12 Eylül 2014 Cuma

THEIR BOYS

Tarih anlatılırken sebepler ve sonuçlar sıralanır. Bunlar bunlar oldu sonra bir öğrenci veliahtı vurdu savaş başladı. Ya da bir gazeteci ilk kurşunu sıktı direniş başladı şeklinde.

Oysa savaşları ya da direnişleri başlatan olayların iktisadi, siyasi ve sosyolojik sebepleri zamana yayılmıştır ve bundan sonra bu olmuştur gibi kestirme cevaplar vermeyi de pek mümkün kılmaz. İşte bu sebepledir ki tarih çarpıtılmaya en müsait bilimdir. Belgeler, o günün şartları göz önüne alınarak incelenir. O zamanın şartları da yalnızca o coğrafyaya kuş bakışı bakmakla değil, dünyadaki siyasi iktisadi askeri ve sosyolojik gidiş doğrultusunda, ülkelerin bağlı oldukları anlaşmalara, bağlı oldukları ittifaklara ve paktlara bakılarak yorumlanır. 

Bizim coğrafyaya bu şekilde bakıldığında "borç batağına batık" bir ülke görürüz. Bu yüzden biraz daha dikkatli bakmayı gerektirir çoğu kez...

Küçük resimlerde, birilerinin kurtuluş olarak gördüğünü birilerinin yıkım olarak yorumlaması, birilerinin direniş olarak gördüğünü birilerinin isyan olarak yorumlaması normal(!)leştirilir… Bu yorumlardaki göreceliklerde yalan söyleyenleri ve tarihi çarpıtanları, hatta bunu özellikle yapanları nasıl ayırt edebiliriz sorusunun cevabı büyük resimdedir. Büyük resim derken, dünya küçüktür aslında ve örneklerle doludur. Perdeyi bir parça aralamak kâfi gelecektir ki perdeyi tamamen kaldırmanın da hiçbir sakıncası yoktur. İçeride “çetrefilli işler” çevirmiyorsanız tabi.

1980 Darbesi’nin gerçek hedefi Türk Devleti'ydi ve Türkiye Cumhuriyeti’ydi diyebilir miyiz? Bence dolaylı olarak deriz. Yine sondan başladım. O halde şöyle çevirelim;

Türk Devletleri’ne baktığımızda ve tabii ki kurucu devlet adamlarımıza, ne görürsünüz? Büyük bir “ordu” ve dahiyane zekâya sahip bir “başkomutan”. Bu biz Türklerin de devlet kurma geleneğinin temel taşı. Dünya’nın diğer devletlerine bakıyoruz, bir iki örnek dışında durum  aynı.

Ancak ne var ki yorumlar yapılırken ne zaman kendi coğrafyanızdan, ne zaman evrensel olarak bakacağınızı kestiremezsiniz. Ya da böyle demeyelim, bu ayrımı yapabilme öngörünüz tırpanlanır.

Zamanlamayı doğru yapabilmek, önce insanın kendi ülkesinde yaşadığı olayın “öznesi” olmasıyla mümkündür. Evrensel olarak baktığınızda bir Fransız kendi etrafında dönen olaylara asla evrensel bakmayacaktır. Yerel bakar, yani ÖZNE'sidir olayın. Bir Rus, bir Amerikalı, bir İtalyan, bir Alman… Herkes kendisidir. Sanatçısıyla, bilim adamıyla, siyasetçisiyle, iktisatçısıyla, işçisi ve memuruyla. 

Ama gelin görün ki bizde durum böyle işlemez. İnsanımız sürekli kendisi de içinde olduğu halkı aşağılayıp, sanki Danimarkalı  ya da Hollandalıymış gibi memlekete yapılanların, bize reva görülenin asla öznesi olmaz. Türkler diye başlar bakışlarını hayıflandırarak, "size müstehak der" sonra gözlerini yukarlara belerterek. Aşağılık kompleksiyle harman olmuş bir öznefret sarmalında esrir…

Darbe ve devlet diyordum.

Binlerce yıllık Türk tarihini öyle çarpık öyle yalan, öyle büyük yanılgılarla dolu dinlemiştir ki falancadan, öz nefreti, Türk Ordusu’na karşı oluşturulacak kin ve nefrette 80 Darbesi'ne dolgu malzemesi olacaktı. Oysa kan durdu diye sevinmişti herkes. Meselâ Zerrin Özer'in bile açıklaması var yazılı olarak. Ama durdu zannettiğimiz kan, kapalı kapılar ardında akıtılmaya devam ediyordu. Hem de oluk oluk. Kan daha önce insani bir biçimde durdurulamaz mıydı? Karşı grupların ellerine tutuşturulmuş silâhlar neredeyse küçük bir ülke ordusunun elindeki silahlar kadar fazlalaşınca mı “their boys” oldu kendi ordumuz?

Kimler getirtti silâhları?
Dipten - derinden kimler verdi o ana kuzularının eline onları?
Tüm bu acayiplik olup biterken Kenan Paşa uyuyor muydu?
Yoksa karşısında düşman askerleri varmış gibi "do it" komutunu beklerken mi plânladı “Bayrak Harekâtı”nı?

Kinin ve nefretin tohumları organikti!  Adı bölücülüktü ve Gericilik de gübresiydi. İhmâl edilmedi, bolca serpildi. Bölücülüğün köklerine iyice kaynadı gübre. Birlikte elele piç otlarla beraber azgınca üreyecekler, filizleneceklerdi!..

Öyle de oldu.

Kenan Evren’in nizamperver bir Nato Jandarması olarak kraldan çok kralcı haliyle, bugünleri görebildiğinden kuşkuluyum. Kendini imhâ ediyordu zira. Türk Ordusu’nu, Devletini ve Rejimini yok etme plânının bir parçası edilmişti.
Kendi elleriyle ektiği tohumlar, beş adam boyu ağaçlara evrildi. Kin ve nefret tohumları öyle gür  göverdiler ki, meselâ sevgi tohumu bire bir, ya da hiç verirken, kin ve nefret, bire on verdi. Hektarlarca yeşeren bu azgın ürün “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeş(!)çesine” satacaktı günün birinde bu devleti! Eh öyle oldu…

Gelin görün ki ;

12 Eylül’ün Devleti bitirme ve rejimi değiştirme yönünde açmış olduğu delik saatte bilmemkaç yüz km. hızla giden bir jetin gövdesinde açılmış bir delik gibidir. O jet güvenle yere indirilmezse parçalanır. Aşağıdaki nefret ormanına düşer ve büyük bir kısmını da beraberinde yakıp kül eder!

Geriye kalan ağaçlar ne mi olur?
Küresel çete HASAT ZAMANI onların tamamını kesecektir.
Tarihleri boyunca hep ama hep böyle yapmışlardır. Bilmez misiniz?

Bizler el birliğiyle delik deşik edilmiş memleketimi,
Güvenle yere indireceğiz bir gün.
Bundan asla kuşku duymuyorum!.. 

Hiç yorum yok :