Kimdir Abdulrazak Gurnah ve ona neden Edebiyat dalında
Nobel ödülü verilmiştir?
Aslında ‘Nobel nedir ve neden verilir?’ sorusuna
takılmışımdır yıllardır. Sömürü siyasetinin, diğer alanlardan çok daha fazla,
sanat üzerinden ve sanatın en etkin dalları olan edebiyat ve müzik üzerinden
yürütüldüğü aşikârdır. Böyle olmasına karşın biçim üzerinden gidilerek, “ay ne
şaheser gitar solosu o öyle” ya da “ahh o nasıl bir hazan tasviridir mirim”
denilerek bunların çok yüksek edebiyat, çok yüksek müzik, hatta öyle yüksek ki,
mazmunu yani içeriği eleştirmeye kalkıştığınızda maazallah ‘sanattan anlamayan’
hatta ‘körkütük cahil’ olarak adlandırılmanız kaçınılmaz olacaktır. Yani biçim
biçim biçim. Ötesini incelemeye gerek yoktur Nobel’i verenler ve o ödülleri
parlatanlara göre. Koskoca Nobel ödülünü almış deyip, susturuverirler insanı.
Onaylanmışlığın beynelmilel mührüdür bu ödül. Eleştirilmezliğin görünmez
kilidi, dokunulmazlığın mor renkli kaftanıdır. Orhan Pamuk’un da babaannem dediydi’den
ibaret tarihi(!) romanı, eleştirilemez olmamış mıydı? Biz eleştirdik tabii.
Tarihi belgeleriyle ispatlıdır ki Ermenilere soykırım yapılmamıştır. İçerik
olarak yalan yanlış olmakla kalmayan “eser”, biçim olarak da pek bir ahım
şahımlık taşımamaktadır. Ama sömürgeci siyasetin Nobelcileri kendisini derhal
tescillemiş, ödülünü vermiş ve böylece kitabındaki içeriği de bu yolla herkeslere
bir güzel ittirmiştir. Sıkıysa eleştirin. Sıkıysa tek bir laf edin.
Aklıma Şener Şen, Uğur Yücel ve Osman Cavcı’nın
başrollerini oynadıkları Muhsin Bey
filmi geldi şimdi. Filmde taşralı bir türkücü (Uğur Yücel) için türkü kaseti
yapmaya çalışıyordu Muhsin Bey rolündeki Şener Şen. Ses yarışmasına sokar ilkin
o genci. Ama bir de öğrenilir ki yarışma şikeli, birinci çoktan belli… Derken
akıllarına parlak(!) bir fikir gelir: “Neden bir yarışma organize etmiyoruz?” Yarışmayı
kendimiz organize edersek, birinciyi de kendimiz seçeriz diyorlar yani kısaca.
Neyse, giriş kısmını bu kadar uzatmamın tek sebebi, bu türden ‘dünya çapında’
ödüllerin hangi amaca hizmet ettiğine yani içeriğine bakmanın önemine dikkat
çekmek istememdir. Biçime bakmak kolaydır nispeten. Dili, üslubu, pek
yükseklerdeki edebi değeri vs…
***
Abdurrazak Gurnah, 1948’de, Almanların ve
İngilizlerin kolonyal sömürüsüne maruz kalan doğu Afrika’da, Zanzibar’da doğmuş, Tanzanyalı bir
edebiyatçı. 1968’de İngiltere’ye göç edip, üniversite eğitimini İngiltere’de
tamamlamış ve eserlerini İngilizce yazıyor. Kitapları arasında ‘Cennet’ (1998) Adam
yayınlarından, diğerleri ( Terkediş – 2016, Son Hediye – 2017, Sessizliğe
Hayranlık – 2018, Deniz Kenarında – 2021, Kumdan Yürek – 2021) İletişim
yayınlarından Türkçeye çevriliyor ve yayımlanıyor. İlginçtir ki Nobel ödülünü
alana dek, pek tanınan okunan bir edebiyatçı olmamasıyla biliniyor.
Amerika ve Avrupa, mızrak çuvala sığmamaya
başladığında ne yapar çok iyi biliriz. Derhal siparişlerini verir ve
yaptıklarının ört-bas edilmesi için kolları sıvar, kendisini suçlamayan yumuşak
geçişlerle ve “yüksek edebiyatla” bezenmiş eserlerle bir güzel el yüz yıkar.
Bir de bakarsınız suçlular, vahşiler, gerçek barbarlar temize çıkartılmış. Hem
de kim tarafından? Tanzanyalı bir yazar tarafından. Ben burada edebiyatın
çıtasının yüksekliğiyle değil, temize çıkma öyküsünün kurnazlığıyla ve tüm
dünyanın nasıl aptal yerine konduğuyla ilgileniyorum. Post-kolonyal
terbiyesizliğin ve ikiyüzlülüğün boyutlarıdır beni alakadar eden.
