11 Haziran 2021 Cuma

Teos şehrindeki zeytin ağacıma

Teos’un büyülü güzeli,
gözleri yemyeşil
kökleri derin bir maviye esir
eski ahşap gemilerinden tarihin
karaya inen göçmenlerini
ağırlayan dalların
ve en dingin ağlayan çeşmelerin
en tatlı sularıyla sulanmış
yaprakların karşısında
aciz ve suskun kaldım.

Neler anlatacaktım sana
bir bilsen,
güzelliğinden oracıkta öylece
esriyip de gitmesem!
Ben yeni yetme bir delikanlı
sen iç Akdenizimin şehriyârı
susup da sarılmak
öpüp de koklamak
ve bin sekiz yüz yaşını kutlamak…

Ah be güzel,
neler anlatacaktım,
bilgeliğinden utandım
ne yönden esiyordu o gün külek,
kaça satılıyordu bir dilim çörek
kaç çocuk ölüyordu
ve kimler can çekişiyordu
uçuşan kanatlarında memleketin?
Çünkü beş yüz kilometre uzağında
kokun hâlâ burnumda
çünkü toprağının bağrında
kimler varsa,
Ey Teos’un güzeli,
bir sigara daha yaktırdın bana
bin tarihleri daha yıktırdın bana
Cumhuriyeti getiriyorsun biliyor musun
bu garip aklıma?
söyle şimdi ben neyleyim?
sadece sıkılmak için verdiğin zeytinlerin
güzelim şırasına
gidip gidip yüz süreyim.
bin sekiz yüz değil
on sekizlik dilberimsin,
Cumhuriyetim gibisin
yeni ayaklanmış
bir çocuk coşkunluğunda
içimi kıpır kıpır ediyorsun,
ey benim memleketlim
ey benim zeytin ağacım…

“Teos şehrindeki zeytin ağacıma”
j.ak
11. Haziran. 2021





Bir doğa ve ağaç görseli olabilirMerr kiş

4 Mayıs 2021 Salı

2020'LER

 2020'ler...

Halk, açlık çekiyordu. O yıllarda açlık kavramı, şimdiki gibi hobilerinden ve zevklerinden mahrum olmayı değil, yiyecek bulamamayı anlatıyordu. Çünkü toprak henüz çürümemişti ve adına tarım denen bir tür organik endüstriyle elde edilen ürünler yeniliyordu.

İktidarların tamamı, çürüyen kapitalist sistemi ört-bas etmek ve durumu kurtarmak adına, halklarını korkutarak yönetmeyi, kitleleri kandırmayı tercih ediyorlardı. O yıllarda bir virüs bahane edilerek tüm dünya halkları evlerine kapatılmıştı. (bkz: 21.yy hapis)
Tıpkı 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da yönetmek ve idare etmek hırsıyla yanıp tutuşan, aynı zamanda kendi zenginliklerini korumak isteyen bir grup ruh hastası vardı. Bunlar dünyanın tüm eyaletlerinde (o zamanlar ülke deniliyordu), iktidarları aynı merkezden atıyorlardı. Sahte seçimler, askeri darbeler (bkz: asker>savaş 21.yy) ve iletişim araçlarıyla...

Bu aynı merkezlere bağlı iktidarlar yarattıkları sahte pandemi korkusuyla tüm dünya halklarını kandırırlarken bazı eyaletlerin (ülkelerin) iktidarları, işin dozunu iyice kaçırmıştı.

Bunun en berbat örneği Türkiye'de görülmüş.
Türkçe arşivlerde rastlanan ve o yıllarda adına facebook denilen bir kitle iletişim programından çıkarılabilmiş hard disklerde insanların oldukça ilginç verileri tespit edilmekte.

Örneğin kendi eyaletlerinde (ülke) evlerinde hapsedilmişken başka eyaletlerden gelenler özgürce dolaşabiliyorlamış.

Ülkeyi bu duruma sokanların kimlikleri tartışma konusu olurken 20. yy'ın ilk çeyreğinde yaptığı devrimlerle tanıdığımız ve bugünlere ışık tutmuş olan lider Mustafa Kemal Atatürk'ün ülkesinin bu duruma nasıl düştüğüyse bu yüzyılda aydınlatılmayı bekleyen ilginç bir konu. (kaynak: 0001010111-101110 data)

yazarın notu: Bilgiler üzerinde incelemelerimiz sürmektedir. Yanlış ve asparagas bir bilgi olabileceği gibi eğer doğruysa, Türkiye'nin o günlerine ışık tutacak çok çok önemli bir veri olduğu düşünülmektedir ve Türkiye'de 21. yy'da yaşayan halk hakkında çok önemli ip uçlarına götürecektir bizleri.


Jale ALTUNEL
4.5. 2287

29 Mart 2021 Pazartesi

çürük yeke

yama tutmayan bir iç lastik

delinmiş ruhlarımız

bir hiç giydirildi

bizim caddelerimize, sokaklarımıza

gayet otantik

hamdı madde, fakirdi ülke

oysa kendinden ekoseliymiş

siyah beyaz mantık

üstelik;

göz alabildiğine sahte ve sentetik.

