Domalan sözcüğünü sakın müstehcen algılamayınız, domalan mantar demektir halk dilinde. Hani yağmur sonrası pıtır pıtır biter ya toprakta, onun adıdır işte domalan. Zehirli domalanlar vardır yerseniz eyvah! Zehirlilerini artık tanıyoruz, yemiyoruz. Bir de zehirsiz domalanlar var. Beyaz apak pamuk gibi. Onları afiyetle yiyebilirsiniz zararsızdırlar. Haşlaması mide bulantısı yapar. Bol yağlanıp fırına verilmişi makbuldür, üzerine de bol kaşar… Kaşar-domalan, en sevdiğimdir.
Jeopolitik nedir peki? Emektir jeopolitik. Gülmeyin
çok ciddiyim. Bu sözcük ilk kimler tarafından ittirilmiş dünyaya? Bilen biliyor
tabii de, ben bilmeyenler için anımsatayım, ilk Almanlar kullanmışlar. Sonra da
İngilizler kullanmışlar bu sözü. Kolonyal dönemin önemli bir politik
kavramıdır. Rusları sıcak denizlere çıkarmamak, Baltık denizine ve Karadeniz’e
hapsetmek amacıyla güneye ve doğu-batı eksenine yatay ve dikey harita hatları
belirleyip, tampon bölgeler oluşturmuşlar ve bu amaçlarını diri tutmuşlardır. Neymiş?
Emekmiş jeo-politik. Bizim memlekette edebiyat yapanların da işte böyle
jeo-politik emekleri ve emelleri olduğunu görüyor ve seziyoruz. Bol kaşarlı
domalan ordusu, Türk Edebiyatı karşısına, ‘Türkçe Edebiyat’ı koymuşlar ve bu
kavramı tartışmaya açmışlar.
Jeopolitik; kavramsal olarak öyle bir hâl almıştır
ki sonraları, gücü gücüne yetene zor gücüyle, yetmeyene ise taş
atarak/attırarak serpilen bu sömürü düzeni siyasi dilinin vazgeçilmez kavramı
haline gelmiştir.
Ancak ne var ki bu kavramın karşısına
ekonomi-politik kondu XVII. Yüzyıl başlarında. 1615'te Fransa'da Antoine de Montchretien’in yazdığı, Siyasal
İktisat İncelemesi (Traite de l'economie politique) adlı kitapta yer aldı.
Marks bu kavramı jeo-politik siyasi bakışa karşı kullanmıştır. Çünkü
jeo-politik hamlelerin önüne hep, “neden?” sorusunu koymak gerektiğini düşünmüş
ve asıl gerçekliğin burada yani ekonomide olduğunu vurgulamıştır kuramlarında. Siyasete
sol taraftan bakmanın adeta ön koşuludur yani, diğer bakış açısıyla eşzamanlı,
ekonomi-politik bir açı.
Gelin görün ki
kendini çok sıkı sosyalist diye pazarlayan bir takım ‘edebiyatçı’ tayfa ki biz
bunlara kısaca Cihangir tayfası diyoruz, adeta sömürü diliyle memlekete bir
‘Türkçe Edebiyat’ kavramı sokmaya çalışarak, örneği de Belçika’daki Fransızca
edebiyattan verme gafletinde bulunuyorlar. Efendim Belçika’da Fransızca
Edebiyat deniliyormuş. Yani Fransız olmamasına karşın Fransızca konuşulan kantonda,
Fransızca Edebiyat yapılıyorsa, Türkiye’de de Türk olmayanlar ‘Türkçe Edebiyat’
yaparmış. Bu edebiyatın jeo-politik domalanlarına sorarım, aynı kavramı
Fransa’da, Almanya’da hâşâ Rusya’da –tövbe bismillah- kullanabilirler mi acaba?
Düşünsenize Kırım Türkleri Rusça Edebiyat kavramıyla zilleri takmış oynuyor. Ya
da örneği daha bizden verelim, Güney Azerbaycan’a Tebriz’e gidelim. Bu çağın
deli divanesi, büyük destan şairi öz be öz Türk Şehriyar, ‘Farsça Edebiyat’ mı
yaptı? Bunu İran’da söyleyin de sıkıysa, recmetsinler sizi oracıkta. Tüm
şiirlerini Farsça yazmış olan büyük şair, İran Edebiyatı’nda önemli bir yere
sahiptir. Sadece “Haydar Baba’ya Selam” destanını Türkçe yazmıştır. O bir Türk
şairidir ama İran Edebiyatı’na da aidiyeti vardır, kullandığı dil sebebiyle,
Türk Edebiyatına da dâhili vardır büyük destanı ve ruhu sebebiyle.
Şimdi gelelim Türk
Edebiyatı ve ‘Türkçe Edebiyat’ kavramlarına.
‘Türkçe Edebiyat’
diyenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartır ve onu sadece biçim üzerinden
tanımlar. Bir nesnenin o nesne olmasının en önemli alameti başka bir nesne
olmaması, yani Rus Edebiyatı olmaması, Fransız Edebiyatı olmaması veya Amerikan
Edebiyatı olmamasındandır… Ve bütün bunlar olmadığı için Türk Edebiyatı olmasıdır.
Diyalektik bunu gerektiriyor öyle değil mi?
‘Türkçe Edebiyat’
kavramında ısrar edenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartarak, onu güç
aldığı, beslendiği, kendi doğasından, ateşinden, Kurtuluş Savaşından,
Yunus’undan, Pir Sultan Abdallarından, yani kendi doğasından, toprağından
kopartarak, onu tartılabilecek, ölçülebilecek hale getirerek, vikipedileştirmeye
çalışmaktadırlar. Oysaki bir edebiyat, yalnızca gramatik, orfografik manzumeler
bütünü değildir. Edebiyat bir halkın ruhudur, maneviyatıdır, aşkıdır, nefretidir,
ayrılığıdır, hasretidir, gözyaşıdır, var oluşudur, can suyudur.
Bir kavramı
nesnelliğinden kopartıp sadece biçime indirgeyen ideoloji düpedüz
operasyonalizmdir. Operasyonal davranış pozitivizmi, pozitivizm ise idealizmi
beraberinde getirir. Zaten biz neoliberal solun Y-CHP ve HDP ile birlikte,
tarikatlarla olan ilişkilerini görmüyor muyuz? Nesnellikten kopuş nedir? Türk
Edebiyatı göklerde oluşmadı ki. Hayal dünyasında da oluşmadı. Türk Edebiyatını
oluşturan, belli tarihi koşullardır ve tüm bunlardan kopuk değildir. Onu bu
tarihi koşullarından soyutlayarak kopartmak pozitivistlerin başlıca görevidir.
Bu düşünce sistemi diyalektiğe aykırıdır.
“Bir milli edebiyat
her şeyden önce evrensel konuların bu toprağa, bu topluma ait özelliklerini bu
toplum üzerinden tasvir ederek, aynı zamanda dünyaya yansıtması demektir. Nazım
Hikmet’in Kuvva-i Milliye Destanı her ne kadar Rusçaya, Çinceye, İngilizce’ye
ve Hintçeye tercüme edilse de Türk Edebiyatı’na aittir. Çünkü Rusların da Çinlilerin
de Amerikalıların da Hintlilerin de zamanında verdikleri kurtuluş savaşlarını,
o destanla mukayese etme ve Türklerin verdiği mücadeleyle özdeşleşme imkânı
sağlar. Böylelikle halkların irticaya karşı verdikleri evrensel mücadeleyi
yansıtan edebiyatların, Türkiye’ye ait olan kısmına Türk Edebiyatı denir.” (Vüqar
Xezaralı)
Türk Edebiyatı ne demektir
anlatıyoruz ama, birilerine daha Türk kimliğini bile bir türlü anlatamadık ve
anlatamayacağız. Türk kimliğini etnisiteye indirgemeye çalışanların sağır kulaklarına
daha fazla bağıracak değiliz. Biz sadece sol tandans üzerinden yola çıkanların,
çıktıkları o yoldaki sefaletlerinden ve çelişkilerinden bahsedebiliriz. O
çelişkilerle kendilerine nasıl bir jeopolitik rol verildiğinden ve bunun da
düpedüz bir sömürü dili, operasyonal bir dil olduğundan dem vurabiliriz. Kalkmışlar
üç kantondan oluşan Belçika üzerinden vermişler örneği. Türkiye’de kaç kanton
var? Hiç. Kaç kanton olsun isterdiniz? Üç? Beş? Nece Edebiyat olsun başka
meselâ? İşte bu kullanılan dil bölücü bir dildir. ‘Türkçe Edebiyat’ kavramı
adeta havada asılı bırakılmış, tarihten, coğrafyadan, kültürden ve her
şeyimizden arındırılmış kuru, soluksuz ve ölü bir kavramdır. Bizlerse Türk
Milletiyiz ve hâlâ yaşıyoruz, yaşayacağız. Bir karış toprağımız da dilimiz de
edebiyatımız da kimsenin sofra mezesi, canı öyle istedi diye küçültebileceği,
eğip bükebileceği, nesnelliğinden kopartabileceği unsurlar ve kavramlar
değillerdir. Herkes aklını başına alsın, biz daha ölmedik.
Jale AK
29.Kasım.2021
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder