13 Ocak 2012 Cuma

ULUSAL ŞUURU BİTİREMEYECEKLER!


Dün, akşam saatleri internet gazetelerine düşen habere göre, artık 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarını stadyumlarda izleyemeyeceğiz...

Haberin manşeti garip. Diyor ki 19 Mayıs kutlamaları iptal.
“Mili Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğü, 81 ilin milli eğitim müdürlüklerine gönderdiği yazı ile 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde Ankara dışındaki illerde kutlamaların sadece okullarda yapılmasını istedi.” (Ankara-AA)

Bu haberin detayında ise kutlamaların TEKNOLOJİK(!) stadyumlarda yapılmasının daha uygun olacağından dem vuruluyor. Hem öğrenciler hem veliler bir “yük”ten kurtarılıyormuşmuş.

Şimdi haberin manşetini mi sorgulayalım, bu millete ifade ettiği kavramları mı hiç bilemedim. Ama neresinden tutsanız elinizde kalacak bir sürü saçmalığın, yine, sanki iyi bir şey yapılıyormuş gibi servis edilmesi ve Türk Ulusu’nun yine her zamanki gibi aptal yerine konmasıdır kabak tadı veren.

Birincisi o törenlerin adı 19 Mayıs kutlamaları değil. 19 Mayıslarımız, Atatürk’ü anma etkinliklerimizdir. Çünkü Atamız’ın doğum günü olarak kabul edilmiştir 19 Mayıs tarihi. Ulusumuz için bu tarihin anlamı ve önemi işte bu şekilde taçlandırdığımız büyüklüktedir.

Aylar önce 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’na alternatif kutlamalar düşünüldüğüne dair haber yayılmıştı. Demek alternatif kutlama dedikleri TEKNOLOJİK STAT KUTLAMALARI imiş. Gençlik ve Spor konusuna gelince ise demek ki hımbıl sümsük, uyuşuk ve topluca hareket edemeyen yeni nesiller yetiştirmenin hayaliyle yanıp tutuşuyor bu kararı verenler.

İptal,

Alternatif tören,

“Yükten kurtarmak”,

Stadyumlarda değil de okullarda kutlamak...

Vs.vs...

Yahu lâfı neden dolandırıp duruyorsunuz? Siz kimi kandırıyorsunuz?

Stadyumlarda Millî Bayramımızı kutlamamız YASAK EDİLDİ işte düpedüz!

Bir başka deyişle Atatürkümüz’ü Stadyumlarımızda devasa coşkular içinde anmamız YASAK edildi bizlere! Öyle okullarda kendi aranızda kutlayın işte diyorlar.

Zamanla onun da bir hâl çaresi bulunacaktır. Okullarda da yasak edilme bahaneleri sıralanacaktır. Bunun içinse en belirgin bahane, okulların eşitsiz kutlaması olarak gösterilecektir. Çünkü bazı(!) okullar bariz bir şekilde ders yoğunluğunu bahane ederek kutlamayacaktır ve diğer okulların buna çocukların üniversite yarışını bahane ederek bu eşitsizliği(!) ortadan kaldırmak isteyecekleri konusu eklemlenecektir, vs... Bu senaryolar günü geldiğinde bilahare sahnelenecektir tabii...

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız deprem bahane edilerek kutlanmadı.

Şimdi 19 Mayıs’a Kurtuluş Mücadelemiz’in başladığı o güzel günümüze diktiler gözlerini.

30 Ağustos deseniz okullar tatil. Askerî törenlerin resmî geçitleri ile kafayı bozanlar olacaktır elbet. Ki son yıllarda haberlerde kırk saniyelik görüntülere hapsediliyordu koskoca Zafer Bayramımız...

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na gelince, adı bile ürkütücü geliyor olmalı bazılarına. Ulusal Egemenlik falan. Nasıl yani Ulusal?

Çoluk çocuk işleri işte demeyin. Ağaç yaşken eğilir. Ve düşmanlarımız bunun gayet farkındalar. Eminim ki 23 Nisan için de kafalarda binbir fırıldak dönüyordur. “Hava soğuk minikler üşüyüp hasta olmasınlar.” Gibi gayet masum bir bahane benim ilk beklediklerim arasında meselâ...

Ulusal Bayramlarımızla uğraşılmasının hizmet ettiği amaç bellidir. Halkın ulusal bilincine incir dikmektir tabii ki biricik sebep. Bu halkı ulus bilincinden iyice uzaklaştırıp yeniden tabâ haline getirmek istiyorlar. Sgk’ların özel sektörde millî bayram günlerinde önonay vermeleri, zaman içinde devlet kurumlarında da gündeme gelecektir ve bilin bakalım ne olacaktır? Dinî bayramlar artık neredeyse her yıl iki bayram dokuzar güne yayım yayım yayılırken, Millî Bayramlarımız, resmî tatil olmaktan bile çıkarılacaktır nihayetinde...

Şimdi bu haberde stadyum törenleri Ankara dışındaki illerimizde iptal edilmiştir deniliyor. Buraya kadar olan kısmı anladık da,

Benim aklıma takılan soru şudur;

İstanbul’daki Kuleli Askerî Lisesi ve Deniz Lisesi,

Bursa’daki Bursa Işıklar Askerî Lisesi,

İzmir’deki İzmir Maltepe Askerî Lisesi, 

Büyük şehirlerimizdeki medaar-ı iftiharlarımız Şanlı Ordumuz’un gözbebekleri olacak olan gençlerimizi o yüce görevlerine hazırlayan okullarımızdır.

Ankara dışındaki şehirlerde stadyum törenleri iptal edildi ise bizler bu çocuklarımızın 19 Mayıs coşkusunu nereden izleyeceğiz peki?

Onları gidip okullarında izlemeye kalksak eminim kendi ebeveynlerini alabilirler ancak izleyici olarak. Peki halk artık bu öğrencileri izlemekten mahrum mu bırakılacak?


Yanıt tabii ki bellidir. Evet mahrum bırakılacak!


Çünkü hesaplardan bir diğeri Şanlı Ordumuz'un Atatürk'ün ordusu olduğu gerçeğini gözlerden uzak tutmak istemeleridir. Askerî okullarda müfredat değişikliği istenmesinin asıl nedeni tam da budur zaten. Atatürk İlke ve inkîlaplarına bağlı yurttaş yetiştirmeyle alakalı madde Millî Eğitim'den nasıl KHK ile şıp diye kaldırıldıysa, aynı uygulama hem de müfredatlar değiştirilmek sureti ile askeri Okullar'da da aynen yapılmaya çalışılıyor. Ve ilk olarak da sanırım onlara reva görülen, Atatürk'ün doğduğu gün saydığımız Kurtuluş Savaşımız'ın başladığı gün olan 19 Mayıs gününü gözlerden uzak ve sessiz sedasız kutlamaları ve Atamız'ı da ha keza gözlerden uzak bir şekilde sessiz sedasız anmaları(?)dır... Bu gidişle Nutuk okumak da yasaklanır. Gözden uzak, gönülden uzak yani. Askerimiz ile iç içe olduğumuz, onların varlığı ile gurur duyduğumuz manzaralar gitgide uzaklaştırılıyor gözlerimizden...

Biliyorum ki bu yanlış hesaplar günün birinde dönecektir.

Ve ben eminim ki her fırsatta küçümsedikleri bu halk, oynanan bu talihsiz oyunu yüreğinin gücü ile tek yumruk olarak yine bozacaktır!

Millî Bayramlarımız’a yeni tarihler atmak durumunda  bırakıldığımızın farkında mısınız?!


Jale ALTUNEL
13.Ocak.012

6 Ocak 2012 Cuma

"LAN N'OLUYO!"

Hedefe ulaşabilmek için seçilmişlere ihtiyaç vardır.

Kullanım değeri ne kadarsa, aynı büyüklükte bir başka olayın üzeri bununla örtülür. Kaos, yapay gündemlerle tırmandırılır.

Bir gün İlker Başbuğ’u savunacağım hiç aklıma gelmezdi. Ancak tabii burada savunulan kişi değil kurumdur. Hedef Türk Ordusu’nun ta kendisidir. Neden? Daha büyük hedeflere ulaşmanın birinci koşulu budur da ondan.

Bundan iki yıl kadar önce bir arkadaşıma dış güçlerin günün birinde Memleketi postallarıyla çiğneyeceklerinden bahsetmiş ve Cumhuriyet’in bekâsı için bu demokrasicilik oyununa gelmememiz gerektiğini savunmuştum. Ne olmuştum peki tahmin edin. Darbeci olmuştum.

Albay Çiçek ve diğer tutuklamalara maruz kalan kişiler birer birer yem edilirlerken dut yemiş bülbül gibi susup oturan, onları adeta özel mahkemelerin savcılarına eliyle teslim eden İlker Başbuğ, Uludere’den sonra neler olabileceğini öngörebilmiş midir bunu bilemem. Ama öyle zannediyorum ki gidişatın bir parça farkında olanlar buna hiç şaşırmadılar...

Kimse uyanmayacak. Türk Ulusu kapitalizmin pençesinde, yeteri kadar aç ve yeteri kadar uyuşturulmuş durumdadır çünkü. Gidişatın farkında değildir ve yarı aç yarı tok yaşadığı dünyasında o minik krallığında Tv dizileriyle olsun hükümet tarafından düzenlenip servis edilen haberlerle olsun, futbolla eğlence programlarıyla olsun bir şekilde mutlu olmanın yolunu bulmuştur. Ne de olsa kadir şinas bir milletizdir biz. Azla yetinmesini kıta kanaat etmesini biliriz. (ki bu da apayrı bir yazının konusudur tahmininiz üzere) Gidişatın farkında olanlarınsa zaten yarısı ceza evlerinde, diğer yarısı da mutsuzdur...

İlker Başbuğ’un tutuklanması yine her zaman olduğu gibi bir taşla bir çok kuş vurabilmenin iyi sahnelenmiş bir oyunudur ki,


Birincisi hükümetin kendisini Uludere’den tamamen soyutlaması ve yanlış istihbarat olayını gündemin tamamen dışına atabilmesidir. (Farklı gündemlerle unutturma taktiği...)

İkincisi şanlı Türk Ordusu’nu halkın gözünde iyice küçültebilmek ve etkisizleştirmektir.



Üçüncüsü M.Ö. 209’da Metehan’ın kurduğu binlerce yıllık ordumuz ile terörü özdeşleştirmektir. Öyle demiyor mu PKK sempatizanı bölücü hainler zaten;  “işgâlci TeCee, terör örgütü TeSeKee!”  İşte alın size bu söylemi tamamıyla legal hâle getirebilecek bomba bir tutuklanma...






Dördüncüsü de Askerimizin Ordumuzun artık tamamiyle kılını kıpırdatamayacak hâle gelmesi ve en ufak bir hamlesinde içeriden bastırılabilmesinin önünün tamamen açılmasıdır...  (Burada müdahaleden kastım darbe değildir.)  

Ama tabii ki Nato için jandarmalığa devam etmesi şartıyla!  Yani askeri gücümüz Türk Milleti için değil, emperyalist çete için savaşacak hatta ölecek. Şimdi de durum farksızdır aslında ama daha da sindirmeyi uygun gördükleri besbellidir...


Emperyalist devletlerin işi bittiğinde kendi yetiştirdiği figürleri nasıl tarihe gömdüklerini biliyoruz. Kullan ve at mantığıyla işletilen bu dahiyane sistemde, lider konumundaki figürlerin biribirilerine kırdırılması da sözkonusudur.

Amerika ve İsrail, Uludere’yi biliyordu, öyle ya istihbaratı verenler onlar. Ve Uludere’den sonraki hamleyi de. Başbuğ’un tutuklanması satranç tahtasında şaha giden önemli bir figürdü. Vezirdi yani. Şimdi şahlardadır sıra. Şahbaz olacakları gün yakındır yakın olmaya ama geride aslolan koskoca bir Türk Milletidir yani bizizdir bizi ilgilendiren.


Seksen darbecilerinin cirit attığı e-mutıra verenlerin özel araçlarıyla gününü gün ettiği bir dönemde sen tut İlker Başbuğ’u tutukla. Seksen darbecilerinin palazlandırdığı bu siyasal islâm ve onun kurduğu hegamonya Büyükanıt’a da Cumhuriyet mitingi arefesinde ekmeğine sürdüğü yağdan dolayı dokunamaz. Hatta ilişemezdi diyelim.


İşte beşinci ve “mış gibi yapılmaya”  katkı  sağlayan büyük gayretin adresinin de adı belli oluyor böylelikle. Hani şu referanduma darbeciler yargılanacak inancıyla “evet” diyen şaşkın tatlı su solcuları varya, onların ağzına da böylece bir parmak bal çalınmış oluyordu işte... Abzürt filmlere konu olabilecek kadar komik bir senaryo.

***

Ne memleketmiş şu bizimkisi gözünü sevdiğim, oy oy bitmiyor altı. Herkes herkese düşman, her kurum her kurumla bir hesap peşinde. Millî irade şaşkın, keserin sapı kimden tarafa dönükse canhıraş bir hesaplaşma silsilesi ki mide bulandırıcı...


Adeletin bu yüzden azı fazlası olmaz. Ondan yanası bundan ötesi olmaz. Ötekine şu kadar adelet berikine bu kadar adalet olmaz. Çünkü adalet herkese lâzım.


Günün birinde AKP’ye bile lâzım. Bunu herkes iyice not etsin bir kenara.


Bu olaya asla şaşırmadım. Şahıs adına üzülemedim. Ama sevinmedim de pek tabii. 

Kişiler gelip geçicidir zira. Kurumlarsa binlerce yıl ayakta kalmayı başarabilmiş midir? Evet.


Birincisi Türk Milleti Devletçilik geleneğinden gelir.


İkincisi Şanlı ve Ulu Ordumuz, binlerce yıllık bir ordudur. Yüz yüzelli yıllık iğrenç senaryolara yem olması asla söz konusu bile olamaz. Buna sevinen şapşalların bu büyüklük karşısındaki pul boyutlu aciziyetlerinin farkına varmalarını, silkinip kendilerine gelmelerini  salık veririm.



Bu Ulus ise Kuvaa-i Milliye ruhuna sahip dünya üzerindeki yegâne ulustur ve bazılarının uyuşmuş sandığı halkın ise “lan n’oluyo” eşiğine geldiği zaman neler yapabileceğini tüm dünya defaatle görmüş, hâlâ daha midesine oturanları sindirememiştir bile...

İstedikleri oyunu oynasınlar bakalım, kendileri çalıyor kendileri oynuyorlar nasıl olsa.

Bu halk zamanı geldiğinde “LAN N’OLUYO” diyecektir.  









JALE ALTUNEL





24 Aralık 2011 Cumartesi

KURSAĞINIZI SEVEYİM!

Uyanıklık ve üçkâğıt üzerine kurulu, sistemini bu denli güzel oturtmuş bir dünya düzenini yeni görmüyoruz. Tabii bu minvalde tüm bu olup bitenler karşısında şaşıracak da değiliz.

Atatürk’ün ölümünden bu yana iktidara gelmiş partilerin memleketi dış mihrakların avucunun içine bırakmasında, gitgide borçlandırılarak ekonomik bağımlı hale getirilmemiz ve aynı süreçte tavizler arttıkça içimize doluşan yabancı ajanların bir çok konu hakkında sosyal projeler adı altında Türk Halkı’nın eğilimlerini denetlemek, kontrol altına almak konusunda çalışmalar yapmaları, bir kartopunun çığa dönüşmesi gibidir.

Zincirleme bir şekilde borç arttıkça tavizler artmış, tavizler arttıkça ajanlar doluşmuş, ajanlar doluştukça, seçim sistemindeki çarpıklıktan tutun da eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, aklınıza insana dair ne geliyorsa bütçeleri öldürmez ama süründürür hale getirilmiş, halk süründükçe biyat kültürüne kurban edilmiş, biyat ettikçe vatan hainlerine tapınır hale getirilmiş, halk hainlere taptıkça da onlar oylarına oy katmış. Tabii dışarıdan ithal ileri demokrasi ve onun faziletlerini(!) de saymadan geçmemek gerek. Bölücülere, vatan satıcılarına, din hurafecilerine, teröriste, PKK’yı övenlere ve benzerlerine çok ileri seviyelerde sağlanan cânım ileri demokrasi, vatansever, tam bağımsızlık diyen ve hakkını arayan işçiye, memura, çiftçiye, öğrenciye, akademisyene, hukukçuya, ya biber gazı olarak gösteriyor yüzünü, ya da kodes olarak! İleri demokrasi denen palavranın Türkçesini yazalım o zaman: ÇİFTE STANDART!
Sözün özü halkı böyle böyle işgâle hazır hale, amiyâne tabirle kıvama getirdiler. Cahil bırakılmış olanlar bir yanda, bir yanda ise gık dediğinde tepesine biniliverilenler...


Bugün ne giyeceğini düşünmekten hal kalmamış millette. Memleket falan hak getire.

Peşpeşe celâllenen gündemi bir Dersim yaktı geçti, bir sözde Ermeni soykırımı.
Başbakanımız daha dün Dersim’de katliyam yaptık diye kendini yırtarken, bugün sözde Ermeni soykırım iddiası için bendini çiğneyip aşıyor. Taşıyor, esiyor gürlüyor.


Şimdi sorarlar adama el insaf başbakan! Biz biliyoruz ki ne Tunceli civarını kapsayan illerimizde bir katliyam yapılmıştır, ne de Ermenilere yönelik bir soykırım vardır. Ama başbakan neden birine var derken diğerine “yoh yoh” diyor? Yanıtı açık ve çarpıcıdır. Kendisinin vardır dediği Cumhuriyet’in Atatürk Dönemi’ne ait bir olayken yoktur dediği Osmanlı Dönemi’ne ait bir olaydır.

Kurnazlığın bu kadarına pes!

Ancak ne var ki 1878’de başlayan isyanların 1915’e uzanan bölümünde Kurtuluş mücadelemiz de çoktan başlamıştı. Bunu tabii ki sapla samanı karıştırmakta küresel ağabeyilerinden aldıkları feyz ile ustalaşmış, ustalar ustası hükümetimizin süzebilmesi beklenemez. Onlar sıcak paranın derdinde talimatlara uymakla, katillere “sayın” demekle ve vatansever gazetecileri içeri tıkmakla meşgûller... Ha bir de kıyak emeklilik derdindeler. Yangından mal kaçırırcasına. Tabii ki bu bütçenin plânlanmasında da ağabeyilerinin “payı” büyük olmalı. İyi pazarlama, iyi maaş. Ne ka peşkeş o ka köfte misâli. Emekliye %3 vekil danışmanlarına %170, emekli vekillere %100... 2 yıl meclis koltuklarında uyuyorsun, pardon mesai tüketiyorsun sonra şıp diye emeklisin. Kolay gelsin ne diyelim...


AKP’nin izlediği esip gürleme politikasının gerçekte amacı nedir peki? 

Şudur; 

Türkiye’nin şu anki poizsyonu Fransa’ya gerek askerî, gerek siyasî gerekse ekonomik boyutta hiçbir yaptırımı uygulayacak durumda değildir. Bu da Türkiye’nin dışa karşı itibarsızlaşması anlamına gelir. İtibar öyle esip gürlemekle olmuyor çünkü uluslararası politikada. “Babana sor” tarzı Kasımpaşa ağızları palavra serzenişlerden öteye geçmemekle beraber, son derece alçaltıcı ve küçük düşürücü bir üsluptur. Ki bunların herbiri plânın bizati parçasıdır kanımca...


Emperyalist çetenin sözde soykırım iddiasındaki uyanıklığına ise diyecek söz bulamıyor insan!

1 Haziran 1915 neree? 24 Nisan 1915 neredir?

Nedir ne değildir tarihçiler iyi bilirler. Ben tarihçi değilim bir okurum sadece. Tarih ile ilgili konuları da tarihçilerden dinlemek birinci tercihim ama;

Resmî gazetede tehcir 1 Haziran 1915 olarak yayınlanıyor. Oysa tehcir “Ermenilere kıydınız soykırım yaptınız” diyenler tarafından 24 Nisan 1915’e çekilmiştir. Nedeni Van İsyanı ve Rusların Van’ı işgâlini legal hale getirmektir. Yani Ermeniler kuzu kuzu beklerken birden bire tehcir kararı alındı ve buna karşı Ermeniler güya başkaldırarak ve Ruslar’dan yardım alarak Van’da isyan çıkarmışlar gibi... Yuh! Bu kadar da olmaz. 6 Mayıs olarak gözükür Van’ın işgâli. Ancak ne var ki tarih ayarı konusunda yine sınıfta kalmış yalancı tarihçiler. Zira Van’da isyan 19 Nisan’da başlıyor... 179.422 kişilik müslüman nüfusun %62’si katledilmiştir resmî belgelere göre... (Orhan Pamuk’unki gibi hayal gücü geniş ninelerimiz olmadığından tarih kitaplarının belgelerle ortaya koyduklarıyla yetiniyoruz tabii...)

Dersim,
Tehcir,
Sayın,
*
Füze kalkanı,
Arap baharı,
PKK...

1878-1915 yılları arasında yaşananların bir Kurtuluş mücadelesi ile püskürtülmesi ve misak-ı Milli sınırlarının belirlenmesi sürecini biliyoruz. Hangi devletlerin ne emellerle Anadolu topraklarına geldiklerini de. Fransızlar’ın Gaziantep’de yaptıklarını da.

Şimdi söz konusu yine Anadolu toprakları ve yine paylaşımdır. Sözde Ermeni soykırımını bir soykırım olarak ne kadar fazla ülke tanırsa verilecek tavizler arasında Ermenilerin göz diktiği topraklar da yer alacaktır. Yani bu demek oluyor ki yıllardır harita diye gözümüzü alıştırmaya çabaladıkları kağıt parçaları ile kulaklarımızı alıştırmaya çalıştıkları kürdistan denen zırva için hareket zamanı gelmiş çatmış... Diğer heveslilerin de tıpkı Kurtuluş savaşı öncesinde olduğu gibi iştahı iyiden iyiye kabarmış...


2002  ile 2008 arası geçişler ne denli hissettirilmeden yapıldı ise 2008’den sonrakiler gözümüze sokula sokula yapılmışlardır. Çünkü bütün kaleler ele geçirilmiştir. Peki bu bütün kaleleri AKP mi ele geçirmiştir yoksa başkaları mı?
Son yazımda bunun yanıtını açıkça vermiştim zaten. TBMM, saraylar, Cumhurbaşkanlığı, Merkez Bankası ve daha ne kadar kilit noktası yer varsa bu yerlerin korunmaları 2015 yılından itibaren özel güvenlik şirketlerine devredilecektir. O özel güvenlik şirketleri teknolojinin de elverdiği olanakları kullanarak tüm ekonomik, askerî ve siyasî gündemi artık legal hale gelmiş sivil ajanlarıyla denetleyeceklerdir.

