16 Aralık 2021 Perşembe

KADANS

Memlekette olup bitenleri şu sıra bisikletteki yüksek kadansa benzetiyorum. Hep gerilim, hep yüksek performans, hep bir yokuş yukarı ve sert vitesle zincir kırma eğilimlerinde görüyorum maazallah. Hem de iktidarıyla muhalefetiyle. Hazır örneği bisikletten vermişken sayın iktidar ve muhterem muhalefet sanki tandem bisiklete binmişler. Öndeki bir veriyor kadans ayarını, takım eşi aynı performansla uçuyor. Tandemler yarışıyor. Aynı dinin aynı mezhebinin başka başka yollarının takdimi tebliği ve en asil duyguların savunuculuğu için yarışıyorlar. Bu ulvi ve yüksek hissiyatlarından zerrece kuşkumuz yok tabii ki. Hani bizim endişemiz zincir kırılmasın, yolda kalmasınlar/kalmayalım gibisinden.

 

Performans bu, bir açıldı mı tutamazsın artar da artar. Bunun da adı “zirve”dir. Zirvenin de zirvesi, limitsiz bir atılım. Zaten ne diyordu modern olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin? “Daima en hızlı, en yükseğe, en uzağa” En en en derken, dediğinin saçmalığını kendi de anladı ve sporcuların da can taşıdığını, insan bedenini sınırsızca zorlamanın ölümlere yol açtığını görüp, üzüntüsünden inzivada geçirdi ömrünün son demlerini. Nihayetinde yüz metre 1 saniyede mi koşulacaktı? Yüksek rekoru Everest mi olacaktı yani? Uzun atlamada ekvator mu dönülecekti? Her şey bir yere kadardı. Çünkü insan bu işte ne kadar da zirve sporcusu olsa, son yıllarda farklar hep milimetrik.

 

Ama bizim siyasete bir bakıyoruz, hiç öyle mi? Bir kere asla milimetrik değil bizde rekorlar. Hatta milimle santimle metreyle ölçülemez. Fersah fersah böyle. Vallahi Coubertin sağ olsa kesin bizim büyüklerimizi, kanaat önderlerimizi kıskanır ve bu klasmanda dünya çapında bir organizasyona imzasını atardı. Biz Türk Milleti olarak ne şanslı ne mübarek bir milletiz ki, hissiyat kadansında da birinciliği kimselere bırakmadık. Peygamberliğe kadar götürdük işleri.

 

Voltaire (François M. Arouet)’in Candide eserini okuyanlar çoktur ama okumayanlar için çok kısa, Candide kahramanımızdır iyimser kahraman. Arkadaşlarıyla dünyayı gezer. Ama bir olumsuz bir de kötümser karakter vardır üç kişiler. Fransa’da tutuklanırlar, Portekiz’de öyle olur, şurda böyle olur bir türlü bir tutunamamakla sürüklenen hikâyenin sonunda kahramanımız Candide Türklerin yurduna gelir ve burada bir dervişle tanışır. Derviş ona “Bahçemizi yetiştirelim” deyince Candide hayatın anlamını bulur.

 

Hikâyedeki açarımız bahçemizi yetiştirelim mottosu sublimasyonun dibidir tabii. Emek, insanı her tür kötü alışkanlıktan uzak tutar minvalinde bir öğreti ve içersinde pek çok ironi ve didaktik öğreti vardır. E haliyle öyle olacak 18.yy neticede.

 

Bu hikâyeyi düşününce “heh” diyorum “tam bizim siyasilerimiz ve dini kanaat önderlerimiz gibi.”

 

“Bizim şimdiki güncel dervişlerimiz de bahçelerini yetiştiriyor” diyorum. Tabii toprak erozyona uğruyor fıtratı gereği, o yüzden şimdiki bahçeler okyanustaki gemiler, hasat, pudra şekeri. Olsun. Volteire de yaşasa görse ve yeniden yazsa, Candide’i yine de Türk dervişlerine emanet ederdi. Hele yeni peygamberimizden haberi olsa kim bilir o da Coubertine gibi nasıl hislenirdi. Zaten dünya bizi boşuna kıskanmıyor. Kadans çok, limit yok!

 

***

 

Ama Volteire filan dedim ya, aklıma onun Bababec adlı kısa hikayesi de düşmedi değil.

 

Neden diye sormayın, Bababec işte. O hiç bizim gösterişli din tebliğcilerimiz gibi değil, bmw’si, gösterişli cübbeleri, gemileri, bin apartman dairesi filan yok. Bilakis. Anadan üryan çivilerin üstüne oturmuş boynuna kapkalın zincirleri vurmuş, ööyle, saatlerce ermenin, göğün otuz beşinci katına yükselmenin bilinciyle esriyor. Evet, örneği Hindistan’da geçen bir hikâyeden vermiş olabilirim. Diyeceksiniz ki yahu burası Türkiye, sen ne Hindistan’ı zırvalıyorsun?” Aaa öyle demeyin bizim peygamber iddiasındaki dervişimiz, “Ben” diyor, “seçilmişim İrfan Abi” diyor. “Bu seçilmiş insanlardan, Budistlerde de var, Musevilerde de.” Yani işte sırf bu yüzden Bababec’ten verdim örneği. O da Brahman. Gymnosophistler, Janguisler hep aynı öğretinin kademeleri. Kitapları Shasta, Asya’nın en eski kitabı Zend’den bile eski…

 

Bababec adlı hikâyede Omri karakteri, üreten çalışan, komşuluk ilişkilerinde aile ilişkilerinde arkadaşlık ilişkilerinde on numara bir adam. Çocuklarına da çok iyi davranıyor hatta, kafalarını okşuyor vurmuyor diyeyim. Tatlı dilli güler yüzlü bir adam. Ama böyle olmasına karşın Bababec ona öldüğünde göğün ancak on dokuzuncu katına kadar çıkabileceğini, çünkü hayatında bir kez bile derisine çivi batırmadığı için bundan fazlasına zırnık yükselemeyeceğini söylüyor.

 

Neyse, Omri, allem eder kellem eder, bizim Bababec’i “normal” şartlarda yaşamaya ikna edip evine getirir. Bababec banyosunu yapar tertemiz giysiler giyip güzel kokular sürünür. Halinden memnundur. Ama günler geçtikçe bir de bakar ki önünde kuyruklar olan, sırf kendisinden iki çift feyizli lâf işitmek için akın akın huzuruna koşan insanlar bir anda puf diye uçup gitmiştir etrafından. Zenginleşince saygınlığını yitirmiştir halk nezdinde yani kısaca. Ama Bababec böylesi bir önemsizliği kendine yediremez ve derhal üstündeki elbiseleri çıkarır, zincirlerini dolar boynuna ve çivilerinin üzerine geçer oturur yeniden. Ve eski saygınlığını kazanır.

 

Bizim buralardaysa durum bunun tam tersi işte niyeyse artık?

 

Bizim dervişler, âlimler siyaset ve kanaat önderleri nedense zenginleştikçe onlara saygı artıyor. Ne kadar az çalışıyorlarsa o kadar hürmet görüyorlar, ne kadar pahalı saatleri, yüzükleri, arabaları ve kaç bin apartman daireleri varsa, hep ama hep doğru orantılı olarak artıyor kitleleri, gelen gidenleri. “Bahçelerini yetiştiriyorlar” acaba ondan mı? İhaleler, gemiler, pudra şekerleri…

 

Artık bahçemizde bunlar yetişiyor çünkü. Başka ürünler var mı benim kulağıma çalınan hasatlar bunlar. Domates biber ekelim desek öyle bir bahçemiz de kalmadı artık. Zira seralarımız yaylalarımız ormanlarımız yandı gitti. Ama olsun, son model dervişlerimiz âlimlerimiz ve hatta yepyeni peygamberimiz bile var.

 

Tek sorunları kadans işte. Onun ayarı da, bir tuttu mu var ya, ohoo uçarız  cümleten.

 

Jale AK

6. Eylül.2021

 

 

 

 

EDEBİYATIN JEO-POLİTİK DOMALANLARI

 Domalan sözcüğünü sakın müstehcen algılamayınız, domalan mantar demektir halk dilinde. Hani yağmur sonrası pıtır pıtır biter ya toprakta, onun adıdır işte domalan. Zehirli domalanlar vardır yerseniz eyvah! Zehirlilerini artık tanıyoruz, yemiyoruz. Bir de zehirsiz domalanlar var. Beyaz apak pamuk gibi. Onları afiyetle yiyebilirsiniz zararsızdırlar. Haşlaması mide bulantısı yapar. Bol yağlanıp fırına verilmişi makbuldür, üzerine de bol kaşar… Kaşar-domalan, en sevdiğimdir.

Jeopolitik nedir peki? Emektir jeopolitik. Gülmeyin çok ciddiyim. Bu sözcük ilk kimler tarafından ittirilmiş dünyaya? Bilen biliyor tabii de, ben bilmeyenler için anımsatayım, ilk Almanlar kullanmışlar. Sonra da İngilizler kullanmışlar bu sözü. Kolonyal dönemin önemli bir politik kavramıdır. Rusları sıcak denizlere çıkarmamak, Baltık denizine ve Karadeniz’e hapsetmek amacıyla güneye ve doğu-batı eksenine yatay ve dikey harita hatları belirleyip, tampon bölgeler oluşturmuşlar ve bu amaçlarını diri tutmuşlardır. Neymiş? Emekmiş jeo-politik. Bizim memlekette edebiyat yapanların da işte böyle jeo-politik emekleri ve emelleri olduğunu görüyor ve seziyoruz. Bol kaşarlı domalan ordusu, Türk Edebiyatı karşısına, ‘Türkçe Edebiyat’ı koymuşlar ve bu kavramı tartışmaya açmışlar.

Jeopolitik; kavramsal olarak öyle bir hâl almıştır ki sonraları, gücü gücüne yetene zor gücüyle, yetmeyene ise taş atarak/attırarak serpilen bu sömürü düzeni siyasi dilinin vazgeçilmez kavramı haline gelmiştir.

Ancak ne var ki bu kavramın karşısına ekonomi-politik kondu XVII. Yüzyıl başlarında. 1615'te Fransa'da Antoine de Montchretien’in yazdığı, Siyasal İktisat İncelemesi (Traite de l'economie politique) adlı kitapta yer aldı. Marks bu kavramı jeo-politik siyasi bakışa karşı kullanmıştır. Çünkü jeo-politik hamlelerin önüne hep, “neden?” sorusunu koymak gerektiğini düşünmüş ve asıl gerçekliğin burada yani ekonomide olduğunu vurgulamıştır kuramlarında. Siyasete sol taraftan bakmanın adeta ön koşuludur yani, diğer bakış açısıyla eşzamanlı, ekonomi-politik bir açı.

Gelin görün ki kendini çok sıkı sosyalist diye pazarlayan bir takım ‘edebiyatçı’ tayfa ki biz bunlara kısaca Cihangir tayfası diyoruz, adeta sömürü diliyle memlekete bir ‘Türkçe Edebiyat’ kavramı sokmaya çalışarak, örneği de Belçika’daki Fransızca edebiyattan verme gafletinde bulunuyorlar. Efendim Belçika’da Fransızca Edebiyat deniliyormuş. Yani Fransız olmamasına karşın Fransızca konuşulan kantonda, Fransızca Edebiyat yapılıyorsa, Türkiye’de de Türk olmayanlar ‘Türkçe Edebiyat’ yaparmış. Bu edebiyatın jeo-politik domalanlarına sorarım, aynı kavramı Fransa’da, Almanya’da hâşâ Rusya’da –tövbe bismillah- kullanabilirler mi acaba? Düşünsenize Kırım Türkleri Rusça Edebiyat kavramıyla zilleri takmış oynuyor. Ya da örneği daha bizden verelim, Güney Azerbaycan’a Tebriz’e gidelim. Bu çağın deli divanesi, büyük destan şairi öz be öz Türk Şehriyar, ‘Farsça Edebiyat’ mı yaptı? Bunu İran’da söyleyin de sıkıysa, recmetsinler sizi oracıkta. Tüm şiirlerini Farsça yazmış olan büyük şair, İran Edebiyatı’nda önemli bir yere sahiptir. Sadece “Haydar Baba’ya Selam” destanını Türkçe yazmıştır. O bir Türk şairidir ama İran Edebiyatı’na da aidiyeti vardır, kullandığı dil sebebiyle, Türk Edebiyatına da dâhili vardır büyük destanı ve ruhu sebebiyle.  

Şimdi gelelim Türk Edebiyatı ve ‘Türkçe Edebiyat’ kavramlarına.

‘Türkçe Edebiyat’ diyenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartır ve onu sadece biçim üzerinden tanımlar. Bir nesnenin o nesne olmasının en önemli alameti başka bir nesne olmaması, yani Rus Edebiyatı olmaması, Fransız Edebiyatı olmaması veya Amerikan Edebiyatı olmamasındandır… Ve bütün bunlar olmadığı için Türk Edebiyatı olmasıdır. Diyalektik bunu gerektiriyor öyle değil mi?

‘Türkçe Edebiyat’ kavramında ısrar edenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartarak, onu güç aldığı, beslendiği, kendi doğasından, ateşinden, Kurtuluş Savaşından, Yunus’undan, Pir Sultan Abdallarından, yani kendi doğasından, toprağından kopartarak, onu tartılabilecek, ölçülebilecek hale getirerek, vikipedileştirmeye çalışmaktadırlar. Oysaki bir edebiyat, yalnızca gramatik, orfografik manzumeler bütünü değildir. Edebiyat bir halkın ruhudur, maneviyatıdır, aşkıdır, nefretidir, ayrılığıdır, hasretidir, gözyaşıdır, var oluşudur, can suyudur.

Bir kavramı nesnelliğinden kopartıp sadece biçime indirgeyen ideoloji düpedüz operasyonalizmdir. Operasyonal davranış pozitivizmi, pozitivizm ise idealizmi beraberinde getirir. Zaten biz neoliberal solun Y-CHP ve HDP ile birlikte, tarikatlarla olan ilişkilerini görmüyor muyuz? Nesnellikten kopuş nedir? Türk Edebiyatı göklerde oluşmadı ki. Hayal dünyasında da oluşmadı. Türk Edebiyatını oluşturan, belli tarihi koşullardır ve tüm bunlardan kopuk değildir. Onu bu tarihi koşullarından soyutlayarak kopartmak pozitivistlerin başlıca görevidir. Bu düşünce sistemi diyalektiğe aykırıdır.

“Bir milli edebiyat her şeyden önce evrensel konuların bu toprağa, bu topluma ait özelliklerini bu toplum üzerinden tasvir ederek, aynı zamanda dünyaya yansıtması demektir. Nazım Hikmet’in Kuvva-i Milliye Destanı her ne kadar Rusçaya, Çinceye, İngilizce’ye ve Hintçeye tercüme edilse de Türk Edebiyatı’na aittir. Çünkü Rusların da Çinlilerin de Amerikalıların da Hintlilerin de zamanında verdikleri kurtuluş savaşlarını, o destanla mukayese etme ve Türklerin verdiği mücadeleyle özdeşleşme imkânı sağlar. Böylelikle halkların irticaya karşı verdikleri evrensel mücadeleyi yansıtan edebiyatların, Türkiye’ye ait olan kısmına Türk Edebiyatı denir.” (Vüqar Xezaralı)

Türk Edebiyatı ne demektir anlatıyoruz ama, birilerine daha Türk kimliğini bile bir türlü anlatamadık ve anlatamayacağız. Türk kimliğini etnisiteye indirgemeye çalışanların sağır kulaklarına daha fazla bağıracak değiliz. Biz sadece sol tandans üzerinden yola çıkanların, çıktıkları o yoldaki sefaletlerinden ve çelişkilerinden bahsedebiliriz. O çelişkilerle kendilerine nasıl bir jeopolitik rol verildiğinden ve bunun da düpedüz bir sömürü dili, operasyonal bir dil olduğundan dem vurabiliriz. Kalkmışlar üç kantondan oluşan Belçika üzerinden vermişler örneği. Türkiye’de kaç kanton var? Hiç. Kaç kanton olsun isterdiniz? Üç? Beş? Nece Edebiyat olsun başka meselâ? İşte bu kullanılan dil bölücü bir dildir. ‘Türkçe Edebiyat’ kavramı adeta havada asılı bırakılmış, tarihten, coğrafyadan, kültürden ve her şeyimizden arındırılmış kuru, soluksuz ve ölü bir kavramdır. Bizlerse Türk Milletiyiz ve hâlâ yaşıyoruz, yaşayacağız. Bir karış toprağımız da dilimiz de edebiyatımız da kimsenin sofra mezesi, canı öyle istedi diye küçültebileceği, eğip bükebileceği, nesnelliğinden kopartabileceği unsurlar ve kavramlar değillerdir. Herkes aklını başına alsın, biz daha ölmedik.

 

Jale AK

29.Kasım.2021

 

POST-KOLONYAL KÜLTÜREL BOMBA: “NOBEL”

 


Kimdir Abdulrazak Gurnah ve ona neden Edebiyat dalında Nobel ödülü verilmiştir?

Aslında ‘Nobel nedir ve neden verilir?’ sorusuna takılmışımdır yıllardır. Sömürü siyasetinin, diğer alanlardan çok daha fazla, sanat üzerinden ve sanatın en etkin dalları olan edebiyat ve müzik üzerinden yürütüldüğü aşikârdır. Böyle olmasına karşın biçim üzerinden gidilerek, “ay ne şaheser gitar solosu o öyle” ya da “ahh o nasıl bir hazan tasviridir mirim” denilerek bunların çok yüksek edebiyat, çok yüksek müzik, hatta öyle yüksek ki, mazmunu yani içeriği eleştirmeye kalkıştığınızda maazallah ‘sanattan anlamayan’ hatta ‘körkütük cahil’ olarak adlandırılmanız kaçınılmaz olacaktır. Yani biçim biçim biçim. Ötesini incelemeye gerek yoktur Nobel’i verenler ve o ödülleri parlatanlara göre. Koskoca Nobel ödülünü almış deyip, susturuverirler insanı. Onaylanmışlığın beynelmilel mührüdür bu ödül. Eleştirilmezliğin görünmez kilidi, dokunulmazlığın mor renkli kaftanıdır. Orhan Pamuk’un da babaannem dediydi’den ibaret tarihi(!) romanı, eleştirilemez olmamış mıydı? Biz eleştirdik tabii. Tarihi belgeleriyle ispatlıdır ki Ermenilere soykırım yapılmamıştır. İçerik olarak yalan yanlış olmakla kalmayan “eser”, biçim olarak da pek bir ahım şahımlık taşımamaktadır. Ama sömürgeci siyasetin Nobelcileri kendisini derhal tescillemiş, ödülünü vermiş ve böylece kitabındaki içeriği de bu yolla herkeslere bir güzel ittirmiştir. Sıkıysa eleştirin. Sıkıysa tek bir laf edin.

Aklıma Şener Şen, Uğur Yücel ve Osman Cavcı’nın başrollerini oynadıkları Muhsin Bey filmi geldi şimdi. Filmde taşralı bir türkücü (Uğur Yücel) için türkü kaseti yapmaya çalışıyordu Muhsin Bey rolündeki Şener Şen. Ses yarışmasına sokar ilkin o genci. Ama bir de öğrenilir ki yarışma şikeli, birinci çoktan belli… Derken akıllarına parlak(!) bir fikir gelir: “Neden bir yarışma organize etmiyoruz?” Yarışmayı kendimiz organize edersek, birinciyi de kendimiz seçeriz diyorlar yani kısaca. Neyse, giriş kısmını bu kadar uzatmamın tek sebebi, bu türden ‘dünya çapında’ ödüllerin hangi amaca hizmet ettiğine yani içeriğine bakmanın önemine dikkat çekmek istememdir. Biçime bakmak kolaydır nispeten. Dili, üslubu, pek yükseklerdeki edebi değeri vs…

***

Abdurrazak Gurnah, 1948’de, Almanların ve İngilizlerin kolonyal sömürüsüne maruz kalan doğu Afrika’da,  Zanzibar’da doğmuş, Tanzanyalı bir edebiyatçı. 1968’de İngiltere’ye göç edip, üniversite eğitimini İngiltere’de tamamlamış ve eserlerini İngilizce yazıyor. Kitapları arasında ‘Cennet’ (1998) Adam yayınlarından, diğerleri ( Terkediş – 2016, Son Hediye – 2017, Sessizliğe Hayranlık – 2018, Deniz Kenarında – 2021, Kumdan Yürek – 2021) İletişim yayınlarından Türkçeye çevriliyor ve yayımlanıyor. İlginçtir ki Nobel ödülünü alana dek, pek tanınan okunan bir edebiyatçı olmamasıyla biliniyor.

Amerika ve Avrupa, mızrak çuvala sığmamaya başladığında ne yapar çok iyi biliriz. Derhal siparişlerini verir ve yaptıklarının ört-bas edilmesi için kolları sıvar, kendisini suçlamayan yumuşak geçişlerle ve “yüksek edebiyatla” bezenmiş eserlerle bir güzel el yüz yıkar. Bir de bakarsınız suçlular, vahşiler, gerçek barbarlar temize çıkartılmış. Hem de kim tarafından? Tanzanyalı bir yazar tarafından. Ben burada edebiyatın çıtasının yüksekliğiyle değil, temize çıkma öyküsünün kurnazlığıyla ve tüm dünyanın nasıl aptal yerine konduğuyla ilgileniyorum. Post-kolonyal terbiyesizliğin ve ikiyüzlülüğün boyutlarıdır beni alakadar eden.

