Muhalif rolü oynarken,
29 Ocak 2022 Cumartesi
Endüstriyel muhalefet çanağı
16 Aralık 2021 Perşembe
Ant
ANT
Yeniden
tanışmak her uykuda,
Aynı
kâbusla, aynı kâbusla
Antlar
suçsuz yere mahkûm
Kefensiz
yatan yoksulun
Kemik
parmaklıklarında.
Korkular
uçsuz yerlere firar
Deprem
sarsıntılarıyla pompalanan
Yüreğinde
yurdun.
Kımıldayamaz
hâlde, bu beden felç
Uyku
genç, zaman geç, ölüm genç
Çelişkiler
yığını düğüm boğazlar içre
Bir
saz örgüsü dipdiri, ses tellerinde
Ve
iri taneli sözleriyle kaynıyor türkü
Dili
kara, dili acı, dili sivri.
Ağıtların
her dem kanlı olur yarası
Ölümünü
bekler sinsi leşçi sürüsü
Ölmez
olur hey dost ozan gözyaşı
Bilmez
misin o beklemek sana nafile
Karabasan
inmeli, çolak topraklar
Çorak
yürekleriyle bekler
Bütün
korkaklar
Sıraya
girdi şimdi
Leş
etiyle avunanlar
Akbabalar,
Çakallar,
Ve
sonra sırtlanlar;
Bilin
ki bu kâbusu tanıyanlar var
Helâlleşmez
hiç kimseyle
Koskoca
Dumlupınar
Korkuları
ona gömdük
Dönmezler
gayrı
Andımız
var baştanbaşa
Al
gelincik ırmağı.
Bilin
ki onu hâlâ
Kana
kana içeriz biz
İçmekle
de kalmayıp,
Diz
vuranlardanız biz.
“Ant”
j.ak
3.Aralık.2021
SQUID GAME (KALAMAR OYUNU) - ÇÖZÜMLEME
Netflix – Dizi - 2021
Yaratıcı:
Hwang Don Hyug
Baş
roller: Jung-jae Lee, Park Hae-so, Heo Sung Tae
Ülke:
Güney Kore
Konusu:
Mali kriz yaşayan ve bir şekilde sistem dışına çıkmış ya da çıkarılmış yüzlerce
insanın akıl almaz paralar teklif edilerek bir “oyun” içine çekilmeleri, ancak
ne var ki oynanacak olan bir dizi çocuk oyununun her biri sonunda, elenenlerin
ölecek olmaları ve bu önemli ayrıntıyı bilmemeleri.
Tüm dünyada izlenme rekorları kıran dizi
filmin çözümlenmesinde, izlememiş olan dostları uyarmalıyım, film ilk sezonun
sonuna kadar anlatılarak analiz edildi.
Sekiz bölümden oluşan birinci sezonun ilk bölümü,
kırmızı ışık yeşil ışık adını
taşıyor. İlk bölümde yoksul insanların hayat mücadelesi karşısındaki
çaresizliği çok çarpıcı görsel anlatımlarla sahneleniyor. Öyle ki, karşılarına
paraya ilişkin sunulan teklif, sonu düşünmeden tüm kurbanları oyunun içine
çekiyor. Başroldeki Lee Jung-jae kumar borçları yüzünden mafyanın eline
düşmüştür ve çok düşünmeden bu gizemli oyunu kabul eder. Tüm kurbanlar toplam
456 kişidir ve kostümlerinin üzerinde numaraları yazılıdır. Oynanacak olan her
oyun, çocuk oyunlarından seçilmiştir. -Çocukluk
çağı oyunları, her insanın hafızasında saflığı barındırır. Hafızanın
derinliklerinde temiz kalmışlığın neredeyse kalesi gibidir o bölüm. Yoksulun elinde
kalan tek değeri, hafızasındaki tek tük çocukluk anıları da böylece kirlenecek
ve canlarıyla beraber zenginlerin eğlence mezesi haline dönüşecektir. İçgüdülerimizin
bile sermaye tarafından reklâmla ele geçirilip güdüldüğü bu sistemde, hafızada
yer eden anıların bile istismarı, kayda değerdir. Değerleri allak bullak eden bu başlangıç
bölümünde, zaten kurbanlar yarı yarıya azalmışlar, birinci oyunu kaybedenler
öldürülmüşlerdir.-
Oyun içinde “asayiş” sağlayanların yüzlerini
kapatan maskelerin üzerinde kare, üçgen ve daire simgelerini görüyoruz.
Aralarındaki hiyerarşi bu simgelerle anlatılmış. Emir veren emri uygulayan ve
ölüleri ortadan kaldıranlar. -Bu
simgelerle Sony’nin ürettiği play station oyununda tanışmıştık. Sembol anlatım,
bize onların da sistemin köleleri olduğunu vurguluyor. Sistem içi köleler,
sistem dışı kurbanları gütmektedir.-
Cehennem,
şemsiyeli adam, takıma sadık kal, adil bir dünya, kanka, vip’ler, gemi aslanı olarak
adlandırılan diğer bölümlerde, oyunun kurallarına ilişkin detaylar dikkat
çekicidir. Oyunu locasından izleyen maskeli VIP’ler için daha cazip hale
getirme amaçlı çoğunluk oylamasına bile rastlıyoruz. Çoğunluk eğer milyonlarca
dolarlık ödülden vazgeçer ve canını kurtarmak isterse, oyun bitecek ve herkes
eski yoksul haline geri dönebilecektir. Öyle de olur. Ancak 001 numaralı ihtiyar
oyuncu 456 numaralı (başrol) oyuncusu da dâhil, vazgeçen herkesi yeniden
kandırmayı başarır ve oyun yeniden sürdürülmeye başlar. Ne pahasına olursa
olsun hırslara yenik düşme ve kazanma hırsı dramatik bir aktarımla antagonist
çelişkileri ortadan kaldırıyor. - Oyun
olgusuna ilişkin kuramcılardan Johan Huizinga’ya değinmek istiyorum. İdealist
bir filozof olan Huizinga, hayvanlardan örnekler vererek, insanların da oyunu
amaçsızca oynadıklarını iddia eder. Kuramını anlattığı kitabı Homo Ludens yani
Oyuncu İnsan, adeta Homo Sapiens’in - Düşünen İnsan’ın ve Homo Faber – Yapıcı
insan karşısına konur bu kitapta. Hayvanlar avlanmaya ve çiftleşmeye ilişkin
içgüdüsel davranışlarını yansıtırlar oysa oyunlarına. Bu durum insanın da en
derin içgüdülerinde yer alır elbette. Ama insan topluluklarına ve oyunlarına
baktığımızda, pagan ayinlerinden tek tanrılı dinlere kadar sergilenen dini ritüeller
olsun, savaşa ve günlük yaşam becerilerine ait olsun, düşünen insana ait
içeriktedir. Savaşa hazırlık, yaşama hazırlık, inanç ve toplumsal yaşamın
bütünleyicisidir. ‘Düşüncesizce’ değildir hiçbiri. Huizinga’nın düşüncesizce
diye değerlendirdiği oyunlarda, mutlanmak, kardeşleşmek topluluğun bir parçası
olmak gibi daha sayabileceğimiz pek çok unsur amaçsallık barındırır.-
Oyuna yeniden dönülmüştür. Herkes yine aynı
numarasıyla, kaybedenlerin öldürülmeleriyle sonuçlanacak olan oyun adasına geri
getirilmiştir. Bu döngüde, oyuncuların tek başlarına olmaktansa takım halinde
daha kuvvetli olacaklarını düşünerek birbirlerine nasıl tutundukları
anlatılıyor ki, oyuncular içinde kaba kuvvetiyle dikkat çeken ve suça meyilli
bir karakter dikkat çekiyor bu kısımda. Çünkü herkes bu mafyatik karakterle
aynı takımda yer almak istiyor. Hiçbir takım tarafından kabul görmeyen bir
kadın oyuncu, topluluğun en zayıf halkasıdır ve en güçlü karakter üzerinde
dişiliğini kullanarak, onunla aynı takımda yer almayı başarıyor. – Suça
meyilli de olsa güçlüden yana tavır alma teması işlenmiş. Makyavelizm’in küçük
topluluğa izdüşümü. Bir anda hapishane anlatımlarında rastladığımız koğuş
ağalığı ve emir komuta zincirine doğal bir geçiş görürüz. Gerilimin çok yükseldiği
bu kısımda oyunun adaletinden dem vurularak “survival of the fitest” (güçlü
olan hayatta kalır) teması anlatılır ki, gerçek yaşamda adeta bir liberal
kapitalizm dayatmasıdır bu.-
Oyun devam ediyordur, bir gece ansızın bir
kışkırtma sonucu, farklı takımların oyuncuları birbirine girer. Kızılca kıyamet
koparken, bir anda ışıklar söndürülür. Karanlık, insanların korku ve panikle
birbirlerine saldırma içgüdülerini ele geçirir ve gece, oyuncuların neredeyse
yarısının daha ölümüyle sonuçlanır. –Anlarız
ki bu kışkırtma da oyunun bir parçasıdır. Sosyal hayatın bire bir kopyasıdır.
Provokasyon sonucu birbiriyle hiçbir düşmanlığı olmayan insanların birbirlerine
nasıl bir anda düşman edildikleri ve ölümüne savaştıkları gösterilmiş.-
Oyun ilerledikçe başkahramanın pek çok tesadüfler
sonucu hayatta kalmasının, 2008 yapımı Slumdog Milyoner filmine bir gönderme,
olduğunu düşünüyorum. Sadece tek kişinin kazanan olması, işin ucunda çok fazla
para olması ve pek çok tesadüfün bir araya gelmesi gibi unsurlarıyla, bu filme
bir selam gönderilmiş. –Bu tesadüfler
zinciri, neoliberal kapitalizmin bir kişiyi nasıl da milyonlar sahibi
yapabildiğini anlatmış. Sadece bir örnek, bir numune üzerinden milyarlarca
insanın kandırılması ve vahşi bir sistemin içine itilmesi daha net
anlatılamazdı.-
İki kişi arasında oynanacağı açıklanan
misket oyunu için, insanlar bireysel olarak takım arkadaşı aramaya koyulurlar.
Herkes yine en güçlüyle takım olma düşüncesindedir. En zayıf halka olan kadın ve
zayıf olduğu her halinden belli olan ihtiyarla kimse eşleşmek istemez.
Yarışmacı sayısı tek sayıdadır ve bir kişi açıkta kalacaktır. Kadın açıkta
kalır. Kafasında simgeler olan silahlı adamlar onu götürürler. 456 numarayla,
ihtiyar 001 numara, takım arkadaşı olurlar. 456 numaralı başkahraman dizinin en
başından beri ihtiyar adama Amca demekte ve onu koruyup kollamaktadır. Bu
koruma ve acıma duygularıyla amcasını yalnız bırakmamış ve ona birlikte
oynamayı teklif etmiştir. –Buradaki
koruma içgüdüsü aslında korunma içgüdüsüyle bir itişme içindedir. Kadına karşı
tüm topluluğun tavrı W. Reich’in Faşizmin Kitle Psikolojisiyle
açıklanabilirken, 456’nın ihtiyarı eş olarak seçmesini, koruma ve korunma
itişmesinde şuura çıkmış bir mantıkta görürüz. Salgında da yaşlılarımızı
korumak için onları yalnızlaştırmıştık, filmde sanki yalnızlaştırmamak
gerektiğine yönelik bir serzeniş sezdim ki, şuur içgüdünün önüne çıkartılmıştı.-
Misket oyununda aynı takımda yer alan iki kişiden kaybeden diğeri
öldürülür. 001 numaralı ihtiyarın gidip gelen aklı yüzünden 456 numaralı oyuncu
oyunu kaybetse bile, ihtiyar ona son misketi verir ve “kanka değil miyiz?” der.
Bir el ateş sesi duyulur…
456 kişiden çok az kişinin kaldığı sondan
ikinci oyunda, yine başkahramanımızın tesadüf eseri seçtiği son numara, aslında
onu sonunculuğun avantajıyla kurtaracaktır. Üç kişi kalmışlardır artık. -Burada Huizinga’ya dönmek istiyorum. Oyuncuları
tanımlarken, oyun içinde kuralları ihlâl eden etik dışı davrananı ‘mızıkçı’
olarak adlandırırken, oyunu tamamen bırakıp gidene ‘oyunbozan’ der.- Üç
kişiden biri başkahramanımızdır. Biri onun mahallesinden, küçükken squid game’i
(kalamar oyununu) birlikte oynadığı biridir. Fakat bu adam sistemin
“doğrularıyla” yetişmiş, iyi üniversitelerde okumuş bir beyaz yakalıdır. Büyük
paralar kaybetmiş, diğerleri gibi avare olmayan bir karakterdir.
Başkahramanımız ne kadar tesadüf bir biçimde sona kalmışsa, bu karakter bir o
kadar mızıkçılıkla ve etik dışı davranışlarıyla sağ kalabilmiştir. Üçüncü kişi
bir kadındır. Oyundaki ilerleyişi hep kenarda köşede sinsice takipleri
sayesinde mümkün olabilmiştir. Sistemin köleliğine karşı durmanın yolunu
fırıldakçılıkta bulmuş ama hep eline yüzüne bulaştırdığı için sistemin tipik
bir kaybedeni durumuna düşmüştür. Beyaz yakalı, son oyunda yaralanan kadını
yine etik dışı bir şekilde ölüme terk eder ve final oyununu başkahramanımızla
oynamaya “hak” kazanır.
Finalde iki oyuncu acımasız bir rekabetle
birbirlerine saldırır ve öldürmeye çalışırlar. Beyaz yakalıyla başkahramanımız
arasında son ana dek süren mücadelede nihayet başkahraman yerde canıyla
cebelleşen arkadaşına oyundan çekilme kararını açıklar. Ama beyaz yakalı
elindeki bıçakla dramatik bir şekilde kendini öldürür. –Finalin dramatikliği sistem içi beyaz yakalının diğerine “sen
oyunbozanlık edemezsin, sınıfım gereği burada kararı ben veririm ve mızıkçılık
yaparım” mesajıdır adeta. Oyunu bozmaya yönelik girişimlerin sonuçsuz
kalacağına dair kaderci bir anlatım görüyoruz. Ayrıca Kuzey ve Güney Kore
olarak bölünmeye dek gitmiş olunan iç savaşa (kardeş kavgasına) da göndermelere
tüm sezon boyu ara ara gözümüz ilişiyor. -
Kahramanımız banka hesabında parayı görür
görmesine ama mahalle arkadaşının annesine ve en son ölen kadının küçük
kardeşine verdiği bir bavul paradan başka kendisi için hesabın tek kuruşuna
dokunmaz. Şeker hastası anasını evde ölmüş olarak bulur. Onu ameliyat ettirmeye
yetişememiştir. Tüm bunların üzerinden bir yıl geçer. Bir çağrı alır. Arayan
001 numaradır ve makineye bağlı yaşıyordur. Onun asıl oyun kurucu olduğunu
öğrenir. Oyunun içinde olmanın izlemekten daha eğlenceli olduğunu söyler
ihtiyar ona. Bunu duyunca daha da yıkılır kahramanımız. Son kez bir iddiaya
girerler. Binanın altında duran ve donarak ölmek üzere olan adama biri gelip
yardım eder ve onu kurtarırsa kahramanımız ihtiyarı öldürecektir. Tersi olursa
ihtiyar onu… Saatler geçer, aşağıdaki adamı kurtarmak için bir araba durur.
Başkahraman ihtiyarı öldürmek için hamle ettiğinde bakar ki ihtiyar kendi
fişini kendisi çekmiş.
-Oyun kurucuların her tür mızıkçılığı yapma
hakları olduğunu, oyunu bozmanınsa imkânsızlığını izlediğimiz bu sekiz bölümlük
serinin ikinci sezonu olacak mı bilmiyorum. Ama başkahraman, küçük kızının
yanına giderken kendisini kandıranın başka kurbanları da kandırmaya çalıştığını
görünce, gitmekten vazgeçip uçağa binmediğine göre, kalıp bu VIP’lerle savaşma
kararı almış olmalı. Saçlarını savaşı sembolize eden kırmızıya boyatmasının da
tesadüf olmadığını düşünüyorum.-
Kaynaklar:
Metin And - Oyun ve Bügü,
Johan Huizinga - Homo Ludens,
W. Reich - Kitle Faşizm Psikolojisi
Jale
AK
KADANS
Memlekette olup bitenleri şu sıra bisikletteki yüksek kadansa benzetiyorum. Hep gerilim, hep yüksek performans, hep bir yokuş yukarı ve sert vitesle zincir kırma eğilimlerinde görüyorum maazallah. Hem de iktidarıyla muhalefetiyle. Hazır örneği bisikletten vermişken sayın iktidar ve muhterem muhalefet sanki tandem bisiklete binmişler. Öndeki bir veriyor kadans ayarını, takım eşi aynı performansla uçuyor. Tandemler yarışıyor. Aynı dinin aynı mezhebinin başka başka yollarının takdimi tebliği ve en asil duyguların savunuculuğu için yarışıyorlar. Bu ulvi ve yüksek hissiyatlarından zerrece kuşkumuz yok tabii ki. Hani bizim endişemiz zincir kırılmasın, yolda kalmasınlar/kalmayalım gibisinden.
Performans bu, bir açıldı mı tutamazsın
artar da artar. Bunun da adı “zirve”dir. Zirvenin de zirvesi, limitsiz bir
atılım. Zaten ne diyordu modern olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin?
“Daima en hızlı, en yükseğe, en uzağa” En en en derken, dediğinin saçmalığını
kendi de anladı ve sporcuların da can taşıdığını, insan bedenini sınırsızca
zorlamanın ölümlere yol açtığını görüp, üzüntüsünden inzivada geçirdi ömrünün
son demlerini. Nihayetinde yüz metre 1 saniyede mi koşulacaktı? Yüksek rekoru
Everest mi olacaktı yani? Uzun atlamada ekvator mu dönülecekti? Her şey bir
yere kadardı. Çünkü insan bu işte ne kadar da zirve sporcusu olsa, son yıllarda
farklar hep milimetrik.
Ama bizim siyasete bir bakıyoruz, hiç öyle
mi? Bir kere asla milimetrik değil bizde rekorlar. Hatta milimle santimle
metreyle ölçülemez. Fersah fersah böyle. Vallahi Coubertin sağ olsa kesin bizim
büyüklerimizi, kanaat önderlerimizi kıskanır ve bu klasmanda dünya çapında bir
organizasyona imzasını atardı. Biz Türk Milleti olarak ne şanslı ne mübarek bir
milletiz ki, hissiyat kadansında da birinciliği kimselere bırakmadık.
Peygamberliğe kadar götürdük işleri.
Voltaire (François M. Arouet)’in Candide
eserini okuyanlar çoktur ama okumayanlar için çok kısa, Candide kahramanımızdır
iyimser kahraman. Arkadaşlarıyla dünyayı gezer. Ama bir olumsuz bir de kötümser
karakter vardır üç kişiler. Fransa’da tutuklanırlar, Portekiz’de öyle olur,
şurda böyle olur bir türlü bir tutunamamakla sürüklenen hikâyenin sonunda kahramanımız
Candide Türklerin yurduna gelir ve burada bir dervişle tanışır. Derviş ona “Bahçemizi
yetiştirelim” deyince Candide hayatın anlamını bulur.
Hikâyedeki açarımız bahçemizi yetiştirelim
mottosu sublimasyonun dibidir tabii. Emek, insanı her tür kötü alışkanlıktan
uzak tutar minvalinde bir öğreti ve içersinde pek çok ironi ve didaktik öğreti
vardır. E haliyle öyle olacak 18.yy neticede.
Bu hikâyeyi düşününce “heh” diyorum “tam
bizim siyasilerimiz ve dini kanaat önderlerimiz gibi.”
“Bizim şimdiki güncel dervişlerimiz de
bahçelerini yetiştiriyor” diyorum. Tabii toprak erozyona uğruyor fıtratı
gereği, o yüzden şimdiki bahçeler okyanustaki gemiler, hasat, pudra şekeri.
Olsun. Volteire de yaşasa görse ve yeniden yazsa, Candide’i yine de Türk
dervişlerine emanet ederdi. Hele yeni peygamberimizden haberi olsa kim bilir o
da Coubertine gibi nasıl hislenirdi. Zaten dünya bizi boşuna kıskanmıyor.
Kadans çok, limit yok!
***
Ama Volteire filan dedim ya, aklıma onun
Bababec adlı kısa hikayesi de düşmedi değil.
Neden diye sormayın, Bababec işte. O hiç
bizim gösterişli din tebliğcilerimiz gibi değil, bmw’si, gösterişli cübbeleri,
gemileri, bin apartman dairesi filan yok. Bilakis. Anadan üryan çivilerin
üstüne oturmuş boynuna kapkalın zincirleri vurmuş, ööyle, saatlerce ermenin,
göğün otuz beşinci katına yükselmenin bilinciyle esriyor. Evet, örneği
Hindistan’da geçen bir hikâyeden vermiş olabilirim. Diyeceksiniz ki yahu burası
Türkiye, sen ne Hindistan’ı zırvalıyorsun?” Aaa öyle demeyin bizim peygamber
iddiasındaki dervişimiz, “Ben” diyor, “seçilmişim İrfan Abi” diyor. “Bu
seçilmiş insanlardan, Budistlerde de var, Musevilerde de.” Yani işte sırf bu
yüzden Bababec’ten verdim örneği. O da Brahman. Gymnosophistler, Janguisler hep
aynı öğretinin kademeleri. Kitapları Shasta, Asya’nın en eski kitabı Zend’den
bile eski…
Bababec adlı hikâyede Omri karakteri,
üreten çalışan, komşuluk ilişkilerinde aile ilişkilerinde arkadaşlık
ilişkilerinde on numara bir adam. Çocuklarına da çok iyi davranıyor hatta,
kafalarını okşuyor vurmuyor diyeyim. Tatlı dilli güler yüzlü bir adam. Ama
böyle olmasına karşın Bababec ona öldüğünde göğün ancak on dokuzuncu katına
kadar çıkabileceğini, çünkü hayatında bir kez bile derisine çivi batırmadığı
için bundan fazlasına zırnık yükselemeyeceğini söylüyor.
Neyse, Omri, allem eder kellem eder, bizim
Bababec’i “normal” şartlarda yaşamaya ikna edip evine getirir. Bababec
banyosunu yapar tertemiz giysiler giyip güzel kokular sürünür. Halinden
memnundur. Ama günler geçtikçe bir de bakar ki önünde kuyruklar olan, sırf
kendisinden iki çift feyizli lâf işitmek için akın akın huzuruna koşan insanlar
bir anda puf diye uçup gitmiştir etrafından. Zenginleşince saygınlığını
yitirmiştir halk nezdinde yani kısaca. Ama Bababec böylesi bir önemsizliği
kendine yediremez ve derhal üstündeki elbiseleri çıkarır, zincirlerini dolar
boynuna ve çivilerinin üzerine geçer oturur yeniden. Ve eski saygınlığını
kazanır.
Bizim buralardaysa durum bunun tam tersi
işte niyeyse artık?
Bizim dervişler, âlimler siyaset ve kanaat
önderleri nedense zenginleştikçe onlara saygı artıyor. Ne kadar az
çalışıyorlarsa o kadar hürmet görüyorlar, ne kadar pahalı saatleri, yüzükleri,
arabaları ve kaç bin apartman daireleri varsa, hep ama hep doğru orantılı
olarak artıyor kitleleri, gelen gidenleri. “Bahçelerini yetiştiriyorlar” acaba
ondan mı? İhaleler, gemiler, pudra şekerleri…
Artık bahçemizde bunlar yetişiyor çünkü. Başka
ürünler var mı benim kulağıma çalınan hasatlar bunlar. Domates biber ekelim
desek öyle bir bahçemiz de kalmadı artık. Zira seralarımız yaylalarımız ormanlarımız
yandı gitti. Ama olsun, son model dervişlerimiz âlimlerimiz ve hatta yepyeni
peygamberimiz bile var.
Tek sorunları kadans işte. Onun ayarı da, bir
tuttu mu var ya, ohoo uçarız cümleten.
Jale AK
6. Eylül.2021
EDEBİYATIN JEO-POLİTİK DOMALANLARI
Domalan sözcüğünü sakın müstehcen algılamayınız, domalan mantar demektir halk dilinde. Hani yağmur sonrası pıtır pıtır biter ya toprakta, onun adıdır işte domalan. Zehirli domalanlar vardır yerseniz eyvah! Zehirlilerini artık tanıyoruz, yemiyoruz. Bir de zehirsiz domalanlar var. Beyaz apak pamuk gibi. Onları afiyetle yiyebilirsiniz zararsızdırlar. Haşlaması mide bulantısı yapar. Bol yağlanıp fırına verilmişi makbuldür, üzerine de bol kaşar… Kaşar-domalan, en sevdiğimdir.
Jeopolitik nedir peki? Emektir jeopolitik. Gülmeyin
çok ciddiyim. Bu sözcük ilk kimler tarafından ittirilmiş dünyaya? Bilen biliyor
tabii de, ben bilmeyenler için anımsatayım, ilk Almanlar kullanmışlar. Sonra da
İngilizler kullanmışlar bu sözü. Kolonyal dönemin önemli bir politik
kavramıdır. Rusları sıcak denizlere çıkarmamak, Baltık denizine ve Karadeniz’e
hapsetmek amacıyla güneye ve doğu-batı eksenine yatay ve dikey harita hatları
belirleyip, tampon bölgeler oluşturmuşlar ve bu amaçlarını diri tutmuşlardır. Neymiş?
Emekmiş jeo-politik. Bizim memlekette edebiyat yapanların da işte böyle
jeo-politik emekleri ve emelleri olduğunu görüyor ve seziyoruz. Bol kaşarlı
domalan ordusu, Türk Edebiyatı karşısına, ‘Türkçe Edebiyat’ı koymuşlar ve bu
kavramı tartışmaya açmışlar.
Jeopolitik; kavramsal olarak öyle bir hâl almıştır
ki sonraları, gücü gücüne yetene zor gücüyle, yetmeyene ise taş
atarak/attırarak serpilen bu sömürü düzeni siyasi dilinin vazgeçilmez kavramı
haline gelmiştir.
Ancak ne var ki bu kavramın karşısına
ekonomi-politik kondu XVII. Yüzyıl başlarında. 1615'te Fransa'da Antoine de Montchretien’in yazdığı, Siyasal
İktisat İncelemesi (Traite de l'economie politique) adlı kitapta yer aldı.
Marks bu kavramı jeo-politik siyasi bakışa karşı kullanmıştır. Çünkü
jeo-politik hamlelerin önüne hep, “neden?” sorusunu koymak gerektiğini düşünmüş
ve asıl gerçekliğin burada yani ekonomide olduğunu vurgulamıştır kuramlarında. Siyasete
sol taraftan bakmanın adeta ön koşuludur yani, diğer bakış açısıyla eşzamanlı,
ekonomi-politik bir açı.
Gelin görün ki
kendini çok sıkı sosyalist diye pazarlayan bir takım ‘edebiyatçı’ tayfa ki biz
bunlara kısaca Cihangir tayfası diyoruz, adeta sömürü diliyle memlekete bir
‘Türkçe Edebiyat’ kavramı sokmaya çalışarak, örneği de Belçika’daki Fransızca
edebiyattan verme gafletinde bulunuyorlar. Efendim Belçika’da Fransızca
Edebiyat deniliyormuş. Yani Fransız olmamasına karşın Fransızca konuşulan kantonda,
Fransızca Edebiyat yapılıyorsa, Türkiye’de de Türk olmayanlar ‘Türkçe Edebiyat’
yaparmış. Bu edebiyatın jeo-politik domalanlarına sorarım, aynı kavramı
Fransa’da, Almanya’da hâşâ Rusya’da –tövbe bismillah- kullanabilirler mi acaba?
Düşünsenize Kırım Türkleri Rusça Edebiyat kavramıyla zilleri takmış oynuyor. Ya
da örneği daha bizden verelim, Güney Azerbaycan’a Tebriz’e gidelim. Bu çağın
deli divanesi, büyük destan şairi öz be öz Türk Şehriyar, ‘Farsça Edebiyat’ mı
yaptı? Bunu İran’da söyleyin de sıkıysa, recmetsinler sizi oracıkta. Tüm
şiirlerini Farsça yazmış olan büyük şair, İran Edebiyatı’nda önemli bir yere
sahiptir. Sadece “Haydar Baba’ya Selam” destanını Türkçe yazmıştır. O bir Türk
şairidir ama İran Edebiyatı’na da aidiyeti vardır, kullandığı dil sebebiyle,
Türk Edebiyatına da dâhili vardır büyük destanı ve ruhu sebebiyle.
Şimdi gelelim Türk
Edebiyatı ve ‘Türkçe Edebiyat’ kavramlarına.
‘Türkçe Edebiyat’
diyenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartır ve onu sadece biçim üzerinden
tanımlar. Bir nesnenin o nesne olmasının en önemli alameti başka bir nesne
olmaması, yani Rus Edebiyatı olmaması, Fransız Edebiyatı olmaması veya Amerikan
Edebiyatı olmamasındandır… Ve bütün bunlar olmadığı için Türk Edebiyatı olmasıdır.
Diyalektik bunu gerektiriyor öyle değil mi?
‘Türkçe Edebiyat’
kavramında ısrar edenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartarak, onu güç
aldığı, beslendiği, kendi doğasından, ateşinden, Kurtuluş Savaşından,
Yunus’undan, Pir Sultan Abdallarından, yani kendi doğasından, toprağından
kopartarak, onu tartılabilecek, ölçülebilecek hale getirerek, vikipedileştirmeye
çalışmaktadırlar. Oysaki bir edebiyat, yalnızca gramatik, orfografik manzumeler
bütünü değildir. Edebiyat bir halkın ruhudur, maneviyatıdır, aşkıdır, nefretidir,
ayrılığıdır, hasretidir, gözyaşıdır, var oluşudur, can suyudur.
Bir kavramı
nesnelliğinden kopartıp sadece biçime indirgeyen ideoloji düpedüz
operasyonalizmdir. Operasyonal davranış pozitivizmi, pozitivizm ise idealizmi
beraberinde getirir. Zaten biz neoliberal solun Y-CHP ve HDP ile birlikte,
tarikatlarla olan ilişkilerini görmüyor muyuz? Nesnellikten kopuş nedir? Türk
Edebiyatı göklerde oluşmadı ki. Hayal dünyasında da oluşmadı. Türk Edebiyatını
oluşturan, belli tarihi koşullardır ve tüm bunlardan kopuk değildir. Onu bu
tarihi koşullarından soyutlayarak kopartmak pozitivistlerin başlıca görevidir.
Bu düşünce sistemi diyalektiğe aykırıdır.
“Bir milli edebiyat
her şeyden önce evrensel konuların bu toprağa, bu topluma ait özelliklerini bu
toplum üzerinden tasvir ederek, aynı zamanda dünyaya yansıtması demektir. Nazım
Hikmet’in Kuvva-i Milliye Destanı her ne kadar Rusçaya, Çinceye, İngilizce’ye
ve Hintçeye tercüme edilse de Türk Edebiyatı’na aittir. Çünkü Rusların da Çinlilerin
de Amerikalıların da Hintlilerin de zamanında verdikleri kurtuluş savaşlarını,
o destanla mukayese etme ve Türklerin verdiği mücadeleyle özdeşleşme imkânı
sağlar. Böylelikle halkların irticaya karşı verdikleri evrensel mücadeleyi
yansıtan edebiyatların, Türkiye’ye ait olan kısmına Türk Edebiyatı denir.” (Vüqar
Xezaralı)
Türk Edebiyatı ne demektir
anlatıyoruz ama, birilerine daha Türk kimliğini bile bir türlü anlatamadık ve
anlatamayacağız. Türk kimliğini etnisiteye indirgemeye çalışanların sağır kulaklarına
daha fazla bağıracak değiliz. Biz sadece sol tandans üzerinden yola çıkanların,
çıktıkları o yoldaki sefaletlerinden ve çelişkilerinden bahsedebiliriz. O
çelişkilerle kendilerine nasıl bir jeopolitik rol verildiğinden ve bunun da
düpedüz bir sömürü dili, operasyonal bir dil olduğundan dem vurabiliriz. Kalkmışlar
üç kantondan oluşan Belçika üzerinden vermişler örneği. Türkiye’de kaç kanton
var? Hiç. Kaç kanton olsun isterdiniz? Üç? Beş? Nece Edebiyat olsun başka
meselâ? İşte bu kullanılan dil bölücü bir dildir. ‘Türkçe Edebiyat’ kavramı
adeta havada asılı bırakılmış, tarihten, coğrafyadan, kültürden ve her
şeyimizden arındırılmış kuru, soluksuz ve ölü bir kavramdır. Bizlerse Türk
Milletiyiz ve hâlâ yaşıyoruz, yaşayacağız. Bir karış toprağımız da dilimiz de
edebiyatımız da kimsenin sofra mezesi, canı öyle istedi diye küçültebileceği,
eğip bükebileceği, nesnelliğinden kopartabileceği unsurlar ve kavramlar
değillerdir. Herkes aklını başına alsın, biz daha ölmedik.
Jale AK
29.Kasım.2021
POST-KOLONYAL KÜLTÜREL BOMBA: “NOBEL”
Kimdir Abdulrazak Gurnah ve ona neden Edebiyat dalında
Nobel ödülü verilmiştir?
Aslında ‘Nobel nedir ve neden verilir?’ sorusuna
takılmışımdır yıllardır. Sömürü siyasetinin, diğer alanlardan çok daha fazla,
sanat üzerinden ve sanatın en etkin dalları olan edebiyat ve müzik üzerinden
yürütüldüğü aşikârdır. Böyle olmasına karşın biçim üzerinden gidilerek, “ay ne
şaheser gitar solosu o öyle” ya da “ahh o nasıl bir hazan tasviridir mirim”
denilerek bunların çok yüksek edebiyat, çok yüksek müzik, hatta öyle yüksek ki,
mazmunu yani içeriği eleştirmeye kalkıştığınızda maazallah ‘sanattan anlamayan’
hatta ‘körkütük cahil’ olarak adlandırılmanız kaçınılmaz olacaktır. Yani biçim
biçim biçim. Ötesini incelemeye gerek yoktur Nobel’i verenler ve o ödülleri
parlatanlara göre. Koskoca Nobel ödülünü almış deyip, susturuverirler insanı.
Onaylanmışlığın beynelmilel mührüdür bu ödül. Eleştirilmezliğin görünmez
kilidi, dokunulmazlığın mor renkli kaftanıdır. Orhan Pamuk’un da babaannem dediydi’den
ibaret tarihi(!) romanı, eleştirilemez olmamış mıydı? Biz eleştirdik tabii.
Tarihi belgeleriyle ispatlıdır ki Ermenilere soykırım yapılmamıştır. İçerik
olarak yalan yanlış olmakla kalmayan “eser”, biçim olarak da pek bir ahım
şahımlık taşımamaktadır. Ama sömürgeci siyasetin Nobelcileri kendisini derhal
tescillemiş, ödülünü vermiş ve böylece kitabındaki içeriği de bu yolla herkeslere
bir güzel ittirmiştir. Sıkıysa eleştirin. Sıkıysa tek bir laf edin.
Aklıma Şener Şen, Uğur Yücel ve Osman Cavcı’nın
başrollerini oynadıkları Muhsin Bey
filmi geldi şimdi. Filmde taşralı bir türkücü (Uğur Yücel) için türkü kaseti
yapmaya çalışıyordu Muhsin Bey rolündeki Şener Şen. Ses yarışmasına sokar ilkin
o genci. Ama bir de öğrenilir ki yarışma şikeli, birinci çoktan belli… Derken
akıllarına parlak(!) bir fikir gelir: “Neden bir yarışma organize etmiyoruz?” Yarışmayı
kendimiz organize edersek, birinciyi de kendimiz seçeriz diyorlar yani kısaca.
Neyse, giriş kısmını bu kadar uzatmamın tek sebebi, bu türden ‘dünya çapında’
ödüllerin hangi amaca hizmet ettiğine yani içeriğine bakmanın önemine dikkat
çekmek istememdir. Biçime bakmak kolaydır nispeten. Dili, üslubu, pek
yükseklerdeki edebi değeri vs…
***
Abdurrazak Gurnah, 1948’de, Almanların ve
İngilizlerin kolonyal sömürüsüne maruz kalan doğu Afrika’da, Zanzibar’da doğmuş, Tanzanyalı bir
edebiyatçı. 1968’de İngiltere’ye göç edip, üniversite eğitimini İngiltere’de
tamamlamış ve eserlerini İngilizce yazıyor. Kitapları arasında ‘Cennet’ (1998) Adam
yayınlarından, diğerleri ( Terkediş – 2016, Son Hediye – 2017, Sessizliğe
Hayranlık – 2018, Deniz Kenarında – 2021, Kumdan Yürek – 2021) İletişim
yayınlarından Türkçeye çevriliyor ve yayımlanıyor. İlginçtir ki Nobel ödülünü
alana dek, pek tanınan okunan bir edebiyatçı olmamasıyla biliniyor.
Amerika ve Avrupa, mızrak çuvala sığmamaya
başladığında ne yapar çok iyi biliriz. Derhal siparişlerini verir ve
yaptıklarının ört-bas edilmesi için kolları sıvar, kendisini suçlamayan yumuşak
geçişlerle ve “yüksek edebiyatla” bezenmiş eserlerle bir güzel el yüz yıkar.
Bir de bakarsınız suçlular, vahşiler, gerçek barbarlar temize çıkartılmış. Hem
de kim tarafından? Tanzanyalı bir yazar tarafından. Ben burada edebiyatın
çıtasının yüksekliğiyle değil, temize çıkma öyküsünün kurnazlığıyla ve tüm
dünyanın nasıl aptal yerine konduğuyla ilgileniyorum. Post-kolonyal
terbiyesizliğin ve ikiyüzlülüğün boyutlarıdır beni alakadar eden.
Göç, kimlik meseleleri, etnik farklar vs…
Kitaplarında derinlemesine işlediği meselelere ve bu anlatılara bizim ülkemizde
kimlerin “sahip çıktığına” bakınca, zaten konuyu çiğneyerek ağzınıza vermek
düşüncesinde değilim. Kimlerin kim ve ne oldukları, herkesin malûmu. Örneğin
İletişim Yayınları’nın kurucusu Murat Belge, AKP’nin açılım sürecinde, akil
adamlar listesindeydi. Balyoz Ergenekon diye adlandırdıkları davalar sürerken,
görevinden alınıp hapsedilen amiraller için; “Daha karpuz kesecektik” manşeti
atan Taraf Gazetesi’nde yazıyordu, Birikim ve T24’te de düzenli olarak yazıyor.
***
Batı Roma İmparatorluğu’nu büyük kavimler göçü yıkmıştı.
Bu yıkılışta latince kökenli ‘foederati’ unsurunun rolü büyüktür. Sözcük anlamı
müttefiklik olan foederatiler (müttefikler), Roma’nın sınırlarında savaştığı ve
talan ettiği bölgelerdeki “barbarlar” tayfalarından oluşuyordu. Sınırlardaki bu
sürtüşmeler Gotlarla -Vizigotlar, Ostrogotlar-, Vandallarla (Cermen tayfaları),
Slavlarla, Gepidlerle, Lombardlarla, Franklarla sürüp giderken, nihayet bu
unsurlarla bir takım anlaşmalara varıp, onlara sınır güvenliklerini korumaları
karşılığında para ve toprak vermişlerdi. Bu bölgeler birer foederatiydiler. Yani
şimdiki adıyla federasyondu. Önceleri bu müttefiklik Batı Roma sınırlarında bir
korunma kalkanı gibi düşünüldüyse de, sonradan tampon görevi görmekten
vazgeçmişler ve arkalarından gelen diğer “barbarlarla” birleşip Roma’yı
yıkmışlardır. Kendini Roma’nın mirasçısı sayan batı, bu sihirli tarihi bilgiyi
hiç aklından çıkartamıyor olsa gerek ki, şimdiki sömürü sistemini bu
foederatiler (sözde müttefiklikler), yani federasyonlar üzerinden, başka ulus
devletlere güzelce kakalama rolünü üstleniyor.
Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık gibi kavramları,
neoliberal ekonomik açılımımızla ve kayıt dışı yedek işçi ordusuna aç gözlü
burjuvazimizin, iştahla ihtiyaç duymasıyla beraber öğrendik. Eskiden toptancı
yaklaşımlar sergilediğimiz, bir sözcükle geçiştirip, mülteci ya da göçmen
dediklerimizin hangisi sığınmacı, hangisi göçmen işçi ve hangisi mültecidir
artık gayet iyi biliyoruz. Burada resmi statülerini ön plana çıkartmaksızın
anlatmak istediğim, bu insanların o veya bu sebeple kendi yerlerinden
yurtlarından ayrılmış oldukları ve kendi yurdunda yaşayamayan insan sayısının dünyada
aşağı yukarı 600 milyon kişi civarında olduğu gerçeğidir. Ve tıpkı Batı Roma’da
köleler üzerinden elde edilen artı değer gibi, şimdinin artı değeri de bu
görünmez yedek işçi ordusundan yani göçmenler üzerinden çıkarılmaktadır. Roma
İmparatorluğu’nda yerli ahaliye sadece ekmek veriliyordu ve onlar hiçbir iş
yapmıyordu. Sadece arenada gladyatör dövüşlerini izleyerek içgüdüleri
sömürülüyordu. Şimdi de göç alan yedek işçi ordusu çalıştıran (biz de dâhil)
ülkelere baktığımızda yerli halkın –ekseriyetle- hiçbir iş yapmadığını
görüyoruz. Fransa’daki sarı yelek hareketi bu sebeple gerçekleşmiştir. ‘İşten
boşa çıkma’ durumu Avrupa’da nispeten daha fazladır zira.