Şimdi de bunun aynı zaten yapılıyor. Ama o zaman geldiğinde bu ayan beyan açık açık bir hâlde yapılıyor olacak. Yani işgâl tamamlanacak ve legalleştirilecek. Minareye kılıf hazırlığı safhasıdır yani bir nevi...
Hesap böyledir.


Ancak emperyalistler ve onların işbirlikçileri güzel bir düşün nasıl kâbusa dönüşüverdiğini önceki deneyimlerinden anımsamıyor olmalılar.

Hevesleri kursaklarında kalacak, buna inancım tamdır...


  



JALE ALTUNEL



15 Aralık 2011 Perşembe

YABANCI MUHAFIZLAR - YERLİ MOLLALAR!



Meclisteki Muhafız Taburu bugün görevini Polis Teşkilâtı’na devretti...

Atatürk’ün emri ile kurulan tabur,

Ağustos 1920’de Muhafız Bölüğü, 16 Ekim 1920’de ise TBMM Başkanı Özel Kalem Müdürlüğü’nün yazısı ile Muhafız Taburu olarak yeniden teşkilatlandırıldı. 28 Mart 1921 ile 1 Mart 1923 tarihleri arasında İkinci İnönü, Sakarya ve Büyük Taarruz muharebelerine katılan ve bu muharebelerde 7 subay, 15 erbaş, er olmak üzere 22 personelini şehit veren tabur, Büyük Taarruzdan sonra TBMM ve Başkanını korumak ve kollamak görevini sürdürdü.



Tabur, 20 Nisan 1924'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu adını alırken, 1 Haziran 1927 tarihinde teşkilatı genişletilerek, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Muhafız Alayı” haline getirildi. Eylül 1939’da 64. Tugay olarak yeniden teşkilatlandırıldı. 9 Mayıs 1940’da Çatalca’ya hareket eden ve 64. Tümen olarak kurulan tabur, İstanbul Komutanlığı ve 4. Kolordu Komutanlığı emrinde görevlendirildikten sonra 1948 yılında lağv edildi.


Ankara’da bırakılan Türkiye Büyük Millet Meclisi Muhafız Bölüğü, önce kıta, tabur ve 1953 yılında alay seviyesine yükseltildikten sonra “Riyaset-i Cumhur Muhafız Alayı” yani Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı adını aldı.



Bugün görevini Emniyet'in Polis Teşkilâtı'na devretti etmeye ama, daha sonra da özel güvenlik şirketlerine bırakılacak... Böylesi durumlarda yasaların meclisten ışık hızıyla geçivermesine alıştık. Babalar gibi memleketi satanlar bir yandan da Atatürk'le hesaplaşmayı ihmâl etmiyor...

Ancak bu tartışmanın gündeme geldiği ilk günden beri bunun sadece ilk adım olacağı biliniyordu yukarıda da bahsettiğim gibi.  05.Ekim 2011’de Meclis 2015'De Özel Güvenliğe Emanet" şeklinde haberler düştmüştü gazetelere ve internet haberlerine. Aynı haberin devamı olarak da,

“TBMM Başkanlığı İdari Teşkilat Kanun Teklifi"ne göre, kaldırılacak 700 kişilik askeri taburun yerine TBMM Başkanı'nın emrinde sivil Güvenlik Müdürlüğü oluşturulacak. Koruma görevini önce polis ardından özel güvenlik görevlileri yerine getirecek. TBMM Başkanlığı, Meclis'teki resmî tören ve karşılamalar için Cumhurbaşkanığı Muhafız Alayı'ndan askeri personel temin edecek. Bu askerler TBMM Başkanı'nın emrinde olacak. Böylece TBMM’de özel ritüel uygulanarak gerçekleştirilen nöbet değişimleri ve askeri nöbet kulubeleri tarihe karışacak." Deniliyordu...



Bu bizim bazı anti-militarist humanist şekerpareleri pek mutlu etmişti. Tabii sadece onlar mı mutlu olmuştur? İkinci cumhuriyetçiler, Atatürk adını duyunca tüyleri diken diken olanlar ve üç kuruşa vatanı satanlar Atatürk'ün gayet milimetrik bir biçimde memleketten sökülüp atılmasından ötürü iç yağlarını eriterek pişmiş kelle gibi gevreyip durmaktalar...


Şimdi benim aklıma takılan soru şudur;


2015’de özel güvenliğe emanet edilecek koskoca TBMM.  Bu arada da, Atatürk’e yani bizim kurucu Ata’mıza ve onun kurmuş, yapmış olduğu herşeyi talan edenlerin bu Atatürk düşmanlığını şimdilik tamamen bir kenara bırakıyorum...



Şu an, Türkiye'deki Güvenlik Şirketleri'nin %90'ı yabancı şirketlerin elindedir. Ve eminim ki 2015'e kadar Türk olan güvenlik şirketleri de bir şekilde ticari patlamalara gebe bırakılmak suretiyle ortadan kaldırılacak filan falan...

Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti'nin Meclis'ini kimler koruyacak? Birileri çıkıp bunu şimdiden açıklasın bizlere de bilelim!

Eminim ki Muhafız Taburu yerine geçen Polis Teşkilâtı sonrasında; Ya İngiliz ya da Amerikan güvenlik şirketlerinden biri TBMM’ni koruyacak. Ama ne korumak. Komikliğin daniskası olacağı kesin de koskoca memleket ne günlere kaldı, buna acıyor insanın yüreği...


Yine bir taşla kaç kuş birden vuruluyor hadsizce ve hunharca. Bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir “Atatürk Cumhuriyeti’ne bilenmek?”

Şimdi Muhafız Taburu’nun boş kalan binasının ne olacağının kararı verilecektir muhtemelen önümüzdeki günlerde. Henüz bilinmiyormuşmuş da bilmem neymiş... Ben hemen ilk aklıma geleni söyleyeyim. Hani diyanet işleri kadrolu bin mele’yi göreve başlatıyor ya, oraya onlardan kurulu bir öbek şıh şeyh gelsin mi gelmesin mi diye meclis oylaması yapılırsa şaşmayın!..


Nereye kim gelirse gelsin.

Atatürk'ün 13 Kasım 1918'de Haydarpaşa'da İstanbul'u işgâl altında gördüğü an söylediği sözü bütün yüreğimle tekrarlıyorum;

“GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!"


Jale ALTUNEL
14.Aralık. 2011

4 Aralık 2011 Pazar

unut bildirgesi

surların içinde yalnız bir şehir,
kim bilir kaç bin yıl önceydi...
umut-kanlığın unut bildirgesi
vahy olundu;
sırları dökülmüş
kadransız bir saat tarafından
ki tik-taksız, sorumsuz ve rahattı.
kimi taşır sırtında, ağır gelen bir küfe,
kimi ise lâfazanlık, çirkefliğin peşinde.
meselâ,
yazmak kolay, dene gitsin,
sevgi - dostluk üzerine
yaşamaksa zordur onu, bütün engebeleriyle.
kimi yaşar kendini Hasan Tahsin misâli 
-yürekli!-
kimi oturduğu yerden
okur üfler memleketi.
eleştirir seni beni, egosundan  âsası,
tutmalıdır kendine kristal boy aynası...
bil ki yazmak devrimleri,
ağız dolusu ezber,
yapmaksa onu dostum,
hem yürek 
hem göt ister!


"unut bildirgesi"
j.ak
3.Aralık.2011



15 Kasım 2011 Salı

VİCDANİ REDDİ RET!

“Askerlik yapmayı reddeden kişilere 'vicdanî ret hakkı' tanınmasıyla ilgili tasarı, Bakanlar Kurulu gündemine geliyor.

Açıklama, Adalet Bakanı Sadullah Ergin'den geldi; ancak Bakan detay vermedi. Ergin, "Bu hafta içinde olmazsa önümüzdeki hafta karar aşamasına gelinmiş olacak." dedi. Konuyla ilgili, 2006 yılında yapılan bir şikayeti değerlendiren AİHM, Türkiye'yi mahkum etmişti.” (zaman.com.tr 15.Kasım.2011)


İnternetteki bazı platformlarda yine her zaman olduğu gibi insan hakları(!) sevicileri tarafından konunun üzerine mal bulmuş mağribi gibi çullanılmış. Bir haktır gitmekte. Yine “at izi it izine karışmış” ve her kafadan bir sürü ses, yine bildiğimiz o uyanık lâf cambazı bölücü kuyrukçularının peşine takılmış demokrasi aşıkları... Klâsik. Demokrasi klâsiği...

Türk Halkı’nı aptal yerine koyanlar,  ha keza  Türk Halkı’nı beğenmeyen sözde aydınlar gayretlerinizin meyvelerini topluyorsunuz değil mi akılınız sıra... Türklüğü, Atatürk’ü, Cumhuriyetimiz’i tu kaka ilân ettirenlere deyiverin de maaşlarınıza okkalı zamlar yapsınlar...

Memlekette bir klâsik daha vardır ki, durumlar hep ya Avrupa ile ya Amerika ile kıyaslanır. Konu özerkliktir federasyondur bu tipte bir konu olunca hiç alakamız olmayan iç dinamikleri politik uzantıları asla Türkiye ile bağdaşmayan ülkeler gündeme getirilir. Konu türban konusuyken bile AİHM’e gidenler 1990’lı yıllarda bütün örneklerini Fransa ve Amerika’dan verenler Fransa’da uygulamaya konan “dini simgelerle okullara girilemez” kanunundan sonra örneklemek için yeni ülke isimleri aramadılar mı? Bırakın bu ikiyüzlülükleri.

Dünyanın yine belli başlı ülkelerini örnek(!) göstererek askerliğin profesyonel ordu şekline dönüşmesi gerektiğini söylüyor aynı uyanıklar. İbrani duvarına döndürdükleri internet platformlarına da “silahı eline almak istememek hakları”nı ağlaşıp duruyorlar kırılgan barış güvercinleri... Bu tam da,  bir barış kuşu’nun içmeye ayranı olmayıp  gezmeye  tahtravanla gitmesinin özlemidir. Lâle Devri’ndeyiz ya, sıcak paranın saltanatı ancak böyle kafayı kuma gömerek sürülür. Aferin çok güzel düşünmüşsünüz. Gömün kafalarınızı kuma.


Hep sorgulamıyor muyuz terör eylemlerinin yoğunlukta olduğu bölgeler olan  Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimiz’e gönderilen askerlerin özel harekât timlerinden kurulu olmasının gerekliliğini? Ne var ki neredeyse otuz yıldır kendimiz söylüyor, kendimiz dinliyoruz. Otuz yılda kaç hükümet değişti bu ülkede, neden bu hükümetler göz göre göre acemi birliklerinden yeni çıkmış eline sadece üç beş kez silah deyebilmiş Mehmetlerimiz’i terörün fırtına gibi estiği o bölgelere yolladılar durdular? Bütün bunlar plânın bir parçasıdır. Gelinen nokta “analar ağlamasın” noktasıdır. 

Bazı sanatçı bozuntusu ağız  ishali zevat ise bunun bir savaş olduğunu söylüyor. Savaşmış. İyi de Edit Piyaf bozmalarım, savaş iki ordu arasında yapılmaz mı? Daha da kendinden geçip teröriste gerilla diyorsun. Gerilla vatan müdafaası yapar. Orası neresi? Onu da ben mi açıp göstereceğim sana haritadan?  Ama sen entel kuntel işlerin peşinde dünya vatandaşısındır değil mi? Haymatlossundur hatta. Yeni tirend bu. Basın toplantısında falan söyle bunu, seni göklere çıkaran çok olacaktır. “Ben haymatlos’um” de! Ondan sonra da dünyanın en milliyetçi ülkesi olan Fransa’ya tatil yapmaya gidip, ayılıp bayıl oranın “insan hakları”na, demokrasisine...