 

yelkensiz bir şiirin

kürek mahkumlarıydık İstiklâl’de

su katılmamış aforizmalar olduk

sahilde, Maltepe’de

sonra ham maddesi kırılırken

sertlikten

en değerli mücevherimizin,

eğile büküle, domala dura,

bir türlü kırılmadığını gördük  

değersiz plastiklerin.

ve yelkensiz bir şiirin

kürek mahkumlarıyız hâlâ

çürümüş yekesini de gördük

mürid serdümenlerin.



“çürük yeke”

j.ak

29. Mart. 2021

 


3 Şubat 2021 Çarşamba

ÖLÜMLE KORKUTUP SITMAYA RAZI ETMEK

Hikâyedeki ölüm; şeriat,
Sıtma ise memleketin bölünmesidir...
1- Boğaziçi Üniversitesi'ne bir rektör atanır. Öğrenciler bu rektörü beğenmezler ve eylemleriyle protesto ederler.
2- Eylemler sırasında dini unsurlar "Kâbe" provoke edilir.
3- Bu provokasyonun cevabı gecikmez ve Kâbe'ye hakaret içeren provakasyona tepki gösteren AGD Boğaziçi’nde eylem yapar. "Hiç bir özgürlük dine saldırma hakkını veremez. "Hak Hukuk Adalet milli görüş SAADET" sloganlarıyla coşarlar.

 

2. Şubat 2021

 

Boğaziçi eylemleri adeta DHKPC-PKK gibi bölücü unsur ve isimlerin şovrumu durumundadır.
Oysa çok değil üç beş sene önce aynı Boğaziçi, türbana özgürlük mitingleriyle çalkalanmamış mıydı? Aynı Boğaziçi'nin platformları tüm atamaların bir kişinin dilinde olacağını çağıran referandum için "yetmez ama evet" kampanyalarına katılmamış mıydı? O yıllarda Fetullah Gülen örgütünün Boğaziçi Üniversitesi'nde nasıl yuvalandığı herkesçe malumdur.



 

 

Öte yandan dinci örgütlerin eylemleri yanıbaşımızda 1979 İran İslâm Devrimi'ni anımsatmasından dolayı, laik demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne rejim tehtidi ve tehlikesi oluşturmaktadır.

 

Bu tiyatrolar kim bilir kaç kez sergilendi bu ülkede artık sayısını unuttuk. Kamuoyunun tepkileri bu iki grup arasında, ya birinden ya da diğerinden yana olmaya mıhlanmıştır her daim.

 

Ama bir de bakıyoruz, koskoca Boğaziçi Üniversitesi, Anayasa'nın ilk dört maddesinden "Vatanın bölünmez bütünlüğü"ne ve "Üniter yapısı"na dil uzatanların kanaat önderliğinde rektör protestosu eylemleri yaparken, karşıt grup olarak çıkan dinci grup, yine Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan "Laik demokratik bir hukuk devleti olan Cumhuriyet" rejimine saldırılarıyla bilinen kanaat önderleri tarafından tetikleniyor.

 

Yani kamuoyunun da işi zor. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık.

 

Bu millet ya artık tükürmemeyi öğrenecek ve sakalı da bıyığı da kesip atacak, ya da beş yaşında bir çocuk zekâsıyla önüne ne konuyorsa birinden birini seçip helâk olacak.

 

Atatürk ilke ve devrimlerinin bunca sulandırıldığı bir atmosferde, biz yine de onun önümüze çizdiği yola bakmak zorundayız. Başka çıkış yolumuz yok. Şeriat özlemiyle yanıp tutuşanlarla da, bu ülkeyi bölmek isteyenlerle de hiç işimiz olmaz, bundan böyle de olmayacak.

 

Amerika'da demokratların yeniden iş başına gelmesiyle, vatanı bölmek isteyen ve aküsü boşalmış BOP artıkları bir anda şarja takılmış gibi canlanıp dirildiler yeniden. Ve Boğaziçi Üniversitesi'ni bu emellerine alet ettiler. Ola ki Robert Kolej devamı gibi olan bu Amerikancı üniversite'de biz daha önce gerici ve bölücü faaliyetleri pek çok kez görmüştük. Şaşırmıyoruz o yüzden. Üstelik servis ettikleri "yukarı doğru bakan kız" fotoğrafının da 2019'da feminist eylemler sırasında çekilmiş bir fotoğraf olduğu ortaya çıktı.


8 Aralık 2019 tarihinde Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından Şili Kadın Hakları adına düzenlenen Las Tesis İstanbul eyleminde çekilmiş." https://t.co/QGNeiPxjAx

 

 Şeriat özleminde olan gruba ise dikkatle bakma gereği görmüyorum. Zira bu heyulâ ve tantana incelikle düşünülmüş bir paslaşmadan ötesi değildir. Geçmişte 1. ligde basketbol oynamış biri olarak bunun iyi bir asist olduğunu söyleyebilirim. Ama işte, öyle bir oyun kurucu, öyle bir forvete asist yaptı ki yine, dostlar başına. 

Bana bakın hele ey oyun kurucular, forvetiniz öyle dengesiz koşuyor ki, o golünüz OFSAYTA düşmeye mahkum. Ve o golü siz oyun kurucuların atması da olanaksız;

 

ÇÜNKÜ BU MEMLEKETİN DEFANSINDA KEMALİSTLER VAR! Yavaş gelin toslarsınız!

        

      JALE ALTUNEL

  

 


30 Temmuz 2020 Perşembe

ANUNNAKİLER UZAYLILAR MASKELİLER ve YENİ DEMİRPERDE



Salgın başladığından beri televizyon kanallarını da, sosyal medyayı da, video kanallarını da, astrologlar, gizemli tarih anlatımcıları, bilim dışı sohbetler ve metafizik konuları anlatanlar bastı. Karantinayla başlayan bilinmeze doğru çıkarıldığımız bu yolculukta “bilinmezleri” bize bildiren “haberciler” kisvesine bürünmüş bu insanlara adeta abone olduk ve “neyse hâlim çıksın faalim” der gibi, yarı şaka yarı ciddi dinledik.


Kimi anunnakileri anlattı, kimi uzaylıları, kimi mitolojik efsanelerle gerçek tarihin harmanlandığı şiirsel destanları.

1990’lı yıllarda çarpıcı bir terim girdi lûgatımıza: Bilgi Toplumu. Kimileri buna çok sevindiler. Yaşasın bilgi toplumu olacak çok bilgili olacaktık. Oysa durumun bilimle ilimle uzak yakın alakası yoktu. Durum egemenlerin, sömürenlerin dediklerini tasdik etmek, onaylamak, hatta yeri geldiğinde bile asla karşı çıkmayacak bir hale getirilmesiydi toplumun. Bilim denildiği vakit, biz eyvallah diyecektik. Bilimsel gerçek denilince akan sular duracaktı. Öyle de oldu. Ağa ne derse o. Ağaların bilimi, ağaların bilimsel gerçekleri geçerli. Arada bilim adına çıkan çatlak seslere itimat edilmez, edilse de o ses kısılır ya da kesilir. Çünkü bilim onların tekelindedir. Haliyle gerçek de onların dediği. Hal böyle olunca bilim inandırıcılığını kaybetti, materyalist bilim yerini metafiziğe bıraktı. Kim bilir belki de istenen budur ağalar tarafından.

Salgın (pandemi) zamanı da işte böyle oldu. Dünya Sağlık Örgütü ne derse, neyi salık verirse, nasıl bir tedavi uygulanacak dediyse aynen öyle yapılıyor tüm dünya tarafından. Herhangi bir şekilde dışına çıkılması anlaşmalı olarak yasaklanmış durumda. Burada bilinen hasta başına devletten şu kadar para alınıyormuş, özel sektör bu kadar para kazanıyormuş, entübe hasta başı fiyatı ne kadar mışmış kısmına girmeyeceğim hiç. Hele milyarlarca insanı karbondioksit solutacak çılgınlıktaki maske saçmalığından hiç bahsetmeyeceğim bile… Çünkü yeni dinimiz pozitivizmden hallice bilgi toplumudur. Âmin.


Salgın sonrası oluşturulan bu ahval ve şeraite dönüp baktığımızda, insanların bir kısmının “sağlık için” konulduğu söylenen yasaklara pek de aldırış etmediklerini, pratik yaşamlarındaki davranışlarından görüyoruz. Ancak televizyonların ve medyanın kıskıvrak avucuna aldığı güruh, söz dinleyen tembihli bir çocuk misali kurallara uyuyor ve ne deniliyorsa onu yapıyor.

Kalp krizi, tansiyon, diyabet, kanser, beyin kanaması, trafik kazası, ev kazaları ve daha nice önceden “ecel” diye tanımlanabilen ölüm sebeplerine çok şükür pandemi sonrası doğru düzgün hiç rastlamadık. Ey insan, nerede ve ne şekilde ölüyor ve öldürülüyorsan adın covit-19’dur. Âmen. 


Oysa herkes karantinadayken inşaatta, yolda, çöp toplamada, kanalizasyonda, madende ve daha aklıma gelip de sayamayacağım kadar pek çok sektördeki işçi, sokaklardaydı ve çalışıyordu. Hatta bu işçilerden kimileri, güvenli çalışma koşulları sağlanmadığı için hayatını yitiriyordu. Tüm bunlar gözlerden kaçırıldığı gibi büyük ihtimalle ölüm sebepleri de covit-19 olarak kayıtlara geçirildi.
Salgınla beraber konulan karantina ve uluslar arası seyahat engeliyle tüm dünya ülkelerini birer Demirperde ülkesine çevirdiler.

Sovyetler Birliği zamanı, sanatçılar sporcular gibi önemli isimlerin ülke dışına çıkabildiklerini biliyoruz. Şimdi tüm dünyada onların yerini çok parası olan zengin kesim almış durumdadır. Onlar maske takmasalar da olur. Çünkü onlar ayrıcalıklıdırlar ve ayrıcalıklarının en çok farkına varıp gururlandıkları, ezcümle en keyifli zamanlarını yaşıyorlar.

Onlar özel araçlarıyla şehirlerarası, 
özel uçaklarıyla uluslararası seyahat edebiliyorlar... 

Şimdi uçuşlar falan açıldı tabii. Ama fakirler ayakaltından kalkmış, kaldırılmış oldu. Kimse şu keriz silkeler gibi atılan “eşitlendik” palavrasına inanmasın. Yok, öyle bir şey. Peki ya ne var? Anunnakiler var meselâ, sonra uzaylılar var, astroloji ve hangi gezegenin hangi gezegenle ters açı yaptığı var, ay ve güneş tutulmaları var, mitolojik efsanelerin tarihi gerçeklerle bezendiği Şahname gibi dev bir eserin yalan yanlış aktarıldığı tarih programları var, sonra üzerinde kendi şahsiyetinizi yansıtabildiğiniz maskeleriniz bile var. Kedili, fareli, köpekli, tavşanlı, cicili ve de bicili... Fukara avuntusu gibi tam. Karbondioksitimi bile kendime özel solurum diyenler için özel olarak imal ediliyorlar. Görün ne kadar şanslıyız. AMON!




Ağam bizimle eğleniy repliğini anımsamayan yoktur. Şimdi dünyanın ağaları kendi ekonomik çıkmazlarıyla yarattıkları panayırda tüm dünyanın fukara insanlarını sustalı maymuna çevirmiş durumdalar. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum öylesine derinleşmişti ki, yoksul kesimin bu uçurumu görmemesi, kıyaslama yapmaması ve evlerine tıkılıp haddini bilmesi en doğru olandı. 

Üstelik tüm dünyada, iki lokma aş peşinde koşan göçmen işçiler de böylelikle halı altına süpürülmüş oldular. Fransa'da başlayan sarı yelekliler hareketi bir yanıyla, işlerini ellerinden alan göçmen işçilere karşı organize edilmiş başlangıcıydı bu senaryonun. Covit-19 bahanesinin ikinci, üçüncü ve daha nice bilmem kaçıncı dalgasında sörf yapmaya devam edeceğiz bilmiyoruz. Sanıyorum üçüncü paylaşım savaşı sona erene kadar sürecek gibi görünmekte bu Yeni Demirperde Dünyası palavrası.


Jale ALTUNEL
30. Temmuz, 2020


14 Temmuz 2020 Salı

İKİ KOCALI HÜRMÜZ - ERMENİSTAN

Ermenistan’ı başına buyruk ve bağımsız bir devlet olarak görmek kadar safiyane ve naif bir düşünce olamaz. Ermenistan her şeyden önce Dünya üzerinde kurulmuş olan terörist devletçiklerden biri ve biz Türk Dünyası için, en tehlikeli olanıdır.

Uzun yıllar, Sovyetler Birliği hegamonyasında ve o ne derse onu yapan bu ülke geçtiğimiz yıllarda Dünya üzerinde Turuncu Devrimler’in babası sayılan ABD’nin “çabasıyla” bir Turuncu Devrim gerçekleştirmiş ve başındaki köhnemiş Sovyet artığı lideri değiştirip Paşinyan’ı başa geçirmiştir.
Tüm Dünya kamuoyunun bildiği gibi Azerbaycan ve Karabağ meselesi Türkiye’nin önemli kırmızı çizgilerinden biridir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bilindik kardeşlik ve soydaşlık ilişkilerine ekonomik ilişkiler ve üretim ilişkileri de eşlik etmektedir. Baku-Tiflis-Kars Demiryolu, bir başka değişle Yeni Demir İpek Yolu başta olmak üzere, Tap-Tanap boru hattı bu üretim ilişkilerine önemli ve son derece stratejik örnekleri teşkil etmektedirler. Ayrıca yok sayılıp küçümsenmeye devam ediliyor olsalar da, Azerbaycan’dan Türkiye’ye göçmen işçi olarak gelen soydaşların gerek bavul ticaretiyle olsun, gerekse küçük işletmelerin üretimlerinde bulundukları katkı olsun bu listede bizce hiç de küçümsenmeyecek ölçekte katkılardır.
Ancak stratejik üş birliği ve ortaklıklar söz konusu olduğunda iki sene önce de yazdıklarımda belirttiğim gibi, Yeni Demir İpek Yolu, bölgede ticari transportinge nezaret etmemiz konusunda iki ülkenin de elini ticari anlamda güçlendirecek bir unsur olmuştur. Tap Tanap boru Hatları konusu ise Covid-19 “salgını”yla ve buna mukabil petrol fiyatlarının düşmesiyle bir tür devre dışı bırakılmıştır.
Rusya, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında sınır ihlâli konusunda bir anlaşma olduğunu ve Kazakistan’ın Karabağ konusunu bunun dışında tuttuğunu biliyoruz. Ermenistan’da da eski Sovyet nostaljisi yaşayan Paşinyan karşıtları olduğunu biliyoruz.

İÇ ÇELİŞKİLER SAVAŞ BAŞARISI TALEP EDER

Ermenistan’ın her daim Sovyetler Birliği ya da dağıldıktan sonraki adıyla Rusya’nın tetikçiliğini yapan bir terörist devlet olduğunu biliriz. Ama terörist, adıyla müsemma çıkarları kimden taraftaysa onun işini görür. Başındaki lideri ABD’nin atadığı Ermenistan’ın bu seferki sıçrayışını ABD’nin kışkırtmasıyla yaptığını düşünmekteyim. Tahribatını sınır ihlâliyle yapıp, suçu Azerbaycan’ın üzerine atması Rusya’yı muharebenin içine çekme plânıdır.
İşin aslı Amerika’nın amacı Ermenistan ve Azerbaycan üzerinden Rusya’yı ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmektir.
Dünya’nın ekonomik krizlerine ve ülkelerin içlerindeki çelişkilere bakınca durum Birinci Paylaşım Savaşı’nı anımsatmaktadır.
Her ülkeyi ve içlerinde neler olup bittiğini bizlere anlatmayı politologlara bırakıyorum.
Ulu önderimiz Atatürk, “Savaş, gerekmedikçe bir cinayettir” demiştir. Diplomatik ilişkilerin tıkandığı, adeta gücü gücüne yetenin eşkiyalık ettiği, pek çok ülkenin demokrasi adı altında iç siyasetinde diktatörlük derecesinde halkına zulüm ettiği böyle bir dünyada kaçınılmaz hale getirilen SAVAŞ gerçeği, ancak silah ve mühimmat üreticilerinin cebini doldurmaya ve halkları daha da mazlumlaştırmaya çaresizleştirmeye yarar.
Ancak öte yandan Mustafa Kemâl ATATÜRK, pek çok cephede savaşmış, bu ülkeyi zalimlerin elinden kurtarmış, Kuvva-i Milliye gibi bir devrim ordusuyla hem askeri alanda, hem de siyasi alanda bir dehâ olduğunu tüm Dünya’ya göstermişti.
Şu anki duruma baktığımızda, Doğu Akdeniz’deki adalarımızı kaybettiğimizi, geri dönülmez kararlarla pek çok haklarımızı kaybettiğimizi iki cephede savaş halinde olduğumuzu görüyoruz. Emperyalistler bir üçüncü cephede de savaşmamızı istemektedirler. Bu, bir ülkeyi iyice güçsüzleştirip söz söyleme hakkını tamamen elinden almak için kurgulanmış oyunlardan biridir.

AZERBAYCAN’IN YANINDAYIZ

Bu ahval ve şeraitte olsak da, elbette Azerbaycan’ın yanında olacağız. Bunun altını kalın puntalarla çizeriz.
Rusya Savunma Bakanı’nın “bu konuya biz karışmayız” minvalindeki açıklamaları da pek güvenilir değildir. Bu arada söylemeliyim ki burda Rusya ve Amerika’yı soğuk savaştan kalma bir zihniyetle iki farklı kutuptalarmış gibi görmek son derece hatalıdır. Çünkü her ikisinin de Türkiye ve Azerbaycan hakkında kendi çaplarında emelleri vardır ve düşmanlık konusunda her daim ortak hareket edebilirler.
Amerika bu yüzden Dünya mirası Ortodoks Kilisesi AYASOFYA’nın cami olarak ibadete açılması krizini fırsata çevirerek, Ermenistan Azerbaycan hibrit savaşını çıkarmayı Ermenistan’a sipariş etmiş olmalı.

Jale ALTUNEL
14 Temmuz, 2020

5 Haziran 2020 Cuma

aşk şiiri

aşk başka bir diliminde
yirmi dört saatlerin
doksan dokuzdan beri
müridiyim oysa ben gecelerin.
bu ara devrim maskesi giydi
uzak batıda tüm sokaklar
örgütsüz ve zamansız kaldı
doğuda bulaşıcı hastalıklar.

bin aşık yılı uzağındayken şehrin
evreni eve sığdırmak oldu adı
yaşam mücadelesinin
nefes alamıyorum pankartlarını indirin
müsebbibi olacaksınız yoksa
nefes vergisinin.

artık aşk başka diliminde yaşıyor
yirmi dört saatlerin
ve komikliklerine gülüyor hergün
güzel kimliksizlerin
son perdesi oynanırken
bu ölmüş gezegenin
ay tozuyum ben hâlâ
gecelerimin.

anlamayan sevgiliye
şiir yazmak gibidir devrim
ne mevsimdir ne de ilkim
başka türlü davranıyorsa yoksula
köpürttüğün covit'in
"bugün 14 Temmuz,
kayda değer bir şey yok" dersin.

"aşk şiiri"
j.ak
5 Haziran 2020


















3 Mayıs 2020 Pazar

yeni dünya

yakın olma mazoşizmine
red cevabı verdi dertlerin,
dün gece itibarıyla
şu fukara beynim.
çünkü dostum nasıl olsa
taşeron bir film setinin
tahrif edilmiş tarih sahnesinin
hep en kötü
ve en kara karakteriyim.
iç mekân dekoru,
yemyeşil bir koru
malum ilâç endüstrisinin.
korku artık bilimsel
şu vahşi pozitivistten.
yeni dinimiz bu olsun sevgilim
der gibi baktık o an
yıkanmış doğada yunusların
Marmara’daki dansına
ve yeni dünya,
bir meyve adıydı aslında.
“yeni dünya”
j.ak
3. Mayıs. 2020

26 Mart 2020 Perşembe

corona

bir tâcın çığlığını duydu
tüm dünya
durun!
tam da bittiği yerde umudun,
en açık, en mavi ve en yeşil
yerlerindeyiz huzurun.

hey gidi benim batılı
kadim dostum,
sen zaten çok zaman önce
boğulmuştun.
çıkardığın savaşlarda
öldürdüğün çocukların kanında,
köle ettiğin mültecinin etinde,
mahvettiğin doğanın dalında.

bizler, öksüz ve yetim Doğu'da,
en açık, en mavi ve en yeşil
yerlerindeyiz huzurun.
çünkü biz sebep olmadık tüm bunlara
kapandık evlerimize
rahat vicdanlarımızla,
izliyoruz teşviş ve paniğinizi,
yağmalayışınızı o gösterişli marketlerinizi.

izliyoruz kadim dostum,
sözde moral eğlencelerinizi
mezarlıktan geçerken
korkmamak için şarkı söyleyen
bir çocuğa benziyorsunuz.
yine de halinize üzülüyoruz
ki insanlık gereği.
ve biz sükut içinde bir tebessümle,
en açık, en mavi ve en yeşil
yerlerindeyiz huzurun.

şimdi batılı kadim dostum,
cebinde paran ve geçkin yaşın,
gidemiyorsun küçücük kızlarına
Uzakdoğu'nun
ve genç delikanlısına Afrika'nın
bilemedim sen misin şimdi
o karantinadaki vahşi mazlum?

"corona"
j.ak
25.Mart.2020

20 Kasım 2019 Çarşamba

ŞİFAHİ

popüler değilken henüz dava
mektuplar yazıyorduk biz
Murtəza'ya.
çocuklar başka bayrakla gelirken
konsolosluğa,
tekti elimizde bayrağımız,
üç renk.
ve savurduk İran'ın bahçesine
birkaç boklu fırça...
hey gidi dava,
vaktiyle koskoca memleketi
almıştık uğrunda, karşımıza.
şimdi iki çift söz söylesek,
"rezalet!.." diyorlar, rezalet!
yazdığımız onca yazı,
şiir, mesai, emek,
boşmuş demek.
pek çok sözümüz varken daha diyecek,
toprak attılar mezarına
üç beş kürek.
"ŞİFAHİ"
j.ak
20.Kasım.2019

23 Ekim 2019 Çarşamba

Seyyah

gezginin usundadır sevdikleri,
yola giderken.
yüzdeki dem, saçtaki ak
adlar, odlar, tatlar, sesler
ezberindedir öylece.

yolda topladıklarını 
katmaz döndüğünde 
tüm bunların üstüne.
hafızıdır çünkü evin yurdun 
eşin dostun,
muhabbet kokusunun.

gidip dönmemek değil 
dönüp bulmamakmış canım
en ağır şikeste
Murat toprağa karışmış!

tozu güze, odu köze, 
güzü kışa, dostu ele,
karışmış bulur seyyah
bazen döndüğünde.
ve bakakalır
cebinde getirdiği türkülere...

"seyyah"
j.ak
23. Ekim.2015













14 Ekim 2019 Pazartesi

YOL

ağlayacak bir omuz yoktu
avuçlarıma ağladım
kendi zehirleriyle besleniyordu
o sıra etraftakiler.
kendimize söylediğimiz yalanları
sürdüm acıyan yerlerime,
iyileşmedi bir türlü yaram.

arapça sözcükler iyi ki var:
ey medet!
anlamıyorlar nasıl olsa dedi içinden
hazret.

sohbet, birilerini dışlamaktı
hatta dışlamayanı da dışlamak.
neyleyim, ölüydü artık surat
kendime söylediğim yalanları sürdüm ben de
acıyan yerlerime.

mevsim en olgun halinde
ve rüzgârına girmişiz
koca bir karanlığın
loş bir boşvermişlikti artık yol
ki,
faşist olmakla suçlandık...

"yol"
j.ak
14 Ekim.2019
















15 Eylül 2019 Pazar

GERÇEK BİR TÜRK SOLU MUU?! NEEE?!

Gerçek Türk solu mu değil mi? Bu da mı Türk Solu değil? Ulan bu da mı gol değil be?

Karşınızda soldan soldan atanlara tek bir konudan bahsetmelisiniz.

O da hiç kuşkusuz, bariz bir biçimde kendini gösteren TÜRKİSTANLI GÖÇMEN İŞÇİLER meselesidir...
Bundan bahsettiğinizde baktınız ki kutsal su atılmış iblis gibi kaçıp büzüldü, ha o zaman biliniz ki o sol, sol değildir.
İşte bu Türkistanlı göçmen meselesi tam bir Türk Solu turnuSOLudur.

Başkalarının haklarını savunmak en meşakkatli en zor ve en riskli iştir. Adama demezler mi "sana n'oluyor" diye? Eh derler ara sıra. Çünkü haklarını savunmaya çabaladığınız bu yoksul ve çaresiz yığınlarda sınıf bilinci yoktur. Çünkü cahildir ekseriyetle ve yeni dünya düzeninin ona dayattığı bir moda olan KÖŞE DÖNMECİLİK, sarmış ısıtmıştır soğuk şiltesinde kurduğu hayallerini... Kimi cevvalce bedenini çürüterek, kimi de daha kolay bir yol sandığı dinci bir cemaatin götüne takılarak o sıcak hayale ulaşabileceği düşüyle tüketir ömrünü.