Göç, kimlik meseleleri, etnik farklar vs… Kitaplarında derinlemesine işlediği meselelere ve bu anlatılara bizim ülkemizde kimlerin “sahip çıktığına” bakınca, zaten konuyu çiğneyerek ağzınıza vermek düşüncesinde değilim. Kimlerin kim ve ne oldukları, herkesin malûmu. Örneğin İletişim Yayınları’nın kurucusu Murat Belge, AKP’nin açılım sürecinde, akil adamlar listesindeydi. Balyoz Ergenekon diye adlandırdıkları davalar sürerken, görevinden alınıp hapsedilen amiraller için; “Daha karpuz kesecektik” manşeti atan Taraf Gazetesi’nde yazıyordu, Birikim ve T24’te de düzenli olarak yazıyor.

***

Batı Roma İmparatorluğu’nu büyük kavimler göçü yıkmıştı. Bu yıkılışta latince kökenli ‘foederati’ unsurunun rolü büyüktür. Sözcük anlamı müttefiklik olan foederatiler (müttefikler), Roma’nın sınırlarında savaştığı ve talan ettiği bölgelerdeki “barbarlar” tayfalarından oluşuyordu. Sınırlardaki bu sürtüşmeler Gotlarla -Vizigotlar, Ostrogotlar-, Vandallarla (Cermen tayfaları), Slavlarla, Gepidlerle, Lombardlarla, Franklarla sürüp giderken, nihayet bu unsurlarla bir takım anlaşmalara varıp, onlara sınır güvenliklerini korumaları karşılığında para ve toprak vermişlerdi. Bu bölgeler birer foederatiydiler. Yani şimdiki adıyla federasyondu. Önceleri bu müttefiklik Batı Roma sınırlarında bir korunma kalkanı gibi düşünüldüyse de, sonradan tampon görevi görmekten vazgeçmişler ve arkalarından gelen diğer “barbarlarla” birleşip Roma’yı yıkmışlardır. Kendini Roma’nın mirasçısı sayan batı, bu sihirli tarihi bilgiyi hiç aklından çıkartamıyor olsa gerek ki, şimdiki sömürü sistemini bu foederatiler (sözde müttefiklikler), yani federasyonlar üzerinden, başka ulus devletlere güzelce kakalama rolünü üstleniyor.

Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık gibi kavramları, neoliberal ekonomik açılımımızla ve kayıt dışı yedek işçi ordusuna aç gözlü burjuvazimizin, iştahla ihtiyaç duymasıyla beraber öğrendik. Eskiden toptancı yaklaşımlar sergilediğimiz, bir sözcükle geçiştirip, mülteci ya da göçmen dediklerimizin hangisi sığınmacı, hangisi göçmen işçi ve hangisi mültecidir artık gayet iyi biliyoruz. Burada resmi statülerini ön plana çıkartmaksızın anlatmak istediğim, bu insanların o veya bu sebeple kendi yerlerinden yurtlarından ayrılmış oldukları ve kendi yurdunda yaşayamayan insan sayısının dünyada aşağı yukarı 600 milyon kişi civarında olduğu gerçeğidir. Ve tıpkı Batı Roma’da köleler üzerinden elde edilen artı değer gibi, şimdinin artı değeri de bu görünmez yedek işçi ordusundan yani göçmenler üzerinden çıkarılmaktadır. Roma İmparatorluğu’nda yerli ahaliye sadece ekmek veriliyordu ve onlar hiçbir iş yapmıyordu. Sadece arenada gladyatör dövüşlerini izleyerek içgüdüleri sömürülüyordu. Şimdi de göç alan yedek işçi ordusu çalıştıran (biz de dâhil) ülkelere baktığımızda yerli halkın –ekseriyetle- hiçbir iş yapmadığını görüyoruz. Fransa’daki sarı yelek hareketi bu sebeple gerçekleşmiştir. ‘İşten boşa çıkma’ durumu Avrupa’da nispeten daha fazladır zira.

***

Post-kolonyal edebiyatın ‘kırık aynası’ denilmiş Birikim dergisinde Abdulrazak Gurnah için. Ve sömürü karşısında ajitasyon yapmadığı için alkışlanmış. Yani sömürüye karşı bir duruş sergiliyorsanız, bu ajitasyon olmuş oluyor. Batı, sizin ülkenizde foederati kurma çalışmaları yapabilir. Ajite etmeye gerek yoktur bunlara göre. Birikim dergisi Gurnah’ı, “Kimliklerin etrafındaki tel örgülerin kalktığı, dilsel ve ulusal sınırların kaybolduğu bir dünya umudunu simgeliyor” şeklinde parlatırken, Acaba İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkeleri için de aynı şeyleri dile getirebiliyor mu?  Bu post-kolonyal yedirmeyi sporda da görmüyor muyuz? Adı Fransız Milli Takımı ama oyuncuların tümüne yakını Afrika kökenli. Shakespeare de, yazdığı oyununa Afrika kökenli Othello’yu tesadüfen koymamıştır herhalde.

 

Nobel ödüllü Abdulrazzak Gurnah’ın kitaplarını okurken bu pencereden bakmayı da unutmayınız.

Sevgi ve dostlukla.

Jale AK

Tenhayım

 tenhayım gittin gideli

ne devrimlerimi anlatabiliyorum,
ne uzun yol çeyizlerimi kimselere
nasıl da kolaylamıştım seni uğurlamayı,
mutfaktaki çanak çömleği
kolilerle toparlamayı
"kelle paça iç yola giderken
bulaştırma köhne eve kahvaltıyı."
o eski tarihli gazetelerin boyaları
bulaştı hep ellerime,
son çayları içiyorduk o sıra
mutfak taburesinde
ellerimi yıkadım, kara boyalar
arındı ellerimden,
eski tarihli varlığın sinmişti içime
çıkmazmış ne bileydim o senler
bencil yüreğimden.
bilsem çünkü
güle oynaya göndermezdim seni
bilsen çünkü
ben bir yoldaş kaybettim
ki gel.

"tenhayım"
j.ak
13 Aralık.2021
Nejla Sayılı için...

12 Kasım 2021 Cuma

çünkü dostum

 Nicedir isim arıyorduk

İçimizin hasarlı hisarlarına

Ev yoğurdu mayalayıp

Ucuz marketlerden alınmış

Gevrek banıyorduk gözyaşlarımıza

Kaburga kemiklerimiz

Kalemizde birer mancınık

İzin verse oysa yalnızlık,

Duymazdık onlar gibi

Dökülmüş çıtırtılarını

Güz yapraklarının

Hey gidi memleketimin

Kiriş gacırtıları,

En yüksek puanları alıp

Atanamayanları

Yol uğruna biçilen

Kuzey ormanları

Kanına göz dikilmiş hazır kıta,

Seherin kırağısı cılız bıyıklarında

Ve kısılmış omuzlarıyla

Yoksul çocukları.

 

Çünkü dostum,

Bir beynin en işlek caddesinde

Yapılır en yüksek hız

Tek gün geçmez orada kazasız

Öyle kıvrımsız, öyle düz

Nehirsiz ırmaksız ve ağaçsız

En son teknolojinin

En rahatsız neon ışıkları bile

Yetmez aydınlatmaya

Öyle bir karanlık

Öyle bir kasvet

Ve üstüne

Öyle sakil bir canfeşanlık.

 

“çünkü dostum”

j.ak

12. Kasım. 2021

 

 

3 Ekim 2021 Pazar

ÖDÜLLERİNİZ TIRAŞ, İŞLERİNİZ FOS, İÇİNİZ BOŞ

 

Kızılderililer yeni doğan çocuklarına isim koymaz, sonradan yaptıklarına göre, o adı koyarlarmış. Filmlerden biliriz ya hani, kurtboğan, oturan boğa, küçük tüy falan. Bizim memlekette de yediği halta göre isim konacak çocuklar var. Yeni isimler, fonlanan çekirge, sevgi pıtıcığı, yalancının mumu, mağdur tavşan, omurgasız zıpzıp kelebeği gibi konulabilir.

 

Bu defterlerin kapanmayacağını biliyor, beklemeden de bekliyorduk. Birileri yine “davranın Tellioğulları yeşil vadi bizimdir” diye sabah akşam esrimeye başladı. Türk Milleti Seferoğullarıyla Tellioğulları’nın amansız yarışına kilitlendi yine. Bu memleket Cumhuriyet tarihinin başından beri ne çektiyse gericilerden ve bölücülerden çekti. Cumhuriyeti bir türlü hazmedemediler. Eşitliği, yurttaşlığı, bir olmayı beceremediler.

 

Hep dış mihraklar diyoruz, dışarıdan kızıştırılıyorlar diyoruz ama dışarısı içerdeki “cevheri” görmese, kızıştırmaya asla gücü yetmezdi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, ayrıcalıklı sınıflar görürsünüz. Bunlar kendini asil sanan feodal toprak ağalarıyla din sömürüsü yapan ruhbanlaşmış sınıfların temsilcileridir. Eşitliği, bölüşmeyi, bir olmayı, yasalar önünde aynılığı asla içlerine sindiremezler. Yani kısaca gericilik ve bölücülüğün hammaddesi sınıfsal farktır. Türkiye’de 1980 darbe sonrası dini siyasete alet etmeyen tek bir siyasi irade olmamıştır. Öncesinde belki vardı bir iki, ama seksen sonrası sürece bakıyoruz hiç yok. 2002 sonrası dinci parti AKP’nin kısa zaman içinde yarattığı İslam burjuvazisini en çarpıcı örnekleriyle görmedik mi? Dünün mazlum ve mağdurları, bugünün zalimleri oldular. Zenginlikler içinde yüzerken zulmettiler, ediyorlar. Peki, feodaller ne yaptı? Onlar da asfalt feodalleri haline gelerek kendi etnik burjuvazilerini palazlandırdılar.

 

Bu amansız sınıfsal mücadelede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerini, kendi sınıfsal konumunu koruma dürtüsündeki muhterislerin ise, onu koruma kollama konusundaki kifayetsizliği hiç de şaşırtıcı değildir bu yüzden.

 

Hep deriz ya burjuvazinin milliyeti de, dini de, imanı da paradır, sermayedir diye. Bu yüzden satın alması en kolay unsurdur burjuvazi ve dünyanın her yerinde de bu böyledir. İki ülke arasında kıran kırana savaş gider, fakir çocukları ölür, yoksulun kanı pahasına korumaya çalıştığı bir avuç toprağı vardır, ama o iki ülkenin burjuvazisi aralarında pek güzel ticari anlaşmalar hatta ortaklıklara filan girerler. Bunu İkinci Dünya Savaşı’nda da şimdiki bölgesel hibrit savaşlarda da görürüz. Çok çarpıcı örnekler vardır hatta uzatmak istemiyorum. Ruslarla Almanlara bakın, Ruslarla Fransızlara bakın.

 

Dünya tarihi devrimler ve karşı devrimlerle doludur. Bu yüzden Atatürk’ün kurucu ilkelerinden biri – bence en önemlisi- Devrimcilik İlkesidir. Bu ilke sanki hiç yokmuş gibi davrandı boy boy Atatürk afişleriyle bezenmiş partiler, kifayetsiz muhterisler. Türk Milleti’ni rehavete sürüklediler. Ne güzel hiç tehlike yokmuş gibi, güldürdüler, eğlendirdiler. Komedyeni siyasi hicivlerden kaçındı, Ferhan Şensoy gibi büyük ustaların ‘güldürürken düşündürmek’ kaygısıyla alay eden soytarılar alkışlandı, baş tacı edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ne kadar kırmızıçizgisi, değeri, kutsalı varsa, hepsiyle alay edildi, halk bir yandan fakirleştirilirken, bir yandan sindirildi. Endüstriyel futbol gibi, endüstriyel sanat oluştu. Bu endüstriyel sanat hep fonlandı, bol alkış, bol takdir, bol ışık verildi ona. Bu sözde siyasetten uzak isimler, konu bölücülük, konu gericilik olunca, çeneleri düştü adeta. İyi de zıpzıp kelebeklerim, omurgasızlarım, hani siz siyaset yapmıyordunuz? İşte bu “siyaset yapmıyoruz” türü boş teraneyi duyduğunuz an, anlayın ki o herif siyasetin ağa babasını yapıyordur. En sağda duruyor ve o sağ muhteris siyasetini yapıyordur.

 

Biz bunu endüstriyel sporda da gördük. “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” diyerek sağ siyasetin malzemesi, reklam aracı oldu ve olmaya devam ediyor yıllardır spor âlemi. Çünkü zenginlikler fakir halkın başını döndürebilir. Hep bir seçilmiş vardır işin içinde. Fakirliğin içinden çıkmış, kendi becerileriyle bir yerlere gelmiş ya da getirilmiş örnekler sunarlar halka. “Bak, sen de çalışıp çabalarsan sen de onun gibi olabilirsin, milyon dolarları götürebilirsin” algısını oluştururlar. Sloganlaşmıştır hatta bu: “ÇALIŞ SENİN DE OLSUN” derler.

 

Oysa artık gelinen vahşi kapitalizm ekseninde mevzunun sadece çok çalışmakla olamayacağı çoktan bellidir ya, ama yine de böyle telkin edilir halk. Televizyon ekranlarından, boyalı basından onların nasıl yaşadığı gösterilir halka. Hangi ünlü mankenle sevgili oldukları, adeta burnumuza sokulur. Hele de işsizlikten sebep cinsel sublimasyonu bir türlü gerçekleştiremediği sistem tarafından bilinen halk, kendini bu “ünlülerin” yaşantısına gark eder. Onların hayatını yaşar adeta. Tabii bu iş bir de TV dizileriyle filan soslanınca, bu rehavet, tadından yenmez hale gelir. Ağalı diziler ne kadar revaçtaydı bir ara. Atatürk’ün en çok mücadele ettiği zevat bunlar değil miydi? Bunlar ve din bezirgânlarıydı. Ama onun cumhuriyetindeki televizyonlar, ağaları ve onların zenginliklerini ayrıcalıklarını parlata parlata soktular burnumuza. Cumhuriyet tarihinde sanki sınıfsal farkta bir uçurum varmış gibi çevrilen filimler, salya sümük izlendi, kimse de demedi, “yahu o devirde böyle değildi durum” diye. Biz yemiyoruz bunu bilsinler. Kitleleri kandırdıklarını sanıyorlar, ağızlarına dayamışlar ihanet borazanını, on kişiden bin kişilik ses çıkıyor diye kendi yalanlarına inanıp, onunla esrimişler. Ödülleriniz tıraş, işleriniz fos, içiniz boş, hiçbir şey değilsiniz. Birilerinin malısınız ama o kesin.

 

Klasik eserlerden de tarihten de biliriz ki, aristokrasi ilk zamanlarda kendine has soylu davranışlarıyla bilinirdi. Savaşa ön saflarda gitmek soylu, asil bir davranıştı misal. Hatta ilk çağlarında bu tavır öyle tuhaftı ki, bir soylunun karşısına ancak bir soylu çıkabilirdi. Onlar savaşırken asla müdahale edilmezdi. Derken savaş meydanlarındaki bu tavırdan düello geleneği doğdu. Zaman içinde aristokratlar geleneklerinden koptular. Amaçsızlık onları içkiye kumara türlü sapkın davranışlara itti. Kendini Rasputin’e kırbaçlatanlar mı istersiniz, kumar masalarında tüm servetini verip karısını kızını bile peşkeş edenler mi… Kapitalist çağa girildiğinde müflisleşen aristokratların soylu adlarını alarak yönetime talip olmak isteyen burjuva sırtlanlarını görürüz. O soylu adlara sahip olmak da bir aristokratın kızıyla evlenmek demekti.

 

Konumuzdan sapmayalım. Günümüz muhafazakâr siyaseti, neoliberal kapitalizme geçtikten sonra güya eski gelenekler üzerinden yürüyüp, yeni Osmanlıcılık örtüsüyle saklamaya ve ört bas etmeye çalışmaktadır koskoca Cumhuriyeti. Atatürk bir burjuva devrimi yapmıştır tarihi gerekliliği ve ihtiyaçları da son derece akıllıca saptayarak. Ve aç gözlülüğü öngörülebilir olan burjuvaziyi de devlet kapitalizmiyle dizginlemiştir. Seksen sonrasının liberal kapitalizme geçiş süreci işte bu yüzden Cumhuriyetimizin yıkımına çanak tutmada önemli bir mihenktir. Kontrolden çıkan aç gözlü burjuva, yönetim katmanlarında kendine yer arar, bir basamak daha çıkıldıkça altta başka katmanlar oluşur, birbirini tetikleyen sarmal, siyasi iddiaları da işte böyle beraberinde getirir. O iddialar arasında babalarının mirası gibi yedikleri ve ekonomik olarak zayıflattıkları ülke de dış mihrakların kolay lokması haline gelir.

 

Atatürk’ün Türk Milleti’ne atfettiği ASALET, er meydanında her karışını kanıyla sulayan ve toprağını vatan yapan yiğitler içindir. Üreten köylüye atfettiği EFENDİLİK, emeği ve alın teriyle taçlandırdığı ekmeğini kutsal kılanlaradır. Bu değerlerimizle alay edenlere, söz söyleyenlere, tartışmaya açan ve masalara yatıran ahlaksızların daima karşısında olacağız. Aç gözlülükten başı dönmüş utanmaz, terbiyesiz sürüsü, siz kim oluyorsunuz da bu vatanı peşkeş çekiyorsunuz? Zenginlikleriniz kursağınıza dizilsin. Gidin o masalara kendi zenginliklerinizi, malınızı mülkünüzü, villalarınızı yatırın. Bu memleketin bir karış toprağını yatıramazsınız siz o masalara.

 

Kürt teali uzantısı PKK, HDP, CHP İslam teali uzantısı AKP İYİ Parti MHP, tarihte yetmedi, şimdi yine yetmeyecek gücünüz bu millete. Bu millet Türk Milleti. Gazeteci, medyacı sanatçı sepetçi aparatlarınızla beraber tarihin çöplüğüne gömüleceksiniz.

 

Jale AK

1 Ekim.2021

29 Eylül 2021 Çarşamba

SENKRON – VE COŞKUN AKARDI FIRAT

 


Pyotr Ilyich Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü balesini, sahnede olmasa bile, günümüz internet şartlarında youtube kanalından filan izlemeyen kalmamıştır herhalde. Kaç kez izledim saymadım ama o eserde beni en çok etkileyen solist ya da topluca grubun yaptığı sahneler değil, dört kuğunun son derece senkronize oldukları “dört küçük kuğu” dansıdır. Nedeniyse basittir. Grup kalabalıkken ufak tefek hatalar nasıl olsa gözükmez. Solist dans ederken de hatayı anlayabilmeniz için eseri neredeyse ezbere biliyor olmanız lâzım. Yani onu da anlamazsınız, bir şekilde dansçı kapatır o hatayı. Ama dört küçük kuğunun dansında kuğular ellerini önden çapraz bağlamışlardır, bir başlarlar, aman Allahım… Piliyeler röleveler pointler battement jeteler filan derken o kopuk senkronu izlerken başınız döner. Hatalar net olarak gözükeceği için o dört dansçı da en az solist kadar üst düzey dansçılardan seçilir.

 

İşte ben en az solist kadar önemli olan bu dört dansçının senkron dansını, bizim iktidar ve diğer üç muhalefet partimize benzetiyorum. Diyorum ki ne güzel hiç hatasız aynı ayak oyunları, hiç hatasız el ele tutuşmalar. Hani ufak tefek “mihriban düşman”lıklarını da ellerini çapraz olarak tutmalarına benzetince, bir bakıyorum aynısı. Kafalarını çevirdikleri açı bile aynı. Göz süzmeler, ayak diretmeler, öne eğilmeler, geriye kaykılmalar, boyunlarını yukarı kaldırırkenki asalet… Hep aynı. Dans bu ya, aslında rol yani. Yoksa asaletten değil. Öyleymiş gibi yapıp inandırmak püf noktası.

 

Dört partimiz de başlarını yine müthiş bir senkronla ‘Kürt sorun’una çevirdiler. Nasıl bir uyum nasıl bir zamanlama! Küçük Kuğular halt etmiş.

 

Madem kuğulardan kuzey ikliminden girdik, oradan da devam edelim. Vatandaş iç savaşı deyince benim aklıma Çarlık Rusyası’nın devrilmesiyle beraber başlayan ve neredeyse beş yıl süren beyaz ordu - kızıl ordu arasındaki o amansız iç savaş geliyor. Şolohov “Ve durgun akardı Don” adlı eserinde nasıl güzel anlatmıştır tüm ayrıntısıyla. Savaş Bolşeviklerle –kızıl ordu- feodal toprak ağaları ve onların köylüleri –beyaz ordu- arasında geçer. Hikâyeyi yine bilmeyeniniz yoktur.  Yahu bizim memlekete uyarlayacağım, bir türlü uyduramıyorum. Eğrisi doğrusuna bile denk gelmiyor. Zira bizde PKK’nın siyasi uzantısı parti, sol olduğunu iddia edip duruyor ama bölgedeki feodal yapıyla alakalı bir zerrecik söz çıkmadı şimdiye kadar ağızlarından. Hatta terör uzantısına adeta beyaz ordu desem başım ağrımaz o derece. Ee? Hani o sosyalizm? Tabii bu soru, “o” meseleyle çok yakın ilgilenen YCHP’ye…

 

Kemal Bey acaba ‘Kürt sorunu’ derken, PKK’nın 1949 Cenevre Sözleşmesine rağmen, 18 yaş altı kız ve erkek çocuklarını dağa kaldırıp savaştırmasını mı, yoksa her tür istismara uğratmasını mı kast ediyor? Yoksa köyünde aşiretinde, namus davasına hesabı kesilmiş olan zavallı Kürt asıllı kadın vatandaşlarımızın, kırk katıra değil kırk satıra razı gelerek ve militan olarak götürüldükleri yerlerde defalarca tecavüze uğramasından mı bahsediyor?

 

Henüz feodalizmden ve kadın ve çocuk istismarından geçememiş olmakla beraber, bunların çözümünü, memleketi iç çatışmaya sürüklemeye çalışanlarda asla aramayacağımız kuşku götürmezdir. Zira onlar Kuğu Gölü’nün Küçük Kuğu dansında senkronize danslarındalar. Beri yanda da feodal ağalarının sınır ticaretini ABD’nin bahşettiği ağır silahlarla korumaya programlı kendisini sosyalist sanan, beyaz ordu kıvamında istismarcı bir terör örgütü var.

 

Ama işte bizim nehirler Don nehri gibi durgun akmaz. Ve coşkun akardı Dicle… Ve coşkun akardı Fırat. Ne geldiyse başımıza zaten bunların coşkunluğundan geldi. Tüm dünyanın bir yudum suya muhtaç olacağı yıllar yakınlaştıkça küresel eşkıya ve başımıza doladığı aparatlar çıldırmış gibi dans ediyorlar. Bir senkron, bir eşzamanlı. Sanki dördü aynı balerinmiş gibi. Sanki kopyalayıp yapıştırmışsın, hepsi baş solist, hepsi assolist.

 

Tam da, şimdi artık eşzamanlı olarak neler görürüz derken, üniversiteli gençlerin yurt mağduriyetine çöreklendiklerini gördük. Heh tam da o. İki çay biri açık olsun mu desem, fotoğraf çekilirken birbirinin kafasına tavşankulağı mı yapmaya çalışıyorlar desem… Efendim değil. İşaret parmakla orta parmak arasından… Yok, arasından değil. Sadece o iki parmak kaldırılıyorsa, bu “zafer” işareti olarak bilinir. II. Dünya Savaşı sırasında dönemin başbakanı Winston Churchill tarafından kraliçeyi yani İngilizce Victory’i simgelemek için kullanıldı, yaygınlaştırıldı. O iki parmağın V şeklinde açılmış hali İngiltere Kraliçesi’nin zaferini simgeler. Ha, bizde bu hareketi PKK ve şehir uzantılarının yapması kadar doğal bir şey yoktur evet. O anlamda haklılık var. Kraliçelerine de hizmet var. Ama bu hareket sen git 1960’ların Amerika’sına “barış” simgesi de ol. O dönem biliyorsunuz Amerika’nın Vietnam’ı talan etmesi, ülke içinde şiddetli protestolara sebep olmuştu. Hippie’ler bu hareketleriyle o tarihlere damga vurdular. 1969 Woodstock’unda Jimi Hendrix’ten tutun, Janis Joplin’e kadar hep o “iki çay biri açık olsun” işaretiyle kazınmıştır hafızamıza. Barışın el işareti bu, çizgiliği de güvercin ayağıdır.

 

İyi de bizim PKK-HDP ve bilumum uzantılarının Victory ile mi bağlantıları var, yoksa barışla mı? Sizce kreş bombalayan, Eruh’ta bebekleri kalaşnikofla öldüren, doktor hemşire öğretmen demeden Güneydoğu’da katleden, Serap Eser’i diri diri yakan bir örgütün barışla zerrece alakasını söyleyebilir misiniz? Feodal ağalarına gıkını bile çıkartmayıp küresel çeteyle kol kolalığın peki, sosyalizmle alakasını? Söyleyebilir misiniz?

 

Winston Churchill’in Victory hareketini bunların ellerinde her gördüğümde bir gülme tutuyor beni bu sebeplerden ötürü. Evet diyorum, derhal gönderiyorum ablama iki çay tavşankulağı, pardon tavşan kanı…

 

Jale AK

28. Eylül. 2021

 

 

 

18 Ağustos 2021 Çarşamba

TEK KANATLA UÇULMAZ

Memleket gerilim filmine dönmüş, yangınlar ve sel felaketleri, bütün ruhsal travmalarımızın üzerine sanki etimizi, canımızı, acıtırcasına memleketin de bedenini acıtmaya devam ederken, üzerine Taliban güzellemeleri işitmek, bu milletin aklıyla alay etmeyi de geçtim, düpedüz aşağılamaktır.

AKP’yi artık anlıyoruz Türk Milleti olarak. Onların Türk Milleti’ne, Atatürk Devrimlerine yaklaşımlarını biliyoruz.

Meselâ Milli Eğitim’den Atatürk Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirme kanunu kaldırıldığında,

19 Mayısların stat kutlamaları yasaklandığında,
Cumhuriyet Bayramı kutlamak isteyenlere tomalarla biber gazlarıyla girişildiğinde…

Bunların sosyal medyadaki “modern görünümlü” trollerinin –ki o zamanlar pkk’nın şehir uzantılarıydı bu üniversiteli abiler ablalar,- Van’da deprem oldu şunu kutlamayın, çocuklar ölüyor 23 Nisan kutlamayın türünde dil polisliği yapanlarıyla bile karşılaşmadık mı sanki?
Peki Doğu Perinçek’e ne demeli? Taliban Mustafa Kemal Atatürk gibi bir kurtuluş savaşı veriyormuş.

İlahi Doğu Bey, Mao’ya benzetsenize. Hatta bu benzetmeyi de Çin ve Mao hayranlığınıza binayen diyorum. Mao Zedong’a benzetsenize. Bence kırsaldan gerilla hareketi başlatması olsun Amerika’dan desteklenmesi olsun, biçimsel olarak tıpkısının aynısı. Aa bir de orada çok enteresan bir durum vardı ki, tarih affetsin, kendisi komünist devrimi Amerikan desteğiyle yaparken, burjuva devrimi yapmak isteyen rakibine komünist Stalin yardım ediyordu. Neyse bizim konumuz o değil.

Bizim konumuz ABD’nin ve batı emperyalizminin Ön ve Orta Asya coğrafyalarına ittirdiği siyasal islâm.

E o halde Doğu Bey, neden hem biçim hem içerik olarak İran’a benzetmediniz? O da islami karşı devrimdi Taliban’ın yaptığı da tıpkısı, aynısı. Kurulduğu günden beri ne idiğü belirsiz liderlerin eline gark olmuş sibyan mekteplerinde itinayla yetiştirilmiş kafası sarıklı, dizlerine kadar sakallı adamların Allahaşkınıza nesini benzettiniz Atatürk’e? Baksanıza Mevlüt Bey bile “biz onu demek istemedik” filan minvalinde kıvırmaya başladı, dün öyle dediler, bugün böyle diyorlar ya hani hep? İşte bir günle kaçırdınız Türkiye Cumhuriyetiyle Taliban Afganistanını aynı kefeye koyarak oradan bir kanaat notu almayı.

Türk Milleti olarak, (bakın Millet diyorum ha, ümmet değil) size tavsiyelerimiz olacak.

Önce tarih kitaplarını açın, Kuvva-i Milliye nasıl teşkilatlanmış inceleyin.

Kuvva-i Milliyecilerin eğitim durumlarıyla Taliban’ın eğitim durumunu nerelerde eğitilmişler, inceleyin.

İlerici bir devrimle gerçekleştirilmiş kurtuluşlarla, irticai bir karşı devrim arasındaki farkı, mezmun itibarıyla hedef hitap kitlesi `burjuva` olsa da, bir tutamayacağınızı bilin.

Güya “Emperyalizme karşı direniş gösteren” Taliban kadınların sokağa çıkabileceği iznini mi vermiş Doğu Bey? A aaa tıpkı bizim Kurtuluş Savaşı vallahi. Demek siz sokağa bile çıkması engellenmiş olan bu burkalı kadınlarla,
Kara Fatma’yı, Şerife Bacı’yı, Halide Onbaşı’yı, Halime Çavuş’u, Nezahat Onbaşı’yı Gördesli Makbule’yi ve daha pek çok erkeğiyle omuz omuza o kutlu davada aynı safta yer almış kadınlarımızı, bir tuttunuz ha? E pes! Partinizin kadın kollarına göstermiş olduğunuz önemi görmesek, sizin de Taliban gibi kadını, yani toplumun koskoca diğer kanadını oluşturan yarısını, yok saydığınızı farz edeceğim.

Doğu Bey? Sizce toplumun yarısını yok sayan bir oluşum emperyalizmle gerçekten mücadele edebilir mi? Emperyalizmle mücadele etmek “erkek” işi midir size göre? Bir kuş tek kanadı kopukken uçabilir mi sizce Doğu Bey? Siz buna inanıyor musunuz gerçekten? Meselâ ben asla inanmıyorum. Emperyalizmle mücadele topyekün olur. Yine emperyalizm tarafından, siyasal islam sokuşturularak tek kanadı kopartılmış olan bir ümmet, emperyalizmle mücadele filan edemez.

Bu memleketin milli değerleriyle bu kadara kadar oynanmasını ve Cumhuriyetimiz’in fabrika ayarlarını değiştirme gayretlerinin bu “seviyelere” çıkmasını Puşkin’in `Papaz ve Uşağı` eserindeki papazın esrimelerine benzetiyorum artık:

Papaz uşağıyla bir anlaşma yapar. Ona para vermeyecektir ama uşak her ayın sonu papazın alnının çatısına üç kere fiske vuracaktır. Birinci ay, tık tık tık üç fiske papazın kafasında tıklar. İkinci ay durum dramatikleşir ve papazın kâbusu haline gelir bu alın çatısına vurulan fiskeler. Derken sonra bu fiskeler kâbuslarda öyle bir hal alır ki o üç fiske düşüncesi papazı ölümlerden ölümlere korkulardan korkulara hapseder.

Yahu bu milletten bu kadar korkmayın, biziz biz: Türk Milleti. Bir yere gitmeyeceğiz, buradayız ve Cumhuriyetimize sahip çıkacağız. Bunda bu kadar korkulacak ne var ki? Hep de tekrar edecek fiskelerimiz

Cumhuriyet,
Türk Milleti,
Türk Devrimi, diyee, diyee, diyee, dank ettireceğiz kafalarınıza.
Jale AK
18 Ağustos.2021

11 Ağustos 2021 Çarşamba

Selam olsun La Primavera’ya

 

Gönülsüzdü kadın,

Yine zamanda birgün

Derebeyi vermiş emri ressama

Ortaçağ’ın kara İtalyası’nda

Gönlü olacaktı bir şekilde kadının

Bu evlilik zorla da olsa.

 

Zamanda birgün,

Zamanda o kadın derken,

Çıkageldi ellerinden ressamın

Devasa La Primavera.

 

Kayıp ruhlar sokağının

Akvaryum apartmanında

Ceset gözlü adamlar

Ve satılmış kadınlar mezarlığı var

Botiçelli tablosuna Eros hapsolmuş

Bir bahar akşamı rastlamak,

Hicaz makamına.

Ve memleket skandalları

Sığınmacı sandalları,

Orman vandalları

Hicap makamları.

 

Gönülsüzdü kadın Ortaçağ’da birgün

Derebeyin yeğenine varmaya,

Gönülsüz şimdi Kamları Anadolu’nun

Meze edilen kadınlara ki,

Ruhsuzlar sokağının

Ceset gözlü adamlarına.

Gelenekten racona

Kabadayılıktan mafyaya

Sürüklenirken şirkli akıntıya,

Şarklı şarkılar bile küskün

Selam olsun La Primavera’ya.

 

Derebeyi o çağda

Korudu geleneği

Zamanda birgündü

Ön safta savaşa gitti

Ve bilirdi de bu yüzden,

Ruhuyla sevişmeyi.

 

Zamanda birgün bugün

Akvaryumun tam içi

Ceset yüzlü adamlar

Bilemezler sevmeyi

Hedonistik sofralarda

Kadın ancak et yemeği

Savaşmak bilgelikle

Zaten bir ruh işi

Onu da bilmez

Ruhsuzlar sokağının

Ceset gözlü sakinleri.

 

“Selam olsun La Primavera’ya”

j.ak

11. Ağustos. 2021

 

 

 

 

 

3 Ağustos 2021 Salı

AĞIT

 

Torosların semah dönen şahanı

Kanatlanıp uçmak ister sincabı

Etten duvar örmüş ana kardaşı

Dağlandı da gitti canım yongası.

 

Tahtacı’nın tek geçimi ormanı

Ne güzeldi coğrafyamın Türk yayı

Ağaçlarmış yiğitlerin sırdaşı

Dağlandı da gitti canım neyleyim?

 

Kurtuluşta çobanların ataşı

Barış diye çağlar gülen bakışı

Dumanlanmış şimdi alın yazısı

Aşsız kalmış köylüm, canım yongası.

 

Kimisi hiç sevememiş doğayı

Talan etmiş yoktan yere dünyayı

Nefsin değil bir nefesin mirası

Dağlandı da nefes yerim neyleyim?

 

Gitti gülüm arıların çam balı

Göğe çıktı gelin kızın feryadı

Ölü doğdu ineğimin buzağsı

Dağlandı da gitti canım neyleyim?

 

Duman kaplar gözlerinin ferini

Gerçek acı delip geçer ciğeri

Ateş içi gülüm canlar pazarı

Kıymışlar da vatanıma neyleyim?

 

Gözüm arar devlet uçaklarını

Askerler ve pilot  kucaklarını

Hazar’dan da gardaş yazar destanı

Yanariken yürek, çayı neyleyim?

 

Her yangınla iştahlandı sermaye

İmar geldi ağacımın yerine

Betonlaştı kalbin gibi, coğrafya

Yaban oldun bu doğaya neyleyim?

 

Yeşilde yemiş yok, mavide balık

Bu savaşta yine sahipsiz kaldık

Geçimsiz ve aç kalmakla sınandık

Kara günler geçer canım yongası.

 

Kayıplarım uçmuş kutlu uçmağa

Binmişler de gökyüzünde Tulpara

Dönerlermiş gözlerimin yaşına

Girerlermiş toprağıma neyleyim?

 

Bunca gelen oldu aziz yurduma,

Yurtsuz kaldı semah dönen yiğidim

Köyün yurdun terketmesin Türkmenim

Dağlandı da gitti canım neyleyim?

Küllerinden doğar ezel, ebedim.

 

“Ağıt”

j.ak

3.Ağustos.2021