Dünya’dan örnekler verenlere İsrail örneğini verdiğinizde pek hoşlarına gitmiyor ve “İsrail örneğini verebiliyorsanız hiç konuşmayalım bile” diyorlar. Hani İsrail’e de bu derece karşılar hesapta... Ah ben sizin o protestocu ruhunuzu seveyim.


İşin gerçeği ise şudur, dünya üzerinde profesyonel ordu besleyen ülkelerin başında terör belası yoktur. Türkiye’nin ekonomik olarak dışa bağımlılığı ise hiçbirinde yoktur. 

Profesyonel ordu sözkonusu olduğunda verilecek olan maaşların milletvekili maaşı kadar olmayacağı da eh açıktır. Milletvekili maaşlarını kıskandığımızdan değil, yoksa biliriz ki meclis oylamasında el kaldırıp dijital levhalarda düğmelere basmak(?) kadar zor bir iş değildir vatan için canını feda etmek! Ola ki Türk Ordusu’nda bir pilota verilen maaş, bir denizaltıcıya verilen maaş ortadadır. Bu insanları yetiştirmek için sarfedilen para, emekliliklerine değin onlara verilen maaşların kim bilir kaç katıdır. Sarfedilen o para mühimmatlar alınan ülkelere, maaşlar ise memleketin askerine. Köleliğin daniskası yani...


Bir yandan da savaş teknolojisi üretebilmenin yolunun da tam bağımsızlıktan geçtiği gerçeği vardır ki herşeye rağmen canını dişine takmış mühendislerimizin başlarına gelenler ortadadır. Kimi intahar ederken kimi trafik kazasına, kimileri de uçak kazasına kurban gitmiştir... İşte kötü tesadüfler ve bir dizi talihsizlikler silsilesi. Allah (cc.)’nin takdiri(?)... Kader...


Bugünden tezi yok vicdani retçilerin bizi milliyetçilikle, Türkçülükle, militarist olmakla suçlayacağı ve hangi gerekçelerle bunu yapacakları gün gibi ortadadır. Ama ne var ki bunlar bugünün Türkiye’sinde ne ayıplanacak ne de suçlanılacak unsurlardır.

Evet Türk Milliyetçisiyiz. Evet militaristiz. Benim ülkem terör belâsıyla cebelleşirken Serap Eser’ler diri diri yakılırken, iş merkezlerim, kreşlerim, ana okullarım bombalanırken ben elimde karanfil ile bir sevgi kelebeği olamam. Fındık kadar beyninizle adam mı kandırıyorsunuz? Vicdani retçilerin tamamına yakını etnik faşisttir. Kalanı da kendini sosyalist zannederek kafasında Che şapkasıyla dolaşan bir avuç aymazdır. Che sanki ülkesini işgale gelenlere çikolata ikram etmiştir.


Aylardır TSK üzerine çullanılıyor, ordumuzun kahraman askerleri mahpus damlarına atılıyor yetmiyormuş gibi şimdi de vicdani ret ha?


Açıkça söyleyeyim bu vicdan micdan olayları bizim geleneklerimize terstir. Binlerce yıllık Türk Ordusu’ndan bahsediyoruz. Bir kadının F-16 ile düşman üzerine korkusuzca gittiği bir ordudur, tarihler şöyle dursun destanlar yazmış bir ordudur Büyük Türk Ordusu...

Bu memlekette Kurtuluş Savaşı’nda kimlerin askerlikten yırttığını ve işbirlikçilik yaptığını herkes biliyor. Bu kararı almaya heveslenenler de işte bunların uzantılarıdır!


Düşünce özgürlüğü konusunda AİHM’i hiç iplemiyorsunuz ama bu nasıl iştir?


Yıllardır suçlarının ne olduğunu bilmeyen aydınlar hapis yatıyorlarken AİHM kararlarını hiç kaale almıyor ve iç işlerimize karışmak diye nitelendiriyorsunuz da,  böyle antin kuntin mevzularda,  neden derhal AİHM kararlarına secde ediyorsunuz? Bu nasıl bir çifte standarttır, bu nasıl bir hizmet, bu nasıl hezimettir?!

Başka işiniz gücünüz kalmadı mı sizin?

Çocuk mu kandırıyorsunuz?

Yemezler!






12 Kasım 2011 Cumartesi

İHTİYAÇ MOLASI...

azad edilmiş bir bebek
yalnızlığın kucağındaki huysuz acı,
ki gidemez hiç bir yere,
göbekten bağlı  sahipsizliğine...
sobemde durur keskin yol
yolda kesilmiş bir kol
boydan boya susuzluğu var çarelerin
ve boydan boya kıyameti
bir taşımlık sevgilerin...
bilirsin ihtiyaç molaları,
her zaman uğurlar yolcuları
yalnızlıksa ısıtır kucağındaki üşüyen acıyı
-belki bir süreliğine,-
ve  gönderir, merhamet dehlizine.
nicedir  kayıptı harfleri sakinliğin
nicedir hayallerin göçebe çadırında
gezgin bir sofrada
yalnızlıktan uykuyu sorduğumda
“ışıktan bir gecede eridi” dedi kendi saydamlığında
ve erdi bir taşımlık sevginin masumluğunda.
harflerini seslerken yüreğim
dipsiz sakinliğimin...

“ihtiyaç molası”
j.ak
11.Kasım.2011

10 Kasım 2011 Perşembe

MÜRİTLİK ATFINA DİKİZ!

“Haaa; ‘Tüm fikirlerine katılırım’ demiyorum dikkat et...”

Bu veciz cümleyi kuran kişi hiç önemli değildir aslında.

Uzunca bir zamandır, gazetelerden televizyonlardan ve benzeri yayın organlarından bizlere iletilmek – yedirilmek – istenenlerin alt metnini okumak konusunda adeta bir algı dekoderi geliştirdi beynimiz, bu mevzuyu çarpıtıp sanki bize doğru birşeyler anlatıyormuş gibi görünen bu “kılavuzcu başı” tayfasına karşı...

Bir söz vardır: “Kılavuzu karga olanın burnu .oktan kurtulmazmış.”


İkna, son derece özenli ve hassas mevzu, bir o kadar da psikolojik bir sanattır. Öyle direkt olarak göze sokulmaz. Önce “mış gibi yaparak”  ortam hazırlanır. Kolay değil. Sonra şöyle bir mum ışığı, romantik bir durum... Bir parça duygu sömürüsü ve biraz da dramatizasyon, tamamdır zaten, ver veriştir.


Ancak hep merak etmişimdir;


Atatürk’ü över gibi yapan bu tayfa her defasında konuyu döndürüp dolaştırıp onun tüm fikirlerine katılmamaya getirirler getirmesine de, “hangi fikirlerdir bunlar?” bir onu demezler.

Acaba herbirinin beğenmediği ve katılmadığı fikirler aynıları mıdır? Yoksa farklı farklı fikirlerine takılmışlar ve Gazi Paşa’nın bu tayfa tarafından katılınmayan fikirleri buradan Avrupa yakasına bir üçüncü boğaz köprüsü mü yapar? Bilinmez...

Bu “Atatürk’ün tüm fikirlerine katılırım demiyorum”cu tayfa, bu katılmama halini “efendim çünkü bizler sizin gibi mürit değiliz” saçağının altına sokuverdiler mi? İşte size tadından yenmeyecek lezizlikte bir kıtır atılmıştır... Nedir böylesi bir Atatürk seviciliği’nin alt metni? Okumaya gerek var mı bilmiyorum ama okuyalım;


Eğer sen de mürit değilsen Atatürk’ün tüm fikirlerine katılmak zorunda değilsindir. N’olucaktır canım?! “Sen de benim gibi çık erkek gibi söyle katılmadığın konuları...” 

İşte budur psikoloji zaten. Sırf “evet tabii ya ben mürit değilim” halindeki egolarını ve ruhlarını yelleme telâşına kapılmış, kendine Atatürkçü diyen tayfa tarafından ben eminim ki elli bin çeşit fikrine ve dahi ilkesine burun kıvrılacaktır. (Sırf katılmamak adına)

Çünkü nedir? Onlar mürit değildir...
Vay anasını ne buluş ama! Etkilenmemek elde değil... Andrew Mango halt etmiş. Elin İngiliz’i bile yüzlerce sayfa kıvranmış, sağ gösterip sol vurmak için de... Bizde ne cevherler(!) var ki iki okkalı cümle ile gönül kapılarını aralayıveriyor(?)


Can Dündar’ın Mustafa’sı da böyle bir yozlaşmanın sonucu; “ben yaptım oldu” tarzında gayet saygısızca gayet hadsizce ve bir o kadar da samimiyetten uzak tuhaflıktaydı bana göre... Neye ve hangi akla hizmettir? (Evet bilmiyorum soruyorum...)

***

Sayın Cem Yağcıoğlu, “Türklerle Dans” adlı yazısında Atatürkçülüğü ve Kemalizmi gayet açık ve net bir biçimde ifade ediyor. Sorduğum soruların doğru anlaşılması için dikkatle okunması gereken bir yazıdır.

Bir ideolojinin baş mimarından bahsediyoruz. Yani Mustafa Kemal Atatürk’den.

Atatürk’ün ideolojisinin pratikteki izdüşümü olan Cumhuriyet’e sahip çıkıyor mudur bu tayfa yoksa çıkmıyor mudur?  

Atatürk’ün tüm fikirlerine sahip çıkıyorum diye ben bir “mürit” mi olmuş oluyorum şimdi yani? Bu düşünce ile tüm Kemalistler hedef alınmış olmuyor mu? Ya da bu topraklara en incelikli biçilmiş kıyafet olan “Cumhuriyetimiz”e alternatif olarak düşünülen başka bir yönetim şekli mi vardır Atatürk’ün tüm fikirlerine katılmayan kişilerin aklında? Bunları dikkatlice irdelemek gerektiğini düşünüyorum...

Bunu bir Kemalist olarak “Haaa tüm fikirlerine katılırım demiyorum dikkat et...” diyebilenlere tekrar tekrar soruyorum,

Atatürk’ün fikirleriyle ve hem de “tüm” fikirleriyle vücuda gelmiş olan Cumhuriyet ile bir sorununuz mu var? Yok ise siz de Can Dündar gibi “çok cigara içerdi rahmetli, çocuklara kötü örnek oluyordu” minvalinde bir samimiyetsizlikte, “onun davranış şeklini” “fikirleri” imiş gibi ortaya karışık bir bulamaç mı yapmaya çalışıyorsunuz? Ya tutarsa diye...

Hem de bugün!

Hem de timsah gözyaşları dökerek!

Hem de fütursuzca!

Ben Atatürk İlke ve Devrimleri’ne yürekten bağlı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, alttan alttan ben ve benim gibilere atfedilmiş “müritlik” tanımlamasını reddediyorum ve bıkıp usanmadan yapılagelinen bu türden dezenformasyonları da esefle kınıyorum! 


9 Kasım 2011 Çarşamba

BENDİR


dinlenerek kaçma sebebi
bir bencilliğe rast geldim ki
sevginin taşıyıcı annesi...

"ben-dir"
j.ak
09.Kasım.2011

(ki'-bir haiku denemesi...)