Bir de bakarsınız ki SOL'u gerçek sahiplenmesi gereken sınıf değil, burjuva hayatı yaşayan ve nispeten eğitimli insanlar savunuyor. Ama tabii ki kendi sınıfsal gerçeğine uygun düşen bölüme kadar bir savunmadır bu. Yani BURDAN BURAYA KADAR bir savunma. Ötesi ise kendi sınıf çıkarlarına aykırı olduğu için, ordan ötesi tamamen kulağının üzerine yatmak, duymamak görmemek şeklinde tezahür ediyor.

Ondan sonra başlıyor şöyle konuşmalar:
"Ama Azeriler de çok tembel"
"Eeh ben mi uğraşacağım bunlarla"
"Gitsinler kendi ülkelerinde çalışsınlar"
"Onlar fahişelik yapıyor"
"Onlar hırsızlık yapıyor" vs.vs.vs...


Bu lafları ede ede göçmen soydaşların ucuz emeklerini sömürmeye devam eden nice SOLCULAR nice TÜRKÇÜLER tanıyorum. Hey gidi hey.

Uğraştığım konu öylesine zor ki, hem işçi hakları diyorum, hem kayıt dışı göçmenler falan diyorum, hem Türk soydaşlarım diyorum. Uuu aman diyeyim aman! Neler diyorum öyle ben? Hepinizin bir haftasonu keyfi vardı, onu da kaçırdım şimdi görüyor musunuz? 

Ama ben bunları beş yıldır diyorum ve demeye de devam edeceğim. Birileri sesimi duyana kadar diyeceğim dostlarım.

jale ALTUNEL
14 Eylül 2019

TÜRK SOLU VE TÜRKİSTANLI GÖÇMEN İŞÇİLER


1980 darbe sonrası Türkiye’de devlet kapitalizminden liberal kapitalizme geçiş süreci yaşandı. 1990’larda ise Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası işsiz ve çaresiz kalan insanlar, çareyi kitleler halinde talep doğrultusunda başka ülkelere göçmen işçi olarak akın etmekte bulmuşlardı. Türkiye’ye önceleri bavul ticaretiyle başlayan bu akın, sonra yerini yerleşik ucuz emek gücüne bırakmış ve her geçen yıl, katlanarak artmıştır. Çünkü liberal ekonomik modele artık tamamen geçiş yapmış olan Türkiye’de, kayıt dışı yedek işçi ordusu, burjuvanın da kabaran iştahıyla iyice talep olunan ekonomik bir gerçeklik haline gelmiştir.

Orta Asya ve Azerbaycan’dan (Türkistan’dan) da Türkiye’ye aynı akın yaşandı. Ancak uzun zaman Sovyet Rusya’nın yarı sömürgesine maruz kalmış olan soydaşlarımız, istisnalar dışında, çoğunlukla kalifiye değildiler ve Türkiye’de zaten var olan vasıfsız işçi ordusuyla aynı kaderi paylaşmak durumunda kaldılar. 

Liberallerin sıkça söylediği şudur: “Sovyet Rusya’nın baskısına rağmen, Türkistan’daki soydaşlarımız Müslümanlıklarını koruyup yaşatabildiler.” Aslında ise, tam da o baskının ve sömürünün sonucu olarak Türk Cumhuriyetleri geriye bırakılmış ve Fetullah Gülen cemaatinin, kolay avı haline getirilmiştir. Cemaat sanayi proletaryası içine sızamazdı. Sızdığı yerler ekseriyetle kırsal kesimdi ve oradan gelenler önce bavul ticaretiyle meşgul oldular. Yerleşik gelen göçmenlerse, buraya geldiklerinde kolayca bu ve benzeri cemaatlerin ağına düştüler. Dağılma sonrası yaşanan bu hızlı dincileşme karşısında, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’nde laiklik adı altında çıkış yapan liderler, otoriter rejimleri için en kolay bahaneyi, işte böyle bulmuş oldular. Sovyet dönemi yönetim şeklinden çok da farklı olmayan bu iktidarların faaliyeti sonucunda Türkiye’ye akın artmıştır. Ancak, Türkistan’daki yağmurdan kaçanlar, Türkiye’de doluya tutuldular. Her ne kadar Türkiye onlar için ikinci vatan olsa da, vatandaşlık haklarından ve işçi haklarından yoksun olmak, üstelik kayıt dışı bir hayat yaşamak kolay bir iş değildir.

Çoğu zaman turist gibi Türkiye’ye giriş yapan ve çalışma izni olmadan mevsimlik çalışan, sınıf bilincinden uzak bu insanların biricik emeli biraz para biriktirip, bavul ticaretine başlamak, ya da kendi memleketlerinde bir işletme açmaktır ki buna çok az bir kısmı nail olabilir. Büyük çoğunluğu ise memlekette kalan ailelerine aydan aya (o da her ay değil) para yollamakla ömür tüketir.

