10 Eylül 2014 Çarşamba

DEVLET

Kaba bir tanım yaparsak; Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasi bakımdan teşkilâtlanmış yapıya devlet deriz. Var olan kaynakların adil bir biçimde kullanımını sağlayan, kendi toprak sınırları içinde adaleti tesis edebilen bir yapı.

Biraz açarsak, klasik ve (adalet, diplomasi, iç güvenlik, dışa karşı savunma) iktisadi temelleri olduğunu görürüz. (istikrar, gelir ve kaynak dağılımında adalet, gelişme kalkınma)

Devlet konusunda Aristotales’e ve Platon’a çıkmazsa olmaz bu mevzunun ucu. Ama derdim bu filozofların ne dedikleri, devlet adamlarının ne yaptıkları değil. Yalnızca devleti parçalama ve yok etme yolunda oluşturulan algı işleyişine dikkat çekmek istiyorum. Bölücü ağızların oluşturduğu algı kısaca şöyle;  

Devlet eğitim hakkı vermiyor, sağlık hizmeti vermiyor, onca askeri besiyor ama bir sürü insan açlıktan ölüyor, okul yapmıyor, hastane yapmıyor, onu yapmıyor, bunu yapmıyor. O zaman kahrolsun devlet. Onu yıkmamız lâzım. Yani bu öyle boyutlara vardırılıyor ki. İyisi mi devlet olmasın! Savunma (asker), iç savunma (polis) olmasın. Eee sonra ne olsun peki? Işid ve ydg-h olsun, sokaklarda kapışsınlar, hatta ydg ışid’li bir militanı öldürsün! Ki herkes ydg’yi alkışlasın. Ya da Türkmenlerin canını Türk Ordusu değil de ABD, PKK terör örgütü ve Irak falan kurtarsın. Bölücüler de şunları desin sonra: 

“Sizin devletiniz ve ordunuz ne yaptı Türkmenler için? Biz orada Türkmenler'in canını koruyabilmek için çarpıştık!”    
"Buraların Abdurrahman Çelebisi biz olduk!"

PKK terör örgütü, ABD ve Irak ordularıyla birlikte: 
“bôz îttîfôk ôlmüşôk!” desinler! 
Bu şekilde bize oynatılan tiyatro nedir?

Devlet'e karşın hükümet odaklı düşünebilirsiniz. Yani tüm bunları aslında yapıp eden hükümetlerdir. Ya da yapmayan etmeyen. Pratikte haklısınızdır. Ama tüketilmeye çalışılan Türk Ordusu üzerinden Devlettir ve amaç da zaten eleştirmek, muhalefet etmek değil, dediğim gibi önce tüketmek ve ardından da talan etmektir... Ya devlet başa, ya kuzgun leşe desek ne değişir bilemiyorum...

Neyse yukarıdaki soruya geri dönelim. Devlet konusunda asırlardır oluşturulmuş olan düşünceler etrafında zorunlu bir döngüye girilir. Düşüncenin dikenli bahçelerinde bir döngü elbette. Platon’un ütopya devletinden başlar, sonra farklı amaçların kurgularında seyrini sürdürür. Kimi yayılmacı, kimi kaynak sömürücü, kimi kültür sömürücü, kimi dini cihatlarla tebliğ götürücü, kimi iç otoriteyi sağlamak için her eziyeti yapmayı mübah sayan.. diye devam eder gider örnekler... Ve bu oluşturulmuşluklar üzerinden yeni bir ütopyayı barındırır ve besler kafadaki "yenisi" doğal olarak. Kaçınılmazdır bu. Peki hangi kurgunun plânlandığını, yani devleti yok etme gayretinde olanların yıktıklarının yerinene koymayı plânladıkları modele bir bakıyorsunuz, ekseriyetle işin o bölümü tamamen polemiğin sarp yokuşlarında kendini imha ediyor. Çünkü ütopyanın kurgulanışında gidiş yolları farklı, algılar farklı, kullanılan dil farklı, zaman zaman sistemin adı bile farklı. Kurgulanmış ütopyalar üzerinden bugünün koşullarında asla hayatta kalamayacak ezberler tekrar ediliyor. Oysa onlar için uzun zaman öncesinden "kurgulanmışı" vardır. Halbuki sosyalist bir devlet kuracaklardır ya, neyse... "Bir tatlı şifadır aldanmak" demiş üstad.

Esasen pek mühim değil. Çünkü onlar kolkola girdikleri çetenin ipinde ipe sabitlenmiş bir şekilde cambazlık yapıyorlar. Yakın zamanda destekler kesilecek. Trafik tıkanacak. Şah görünümlü filler, at görünümlü piyonlar gerçekle yüzleşecekler.

Ben de sağlık hizmeti alamıyorum bu arada, eğitimde fırsat eşitliğinden falan çocuklarım faydalanamıyor. İçinden hukuk çıkarılmış ve bir kefesi ağır çeken adalet terazisi benim de hiçbir işime yaramıyor! Üstelik zarar gören yoksul kesimin olduğu bir taraftayım, doğal olarak eleştirinin ağababasını yaparım, da devlete değil… İçini boşaltanlara! Tırpanlayanlara, kemire kemire yok etmeye çalışanlara yaparım!

Kurumların içlerini dolduranlar nasıl ki insanlarsa, Atatürk'ün ardından deli gibi devleti yıpratıp kanunları delik deşik edenler, halkın gözünden düşürenler de yine  niyeti bozmuş, (ya da tam tersi niyetini yerine getirme telaşında) ahrarcı artığı kuklalar olmuştur. Ceplerini doldurmak, dünyalıklarını yapabilmek esasıyla davranan bu siyaset esnafları, her daim hınçla, nefretle, kinle ve intikam alabilme ihtirasıyla yaptılar yapacaklarını.

Kavramların bu kadar iç içe girdiği bir coğrafyada devletle zoru olanların gerçek sıkıntısı üzerini kedi gibi örttükleri Cumhuriyet rejimidir elbette. Çünkü devletin geleneksel(klasik) ve iktisadi(modern) politikalarını belirlemede aslolan, rejimin ta kendisidir. Kahrolsun devlet’in ardından 2002’lerden sonra bölücü ağızlara “kahrolsun tece, işgalci tece” kalıbının  söyletilmesi de hiç tesadüf değildir.

Monarşi rejimi yerine anayasamızla inşa edilen ve 29 Ekim 1923’te yürürlüğe giren “egemenlik sınırsız ve koşulsuz ulusundur” tanımı alt üst olalı yıllar oluyor. Seçim sistemimizdeki “millet vekillerini yalnızca parti başkanı aday gösterebilir” kuralı, seçimlerde demokrasinin asla işlemediğinin apaçık göstergesidir.

Ama vatandaş her seçimde “vatandaşlık görevimi yapıyorum” şiarıyla koca bir kandırmacanın içinde olduğundan bîhaber gibi, gider “tıpış tıpış” oyunu kullanır. 

Kafasına göre bir aday çıkmadı mı? O zaman olanların içinden seçeyim bari der… Cb seçimlerinde en acayip şekliyle yaşamadık mı bunu? Hatta tam dokuz köyden kovulup da onuncu köylere gelen şeffaf habercilerimiz, muhalif(!) tv kanallarından tavuklarını yemler gibi yemlemediler mi koskoca halkı? Sonra oy kullanmayanları da vatan haini ilân etmediler mi?  

Halkın katılım oranı bir seçimi meşru kılma konusunda en belirleyici faktördür. Bu yüzden oyunu kullanmayacak olanlar için para cezası türü uygulamalarla korkuturlar ve hep de tutar bu taktik. Sihirli sözcük: vatandaşlık görevi'dir. Yeterli katılım oranının sağlanmış olmasına kendi aralarında verdikleri isim: Demokrasi Şöleni’dir hatta… Her seçim sonrası dönemin reis-i cumhuru kim ise, o çıkartılır tv’ye ve: “Bugün halkın büyük bir çoğunluğunun katılımıyla bir demokrasi şöleni yaşanmıştır, vatana millete hayırlı olsun!” der.

Oysa içlerinden geçen şudur: 

“Bu sefer de yediler!”






Hiç yorum yok :