***
Post-kolonyal edebiyatın ‘kırık aynası’ denilmiş Birikim
dergisinde Abdulrazak Gurnah için. Ve sömürü karşısında ajitasyon yapmadığı
için alkışlanmış. Yani sömürüye karşı bir duruş sergiliyorsanız, bu ajitasyon
olmuş oluyor. Batı, sizin ülkenizde foederati kurma çalışmaları yapabilir. Ajite
etmeye gerek yoktur bunlara göre. Birikim dergisi Gurnah’ı, “Kimliklerin etrafındaki tel örgülerin
kalktığı, dilsel ve ulusal sınırların kaybolduğu bir dünya umudunu simgeliyor” şeklinde
parlatırken, Acaba İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkeleri için de
aynı şeyleri dile getirebiliyor mu? Bu post-kolonyal yedirmeyi
sporda da görmüyor muyuz? Adı Fransız Milli Takımı ama oyuncuların tümüne
yakını Afrika kökenli. Shakespeare de, yazdığı oyununa Afrika kökenli
Othello’yu tesadüfen koymamıştır herhalde.
Nobel ödüllü
Abdulrazzak Gurnah’ın kitaplarını okurken bu pencereden bakmayı da unutmayınız.
Sevgi ve dostlukla.
Jale AK
Tenhayım
tenhayım gittin gideli
12 Kasım 2021 Cuma
çünkü dostum
Nicedir isim arıyorduk
İçimizin hasarlı hisarlarına
Ev yoğurdu mayalayıp
Ucuz marketlerden alınmış
Gevrek banıyorduk gözyaşlarımıza
Kaburga kemiklerimiz
Kalemizde birer mancınık
İzin verse oysa yalnızlık,
Duymazdık onlar gibi
Dökülmüş çıtırtılarını
Güz yapraklarının
Hey gidi memleketimin
Kiriş gacırtıları,
En yüksek puanları alıp
Atanamayanları
Yol uğruna biçilen
Kuzey ormanları
Kanına göz dikilmiş hazır kıta,
Seherin kırağısı cılız bıyıklarında
Ve kısılmış omuzlarıyla
Yoksul çocukları.
Çünkü dostum,
Bir beynin en işlek caddesinde
Yapılır en yüksek hız
Tek gün geçmez orada kazasız
Öyle kıvrımsız, öyle düz
Nehirsiz ırmaksız ve ağaçsız
En son teknolojinin
En rahatsız neon ışıkları bile
Yetmez aydınlatmaya
Öyle bir karanlık
Öyle bir kasvet
Ve üstüne
Öyle sakil bir canfeşanlık.
“çünkü dostum”
j.ak
12. Kasım. 2021
3 Ekim 2021 Pazar
ÖDÜLLERİNİZ TIRAŞ, İŞLERİNİZ FOS, İÇİNİZ BOŞ
Kızılderililer yeni doğan çocuklarına
isim koymaz, sonradan yaptıklarına göre, o adı koyarlarmış. Filmlerden biliriz
ya hani, kurtboğan, oturan boğa, küçük tüy falan. Bizim memlekette de yediği
halta göre isim konacak çocuklar var. Yeni isimler, fonlanan çekirge, sevgi
pıtıcığı, yalancının mumu, mağdur tavşan, omurgasız zıpzıp kelebeği gibi
konulabilir.
Bu defterlerin kapanmayacağını biliyor,
beklemeden de bekliyorduk. Birileri yine “davranın Tellioğulları yeşil vadi
bizimdir” diye sabah akşam esrimeye başladı. Türk Milleti Seferoğullarıyla
Tellioğulları’nın amansız yarışına kilitlendi yine. Bu memleket Cumhuriyet
tarihinin başından beri ne çektiyse gericilerden ve bölücülerden çekti.
Cumhuriyeti bir türlü hazmedemediler. Eşitliği, yurttaşlığı, bir olmayı
beceremediler.
Hep dış mihraklar diyoruz, dışarıdan
kızıştırılıyorlar diyoruz ama dışarısı içerdeki “cevheri” görmese, kızıştırmaya
asla gücü yetmezdi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, ayrıcalıklı sınıflar
görürsünüz. Bunlar kendini asil sanan feodal toprak ağalarıyla din sömürüsü
yapan ruhbanlaşmış sınıfların temsilcileridir. Eşitliği, bölüşmeyi, bir olmayı,
yasalar önünde aynılığı asla içlerine sindiremezler. Yani kısaca gericilik ve
bölücülüğün hammaddesi sınıfsal farktır. Türkiye’de 1980 darbe sonrası dini
siyasete alet etmeyen tek bir siyasi irade olmamıştır. Öncesinde belki vardı
bir iki, ama seksen sonrası sürece bakıyoruz hiç yok. 2002 sonrası dinci parti
AKP’nin kısa zaman içinde yarattığı İslam burjuvazisini en çarpıcı örnekleriyle
görmedik mi? Dünün mazlum ve mağdurları, bugünün zalimleri oldular.
Zenginlikler içinde yüzerken zulmettiler, ediyorlar. Peki, feodaller ne yaptı?
Onlar da asfalt feodalleri haline gelerek kendi etnik burjuvazilerini
palazlandırdılar.
Bu amansız sınıfsal mücadelede, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerini, kendi sınıfsal konumunu koruma dürtüsündeki
muhterislerin ise, onu koruma kollama konusundaki kifayetsizliği hiç de
şaşırtıcı değildir bu yüzden.
Hep deriz ya burjuvazinin milliyeti de,
dini de, imanı da paradır, sermayedir diye. Bu yüzden satın alması en kolay
unsurdur burjuvazi ve dünyanın her yerinde de bu böyledir. İki ülke arasında
kıran kırana savaş gider, fakir çocukları ölür, yoksulun kanı pahasına korumaya
çalıştığı bir avuç toprağı vardır, ama o iki ülkenin burjuvazisi aralarında pek
güzel ticari anlaşmalar hatta ortaklıklara filan girerler. Bunu İkinci Dünya
Savaşı’nda da şimdiki bölgesel hibrit savaşlarda da görürüz. Çok çarpıcı
örnekler vardır hatta uzatmak istemiyorum. Ruslarla Almanlara bakın, Ruslarla
Fransızlara bakın.