Göç, kimlik meseleleri, etnik farklar vs…
Kitaplarında derinlemesine işlediği meselelere ve bu anlatılara bizim ülkemizde
kimlerin “sahip çıktığına” bakınca, zaten konuyu çiğneyerek ağzınıza vermek
düşüncesinde değilim. Kimlerin kim ve ne oldukları, herkesin malûmu. Örneğin
İletişim Yayınları’nın kurucusu Murat Belge, AKP’nin açılım sürecinde, akil
adamlar listesindeydi. Balyoz Ergenekon diye adlandırdıkları davalar sürerken,
görevinden alınıp hapsedilen amiraller için; “Daha karpuz kesecektik” manşeti
atan Taraf Gazetesi’nde yazıyordu, Birikim ve T24’te de düzenli olarak yazıyor.
***
Batı Roma İmparatorluğu’nu büyük kavimler göçü yıkmıştı.
Bu yıkılışta latince kökenli ‘foederati’ unsurunun rolü büyüktür. Sözcük anlamı
müttefiklik olan foederatiler (müttefikler), Roma’nın sınırlarında savaştığı ve
talan ettiği bölgelerdeki “barbarlar” tayfalarından oluşuyordu. Sınırlardaki bu
sürtüşmeler Gotlarla -Vizigotlar, Ostrogotlar-, Vandallarla (Cermen tayfaları),
Slavlarla, Gepidlerle, Lombardlarla, Franklarla sürüp giderken, nihayet bu
unsurlarla bir takım anlaşmalara varıp, onlara sınır güvenliklerini korumaları
karşılığında para ve toprak vermişlerdi. Bu bölgeler birer foederatiydiler. Yani
şimdiki adıyla federasyondu. Önceleri bu müttefiklik Batı Roma sınırlarında bir
korunma kalkanı gibi düşünüldüyse de, sonradan tampon görevi görmekten
vazgeçmişler ve arkalarından gelen diğer “barbarlarla” birleşip Roma’yı
yıkmışlardır. Kendini Roma’nın mirasçısı sayan batı, bu sihirli tarihi bilgiyi
hiç aklından çıkartamıyor olsa gerek ki, şimdiki sömürü sistemini bu
foederatiler (sözde müttefiklikler), yani federasyonlar üzerinden, başka ulus
devletlere güzelce kakalama rolünü üstleniyor.
Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık gibi kavramları,
neoliberal ekonomik açılımımızla ve kayıt dışı yedek işçi ordusuna aç gözlü
burjuvazimizin, iştahla ihtiyaç duymasıyla beraber öğrendik. Eskiden toptancı
yaklaşımlar sergilediğimiz, bir sözcükle geçiştirip, mülteci ya da göçmen
dediklerimizin hangisi sığınmacı, hangisi göçmen işçi ve hangisi mültecidir
artık gayet iyi biliyoruz. Burada resmi statülerini ön plana çıkartmaksızın
anlatmak istediğim, bu insanların o veya bu sebeple kendi yerlerinden
yurtlarından ayrılmış oldukları ve kendi yurdunda yaşayamayan insan sayısının dünyada
aşağı yukarı 600 milyon kişi civarında olduğu gerçeğidir. Ve tıpkı Batı Roma’da
köleler üzerinden elde edilen artı değer gibi, şimdinin artı değeri de bu
görünmez yedek işçi ordusundan yani göçmenler üzerinden çıkarılmaktadır. Roma
İmparatorluğu’nda yerli ahaliye sadece ekmek veriliyordu ve onlar hiçbir iş
yapmıyordu. Sadece arenada gladyatör dövüşlerini izleyerek içgüdüleri
sömürülüyordu. Şimdi de göç alan yedek işçi ordusu çalıştıran (biz de dâhil)
ülkelere baktığımızda yerli halkın –ekseriyetle- hiçbir iş yapmadığını
görüyoruz. Fransa’daki sarı yelek hareketi bu sebeple gerçekleşmiştir. ‘İşten
boşa çıkma’ durumu Avrupa’da nispeten daha fazladır zira.
***
Post-kolonyal edebiyatın ‘kırık aynası’ denilmiş Birikim
dergisinde Abdulrazak Gurnah için. Ve sömürü karşısında ajitasyon yapmadığı
için alkışlanmış. Yani sömürüye karşı bir duruş sergiliyorsanız, bu ajitasyon
olmuş oluyor. Batı, sizin ülkenizde foederati kurma çalışmaları yapabilir. Ajite
etmeye gerek yoktur bunlara göre. Birikim dergisi Gurnah’ı, “Kimliklerin etrafındaki tel örgülerin
kalktığı, dilsel ve ulusal sınırların kaybolduğu bir dünya umudunu simgeliyor” şeklinde
parlatırken, Acaba İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkeleri için de
aynı şeyleri dile getirebiliyor mu? Bu post-kolonyal yedirmeyi
sporda da görmüyor muyuz? Adı Fransız Milli Takımı ama oyuncuların tümüne
yakını Afrika kökenli. Shakespeare de, yazdığı oyununa Afrika kökenli
Othello’yu tesadüfen koymamıştır herhalde.
Nobel ödüllü
Abdulrazzak Gurnah’ın kitaplarını okurken bu pencereden bakmayı da unutmayınız.
Sevgi ve dostlukla.
Jale AK
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder