20 Ekim 2010 Çarşamba

SARDUNYA MAVİSİ

karanlık doğalı,..
bir yanım
kırkbeş dereceden
güldü semaya
diğer yanım
köprü altından mısır çarşısına
selanik gevrekli oturak aleminde.
bir tutam afiyetken
yazık dolu dumanlar sardı
köprü sürüsü adım/lar
ezilmekle diklenmek arasında
sıkışıp kaldı.

"sardunya mavisi"
j.ak
29/12/2002

MANTIK EVLİLİĞİ


Saat çok  geç
zamandan şansı yok.
Haraç mezat ama
güya tok.

o gergin.
sen hediye.
ışıkları söndür.
aşk şarkıları söyle. sen/ona
.....

Hastalığın en sinsisi 
yapar insanda akıl esrimesi 
ilacını içirmeyi unutma 
tek reçetesi para!
Dedi ki doktor
İdrarında %97,5 para hırsından olma cenin
ve iki buçuk da
kariyer(!)
bulduk ana kraliçenin.

erken uyarı sistemleri devre dışı
hemen teslim eve servis. 
mutluyuz / şöyleyiz / böyleyiz. 
Yazıyordu arabanın plakasında.

O şimdi ultra hijyenik paspasıyla.
Duyduğuma göre oy verdiği parti bile değişmiş
yeni kurduğu 
yaz boz tahtasında.

"mantık evliliği"
J.ak
16, Nisan/2006

GÜLMEK

 Endişe, korku, kaygı, panik...
Bu duygular sağanak halde, bir insanın hayatını aynı anda kaç kez taciz edebilir? Eşi doğuma giren bir adamı mesela, hayatının sınavı olan öss sınavına girmek üzere olan bir öğrenciyi, şehir trafiğinde olağan dışı bir kazadan son anda sıyrılıveren bir insanı ve buna benzer örneklerde  bu duyguların yoğun baskısıyla ürperir insan. Karın boşluğunda feci bir ağrı baş dönmesiyle karışık bulantı hissi ve buna eşlik eden soğuk ter gibi, psikosomatik etkiler yaratır. Durum değişir değişmez ise bedensel ve ruhsal etkiler  kaybolur gider. Birkaç saniyeye kalmaz o muhteşem organ beyin, durumu kurtarmak üzere  savunmaya geçmiştir bile. O ölümcül an/lar, tebessüm hatta kahkahayla geride kalmıştır. 
Karşıdan karşıya geçerken ezilme tehlikesi geçiren bir kadında görmüştüm. Kadın kendini kaldırıma atmış ve gülmüştü. Şu an o fotoğrafı düşünüyorum da, “ölüyordun be kadın gülmek neyin nesi” diyivermiştim. Şimdi anlıyorum nasıl da düşünmeden etmişim bu lafı.  Gülmek ne güzel bir lütuftur öyle.  Doğal armağan, beleş seratonin.

 Türk siyasetinin son döneminde olup bitenlere baktığımızda endişe halinin halkın büyük bir çoğunluğunda giderek artan bir ivmeyle yükseldiğini görüyoruz. genel bir tedirginlik, bilinçli olarak oluşturulan korku toplumunda iyice yerleşirken, zaten ekonomik darboğazda olan halk sokakta iyiden iyiye zıvanadan çıktı. Çünkü endişe kaygı korku ve panik hali neredeyse kesintisiz olarak ve sürekli tırmandırılarak yaşatılıyor bize.

 Tek bir sözcük, bardağı taşıran son damla haline geldi. Böylece tüm o kültürel ve manevi değerlerimizden bir kaleyi daha kaybettik. "Hoşgörü".
 Türk toplumu  bana sorarsanız pek misafirperver de değil artık. Sohbetlerin yerini uzun metrajlı film tadındaki ağdalı kalitesiz diziler, toplantıların yerini alışveriş merkezlerinin o palavra ortamındaki soğuk metal sandalyelerde plastik bardaklardan içilen bulaşık suları aldı. Siz adına çay ya da kahve de diyebilirsiniz, ben demem. Hem öyle artık insanların biribirleri için harcayacakları zamanları da yok fazlaca. Doymak, barınmak ve ısınmak için günlük zamanın büyük bir bölümü ağırca bir bedel olarak ödeniyor. 
Bana sorarsanız bunların tamamı, kültürel erozyonun bahaneleri. Kültür emperyalizmi insanları bencil, içe kapalı, korkak ve ben merkezci bir duruma getirdi artık.  İsteksizlik; umutsuzluk ve malubiyetin ete kemiğe bürünmüş halidir. O yüzden içinden çıkılamaz bir konuşma tembelliğini de beraberinde getirir. Düşünmekle eş zamanlı konuşamayan insanlar her zaman dip notlarla ilkel belirleyicilikler taslarlar. Cinayet, intihar gibi eylemlere baktığınızda da hep bu hazıra konma ve kolaycılığı görürsünüz. Yani bardaklar artık doludur. Herkes son söz için sıvanma telaşına girmiştir.

 Tek başına  farkındalık,  çoğu zaman aptalca bir gururu da beraberinde getirir. Yok mu sanki tüm bu olup bitenin farkında olanlar. Bence çok. Ama değişen alışkanlıklar nasıl yalnızlaştırdıysa herkesi, nasıl bencilleştirdiyse ve nasıl tembelleştirdiyse,  farkında olmak tek başına yeterli görülüyor gibi. Duygular kirlenirken tembelleşti de aynı zamanda. Aşık olmak tembel işi, sevmek, saymak, sevinmek, kızmak, ağlamak ve "GÜLMEK" .   Duyguları bir eve benzetecek olsam, "o evi bok götürüyor ve kimsenin de işin ucundan tuttuğu yok" derim. 
 Toplumsal duyarlılık bana göre önce o evleri temizlemekle başlar. Tembellik gülüşümüze yaptığımız en acımasız eziyettir. Unutmamak gerek, beyin zaten buna koşulu ve bizdeki en büyük nimet. 

söylenmemiş sözler varken içimde

hiç bir şey derman olmuyor
enkazdan çıkmış,
ağır yaralı ruhuma...

rock'n roll'dan taze kan
hem sıfır hem pozitif
bu ara yaralıyım
nihavent makamlı
dik çıkışlar yapmalıyım, olmuyor...

özüm bi ahenk
rahatla rahatla
yüksek irtifada zordur nefes almak.
farkında olmasa da dağ
oraya çıkmak gerek.
J.ak




19 Ekim 2010 Salı

OKUMADIM RUHUNA YASİN

-“Bana fayton şiirini anlat”
-“bak” diyor “ben en üst kattayım
                               burada bile.”

Gülüşü sessiz, gülüşü inmeli yüzün
Son şarkısında hüzün.

Diyor ki
"Boş ver faytonu falan
sponsor varolsun
son tatilim
üst katta keramet var."
Vakitsizlik ayriyeten
Öğretir son teknolojiyi
Erimeden kar.
            Sekseninde bilgisayar!!!
Zongur Ece.

 
Her gelişimde git gide tırmanan endişe
bu kez minibüste rahatım.
Aktarma Kadıköy’den Acıbadem’e
adımlarım daha çabuk
içimde var sakar bir sebastiyan
son vapur olsan
kaçta gideceğini
             bilebilir insan.

            Orada inince ikinci minibüsten
            Yüz metre koşucuları
hatalı çıkışlar yapıyor içimden.

Asansörler hep meşgul mü olur böyle yerlerde?
Merdivenler
merdivenler...
                 
         * “bir kedi anımsıyor mütemadi
              alargada ve uçuk mai”
...


Sen artık yokmuşsun.
               Bugün duydum.
  
           
             Yarım
             Şiirlerin
          Yarım
          Sen...

          
  “Okumadım ruhuna yasin”  
    J.ak,  16, Eylül/04        

18 Ekim 2010 Pazartesi

ARGOS SALINCAKKEN

Bakışlar birkaç parçası eksik pazıl.
Resimde,
Gün değirmenlerinden çıkma
unlu ten taneleri.
 Sert rüzgarlar uçurdu bakışları.


Beşçeşmeler’de rakıyla sulayalım
gözlerimizi.
Sahile inen oluğun kurumasını bekleyelim.
Parfüm kokan oluk,
İnsan selinden sıkkın.

Beşçeşmeler’de itlaf
kurban,
bir büyük ve haydari.
Zaman da sallanıyor,
siyahları da gecenin.

eksik beşli dolaylarından
Müzeyyen Senar’a.
Her defasında gülerim
“yayın kırılsın Bahattin” derken, yaylı tambura
sarhoşken
daha fazla.

Bakışlar sinema salonundaki son gonk
kulak, resme tetik.
Resim yün eğirmelerinden çıkma mavi köpük.
Sert rüzgarlar uçurdu bakışları.

Dilimde tüy bitti.
ya da alkolden şişti.
Her şey komik
ve garson
epik
yaklaşımlarda.

Defolun!
Defolu ruhuma duvarlar ören
gün zebanileri.
Söz ve müzik perileri,
vakitlice geldi.
Birer içki ve
aşk parçalarından mezeler
söylediler.


Bakışlar, kötü gün dostu yağlı boya tablonun
okunmayan imzası.
Ay batımının seğirgen tülü,
tül, kedi esnemesi
yumuşak ve nazik.
 
iki bulut,
Aysamış gecenin
Işığıyla inatlaşmakta.
Rüzgarsa durdu galiba.
Bakışlar
Sabit.

“Argos salıncakken
kıvrak bir zenneydi gerçek”
15,Mart/07

_________________________________

ALIŞTIM SUSMAYA





Hayatı anlamlı kılan dinamiklerin yok olması sonucu farkında olmadan üzerinize yapışan reflks. Susmaya alışmaktan ziyade susmak, eylemin kendisi olur. Bunun farkına varan, insanın kendisinden çok çevresidir. Çevrede dört duvar vardır çoğu zaman. Onlar da susar. Günler haftalar geçer bu şekilde. Sonraları o yaşam enerjisi her nasılsa çıkagelir zamanın bir yerinden. Beklenmedik bir durumdur ve içinizdeki derin susmalardan çıkmaya çabalarsınız. söylenmemiş sözleriniz vardır derinlerde. Ama olmaz işte bir şekilde. Konuşma pratiği kaybolmuştur neredeyse. Kör bir kuyuya sarkıtılmış kısa iplere tutununmaya ve çıkmaya çabalar bulursunuz sözcüklerinizi... Dişlerin kovuğunda ya da dille damak arasında ezilir giderler. Ola ki, sözcüklere inancınız da yitip gitmiştir zaten.

Böyle geçer günler haftalar ve günlük kelime kullanım adedi ellilerde seyreder. İhtiyaç gidermek amaçlı. Bu halinize alışmak zor olur. Oysa ne kavgaları vardı hayatın. Ne yüklü lûgatları. Uzun açıklamalar vardı inandırıcılıktan olma gururdan doğma. Birazı kurnaz, birazı muğlak.

Sadeleşmekten bunu algılamıyordum oysa. bu tembellik yoruyordu. susmak çok yıpratıcıydı kendi rahatlığında. İçerideki dipsiz kuyuya, geceyi sarkıttığınızda, karanlıkta çınlar o haykırış: "Alıştım susmaya... Alıştım susmaya..."

                                                                                                                    27.06.2010



SUNİ TENEFÜS

alargada bir gemi
hayalleri temize çekti..
üç saniye koridorundan çıktı gözlerim.
savunma cezası almadan,
en karanlık mevsimin,
serbest atış bölgesindeyim.

sığınmak zordur gözler kapalıyken
duyduklarına sığınır
çaresizlikler.
kimileri istemez düşünmeyi
üzülmek belki senaryo gereği.

dört mevsimlik yollarda
yolunu şaşırmış güneş
ve rüzgar orsa
bir kanadın varsa
uçarsın.
gel gör ki sığınmak zordur uçamazken
son baharla inatlaşmak şöyle dursun,
tüm yapraklara kucak açarsın.

Toplanmış karanlıkta önünü görenler,
en samimi pozlar hapis flaşsız karelerde
yağmurlu yolun alt geçidinde,
adımlar yağar göz göze...

rolünü uzatmak ister
bir figüran korkarak
ve iyi oynayıp akılda kalmak
yönetmen ''kestik'' der donar kalırsın;
''sen sadece bir ulaksın''
sahici roller akarken köprülerden, trenlerden,
koskoca evreni göğüs boşluğuna yamarsın..

''suni tenefüs''
j.ak
21. 06. 2010

geçmiş



Dar gelmiş askıdaki yargı
ziyaret saati bitti.
geçmişin
pabucu damda
güldü Ege
yanı başımda.

geniş zamanlarda,
asil şövalyeyim
kılıcım kınında.
çok ol
endişeye mahal yok

şimdi
derin serserisin
özü hin
tuzu serin.
alfabetik bozgunlarda
cansiper kâtip
düşünce düşünceye
zorunlu hatip.

...
konuşmamak olgunluk.

tarihsel
zarlar arefesi
doğaç suskunluk.
ilkel
tefekkür
kovuklarım.
sair mekan kaygılarım.
gereksiz farz-ı misaller,
okyanustayım zanneder
su birikintisindeki
sevimli benler,
sevimsiz benler.

“geçmiş”
 j.ak,
 Mayıs,20/2000

Şiir

Kalp hayat diyarında
Para zikirli boncuklar ekilmede.

Otuzüç altmışaltı doksandokuz
Bağışla
bilamakbuz.
Esir pazarı sakinlerinden
Suni bir gündem.
küçük bir gölet
içinde üç beş kuğu
kuğu ölü balesi
küresel ısınmayla bahar
bu yıl baharda
kuru gürültü
var.
Zikir boncukları
Bir ağız olmuş
Otuz üç altmış altı doksan dokuz
Bağışla
Bilamakbuz.


"hamaset yüz yıkayan avuç dolusu fatiha iken"
jak,
21, Mart/07

TADIMCI'DAN! YERSEN.

Gündem konusu A Milli Futbol Takımı'mız. Son otuz yılın en berbat futbolunu oynadıkları son iki maçta kaybettiler. Sporda kazanmak ne kadar doğal bir sonuçsa kaybetmek de öyledir. Birine sevinir, diğerine üzülürsünüz. Ancak son yıllarda medya patronları neye ne kadar ne şekilde üzülmemiz gerektiğini bile bizlere önceden hazırlayıp  zorla yediriyor. Konu malum Erman Toroğlu ve Arda Turan olayı. 

13 Ekim'de Kanaltürk'te yayınlanan  Telegol programında Erman Toroğlu,  bir futbolcunun haber olarak, milli takımın üzerine çıkmaması gerektiğini söylüyordu. Ertesi gün Arda, ağlamaklı bir üslup ile medyayı (isim vermeden) bel altı yorumlar yapmakla ve "şerefsiz" olmakla suçluyordu. 
 Ama milli takımın son iki maçı ve başarısızlığı hiç konuşulmuyor, insanlar gazete okurken de tv izlerken de ya Erman toroğlu'ya kızıyordu ya da Arda Turan'a. İşin en komik yanı ise tüm bunların organize bir biçimde bütün kanallarda aynı şekilde yapılıyor  olmasıydı.  

Sporun en başından beri siyasete alet edilmesi bir yana, son dönemlerde en büyük pasta olan futboldan başka bir branşı pek göremez olduk. Parayla alakalı işler neredeyse,  medya da kuyruğuna takılmış gidiyor memleketimde.  O yüzden F1 yarışları da pek bir revaçta son yıllarda. Sportif karşılaşmalarda canlı canlı, protokoldaki elit izleyici kitlesini, koket hanımların rüzgarda uçuşan platin saçlarıyla parlak rujlu slikon dudaklarını o narin elleriyle tuttukları alkışa soslayarak sundular. Sunmasınlar diyen yok. Ama nerede voleybol? Nerede amatör liglerde pırıl pırıl gençlerimizin yurtdışı başarıları? Nerede kürek? Nerede bisiklet, nerede daha nice branş...Bizim kadın sporcularımız neredeler? Onların da başarılarından tek satırla bile olsa bahsedilmez mi? Dedim ya neye kime nasıl ne şekilde sevinmemiz ya da üzülmemiz grektiğine bizler için artık başkaları karar veriyor.


Ekonomimiz, siyasetimiz, sanatımız ve sporumuz... Hepsi belirlenmiş dayatmalarla yutturuluyor. Gündem her zaman gerçekliğin dışında. Bizim dizilerimiz bile nasıl yaşamamız gerektiğini dikte ediyor neredeyse. 

Küçük İskender, toplumsal bir duyarlılıkla, son yaşanan tecavüz olayını  insanca ve kendine has hararetiyle kaleme alıyor ve "başardınız, kına yakın" diyordu, FATMAGÜL'ÜN SUÇU NE adlı diziye gönderme yaparak. 

Birileri bizler adına önceden lezzet testi  yapan tadımcılar gibi ne yememiz gerektiğine karar veriyor. Bu menü Halil İbrahim sofrası bereketiyle en güzel tabaklarla lokma lokma boğazımıza tıkılıyor.  Hangi sanatçı dinlenecek, hangi gazeteci yazacak, hangi spor dalı izlenecek, hangi ressam, hangi şair, hangi kitap okunacak? Kararı "onlar" veriyor!

Yiyen yiyor, yiyemeyen kusuyor...