Dünya tarihi devrimler ve karşı
devrimlerle doludur. Bu yüzden Atatürk’ün kurucu ilkelerinden biri – bence en
önemlisi- Devrimcilik İlkesidir. Bu ilke sanki hiç yokmuş gibi davrandı boy boy
Atatürk afişleriyle bezenmiş partiler, kifayetsiz muhterisler. Türk Milleti’ni
rehavete sürüklediler. Ne güzel hiç tehlike yokmuş gibi, güldürdüler,
eğlendirdiler. Komedyeni siyasi hicivlerden kaçındı, Ferhan Şensoy gibi büyük
ustaların ‘güldürürken düşündürmek’ kaygısıyla alay eden soytarılar alkışlandı,
baş tacı edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ne kadar kırmızıçizgisi,
değeri, kutsalı varsa, hepsiyle alay edildi, halk bir yandan
fakirleştirilirken, bir yandan sindirildi. Endüstriyel futbol gibi, endüstriyel
sanat oluştu. Bu endüstriyel sanat hep fonlandı, bol alkış, bol takdir, bol
ışık verildi ona. Bu sözde siyasetten uzak isimler, konu bölücülük, konu
gericilik olunca, çeneleri düştü adeta. İyi de zıpzıp kelebeklerim,
omurgasızlarım, hani siz siyaset yapmıyordunuz? İşte bu “siyaset yapmıyoruz”
türü boş teraneyi duyduğunuz an, anlayın ki o herif siyasetin ağa babasını
yapıyordur. En sağda duruyor ve o sağ muhteris siyasetini yapıyordur.
Biz bunu endüstriyel sporda da gördük.
“Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” diyerek sağ siyasetin malzemesi,
reklam aracı oldu ve olmaya devam ediyor yıllardır spor âlemi. Çünkü
zenginlikler fakir halkın başını döndürebilir. Hep bir seçilmiş vardır işin
içinde. Fakirliğin içinden çıkmış, kendi becerileriyle bir yerlere gelmiş ya da
getirilmiş örnekler sunarlar halka. “Bak, sen de çalışıp çabalarsan sen de onun
gibi olabilirsin, milyon dolarları götürebilirsin” algısını oluştururlar.
Sloganlaşmıştır hatta bu: “ÇALIŞ SENİN DE OLSUN” derler.
Oysa artık gelinen vahşi kapitalizm
ekseninde mevzunun sadece çok çalışmakla olamayacağı çoktan bellidir ya, ama
yine de böyle telkin edilir halk. Televizyon ekranlarından, boyalı basından
onların nasıl yaşadığı gösterilir halka. Hangi ünlü mankenle sevgili oldukları,
adeta burnumuza sokulur. Hele de işsizlikten sebep cinsel sublimasyonu bir
türlü gerçekleştiremediği sistem tarafından bilinen halk, kendini bu
“ünlülerin” yaşantısına gark eder. Onların hayatını yaşar adeta. Tabii bu iş
bir de TV dizileriyle filan soslanınca, bu rehavet, tadından yenmez hale gelir.
Ağalı diziler ne kadar revaçtaydı bir ara. Atatürk’ün en çok mücadele ettiği
zevat bunlar değil miydi? Bunlar ve din bezirgânlarıydı. Ama onun
cumhuriyetindeki televizyonlar, ağaları ve onların zenginliklerini ayrıcalıklarını
parlata parlata soktular burnumuza. Cumhuriyet tarihinde sanki sınıfsal farkta
bir uçurum varmış gibi çevrilen filimler, salya sümük izlendi, kimse de demedi,
“yahu o devirde böyle değildi durum” diye. Biz yemiyoruz bunu bilsinler.
Kitleleri kandırdıklarını sanıyorlar, ağızlarına dayamışlar ihanet borazanını,
on kişiden bin kişilik ses çıkıyor diye kendi yalanlarına inanıp, onunla
esrimişler. Ödülleriniz tıraş, işleriniz fos, içiniz boş, hiçbir şey
değilsiniz. Birilerinin malısınız ama o kesin.
Klasik eserlerden de tarihten de biliriz
ki, aristokrasi ilk zamanlarda kendine has soylu davranışlarıyla bilinirdi. Savaşa
ön saflarda gitmek soylu, asil bir davranıştı misal. Hatta ilk çağlarında bu
tavır öyle tuhaftı ki, bir soylunun karşısına ancak bir soylu çıkabilirdi.
Onlar savaşırken asla müdahale edilmezdi. Derken savaş meydanlarındaki bu
tavırdan düello geleneği doğdu. Zaman içinde aristokratlar geleneklerinden
koptular. Amaçsızlık onları içkiye kumara türlü sapkın davranışlara itti.
Kendini Rasputin’e kırbaçlatanlar mı istersiniz, kumar masalarında tüm
servetini verip karısını kızını bile peşkeş edenler mi… Kapitalist çağa
girildiğinde müflisleşen aristokratların soylu adlarını alarak yönetime talip
olmak isteyen burjuva sırtlanlarını görürüz. O soylu adlara sahip olmak da bir
aristokratın kızıyla evlenmek demekti.
Konumuzdan sapmayalım. Günümüz
muhafazakâr siyaseti, neoliberal kapitalizme geçtikten sonra güya eski
gelenekler üzerinden yürüyüp, yeni Osmanlıcılık örtüsüyle saklamaya ve ört bas
etmeye çalışmaktadır koskoca Cumhuriyeti. Atatürk bir burjuva devrimi yapmıştır
tarihi gerekliliği ve ihtiyaçları da son derece akıllıca saptayarak. Ve aç
gözlülüğü öngörülebilir olan burjuvaziyi de devlet kapitalizmiyle
dizginlemiştir. Seksen sonrasının liberal kapitalizme geçiş süreci işte bu
yüzden Cumhuriyetimizin yıkımına çanak tutmada önemli bir mihenktir. Kontrolden
çıkan aç gözlü burjuva, yönetim katmanlarında kendine yer arar, bir basamak
daha çıkıldıkça altta başka katmanlar oluşur, birbirini tetikleyen sarmal,
siyasi iddiaları da işte böyle beraberinde getirir. O iddialar arasında
babalarının mirası gibi yedikleri ve ekonomik olarak zayıflattıkları ülke de
dış mihrakların kolay lokması haline gelir.
Atatürk’ün Türk Milleti’ne atfettiği
ASALET, er meydanında her karışını kanıyla sulayan ve toprağını vatan yapan
yiğitler içindir. Üreten köylüye atfettiği EFENDİLİK, emeği ve alın teriyle
taçlandırdığı ekmeğini kutsal kılanlaradır. Bu değerlerimizle alay edenlere,
söz söyleyenlere, tartışmaya açan ve masalara yatıran ahlaksızların daima
karşısında olacağız. Aç gözlülükten başı dönmüş utanmaz, terbiyesiz sürüsü, siz
kim oluyorsunuz da bu vatanı peşkeş çekiyorsunuz? Zenginlikleriniz kursağınıza
dizilsin. Gidin o masalara kendi zenginliklerinizi, malınızı mülkünüzü,
villalarınızı yatırın. Bu memleketin bir karış toprağını yatıramazsınız siz o
masalara.
Kürt teali uzantısı PKK, HDP, CHP İslam
teali uzantısı AKP İYİ Parti MHP, tarihte yetmedi, şimdi yine yetmeyecek
gücünüz bu millete. Bu millet Türk Milleti. Gazeteci, medyacı sanatçı sepetçi
aparatlarınızla beraber tarihin çöplüğüne gömüleceksiniz.
Jale
AK
1
Ekim.2021