlediğimiz bu sekiz bölümlük serinin ikinci sezonu olacak mı bilmiyorum. Ama başkahraman, küçük kızının yanına giderken kendisini kandıranın başka kurbanları da kandırmaya çalıştığını görünce, gitmekten vazgeçip uçağa binmediğine göre, kalıp bu VIP’lerle savaşma kararı almış olmalı. Saçlarını savaşı sembolize eden kırmızıya boyatmasının da tesadüf olmadığını düşünüyorum.-

 

Kaynaklar:

Metin And - Oyun ve Bügü,

Johan Huizinga - Homo Ludens,

W. Reich - Kitle Faşizm Psikolojisi

 

Jale AK