Ucuz emeği kayıt dışı sömüren sağ burjuvazi de, yalancı sol da, Türkistanlı göçmen işçileri göz ardı etmiş durumdadır. Onların haksızlıklara maruz kalmaları birincilerin de ikincilerin de umurlarında değildir. Oysa Türkiye ekonomisine artı değer katan ve Türk Birliği’nin doğal unsurları olan bu işçi ordusunun gerçek Türk Solu tarafından örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Türk Birliği derken, Türkiye ve Orta Asya’nın ortak ekonomik ilişkileri ve ortak piyasasından bahsediyoruz. Çünkü zannımızca bir milletin birliği için ortak dil ve medeniyetten ziyade, ortak piyasa önemlidir. Örneğin, Türkistanlı bir işçi Türkiye’de bir ürün üretiyor, o ürün kendi memleketine ihraç olunuyor, Türkiye’de kazandığı parayı ailesine yolluyor ve ailesi de markete girip o ürünü satın alıyor, gibi. İşte bu ortak piyasa demektir. Bu durumda Türk Birliği, sınıf bilincini kavramış göçmen işçilerin vasfı olabilir. Türkistanlı göçmen işçilerin Türkiye’deki örgütlü mücadelesi aynı zamanda, kendi memleketlerine demokratik mücadele tecrübesinin de taşınmasını sağlayacaktır.

Jale Altunel Vüqar İmanov  



18 Haziran 2019 Salı

SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ 8: MÜLTECİLER – GÖÇMENLER



Liberal kapitalizme geçiş sürecini (12 Eylül 1980) darbe sonrası başlayarak, Sovyetlerin dağılma sürecini takip eden dönemden beri yaşamaktayız. Bu zaman zarfında küçük esnafın ve burjuvanın, vahşi kurtlar sofrasında rekabet edebilmesini koşullandıran en önemli unsur kayıt dışı ucuz iş gücüydü ve hâlâ daha da öyle. Türkiye’ye gelen bu yedek iş gücü ordusuna baktığımızda, çoğunluk sırasıyla Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Azerbaycan göze çarpan Türk Cumhuriyetleri’ndendir. Burada gelenlerin çoğunluğunu belirleyen en önemli ölçüt, Türkiye’de kazandıkları paranın dolar olarak karşılığının kendi ülkelerindeki kullanım değeridir. Şöyle kalıplar kullanılır oldu meselâ son zamanlarda: “Özbekler çok çalışkan, ama Azeriler tembel.” İşin gerçeği şudur ki, ne Özbekler o kadar çalışkandır, ne de Azerbaycanlılar öyle tembel. Sadece 100 dolar gibi bir meblağın Azerbaycan’daki satın alma gücüyle Özbekistan’daki satın alma gücü farklıdır. Diyelim ki Türkiye’den Özbekistan’a ailesine ayda 100 dolar yollayan bir Özbek işçinin beş kişilik ailesi, gayet refah içinde geçinebilirken, aynı 100 doları ailesine gönderen bir Azerbaycanlının beş kişilik ailesi pek de geçinemez.

Göçmen işçi konusunda bilmemiz ve anlamamız gereken çok daha önemli bir husus şudur ki, göçmen işçi bir ülkeye asla kendi seçimiyle veya başına buyruk, keyfi olarak gidemez. Çalışacağı ülkenin koşullarıdır bunu belirleyen. Biraz daha açalım, çalışacağı ülkenin liberal kapitalizmi yaşıyor olması ve onu çalıştıracak olan burjuva patronlarının, sermayesini koruyabilmek ve daha fazla kazanabilmek için, ucuz emeğe duyduğu iştahlı ihtiyaçtır. Hâl böyleyken de, “Bizim kendi vatandaşımız zaten işsiz, gelmesinler, kendi ülkelerine gitsinler.” türünde yaklaşımlar, onları köle emeğiyle çalıştıran uyanık burjuvanın pek de umurunda değildir yani. Zira günde 14-15 saat, çoğu zaman izin günü olmaksızın, asgari ücretle ve en önemlisi de sigortasız bir şekilde çalışmaya hiçbir yerli işçi yanaşmaz.

Göçmen işçi konusundaki kısa özetten sonra mülteci konusuna geçelim şimdi. Mülteci; ülkesinde savaş, doğal afet gibi felâketler sonucu can güvenliğini emniyete almak üzere, ya da siyasi sığınmacı olarak yine can güvenliğini emniyete almak üzere gelenlere denir. Sığınmacıdır yani bu gruptaki insanlar. Ana amaçları işçilik etmek, çalışmak değildir.  Ancak ne var ki sığınmacı olarak gelenler onlar için ayrılan fonlarla “geçinemedikleri” zaman, çalışırlar. Ama mültecilerin tümü kayıt altındadır. Onlar için kayıt dışılık söz konusu değildir. Yani uyanık bir burjuva patronu, bir mülteciyi sigortasız çalıştırırsa başı belâya girebilir.

Bu anımsatmadan sonra Türk Soylu Göçmen İşçiler ve Suriyeli Mülteciler ayrımının altını kalın bir çizgiyle çizelim ve artık bu iki farklı konuyu birbirinden ayırabilelim. Çünkü siyasilerin ve bazı uyanıkların, mültecileri bize göçmen işçi gibi pazarlamalarının altında kasıt vardır. Bu asla bir dil sürçmesi falan değildir. Bu durum Türk Soylu Göçmen İşçilerden rol çalmaktır. Mültecileri sığınmacıları siyasi malzeme olarak kullanacak olanların ucuz politikalarıdır. Ola ki Suriyeli sığınmacıların bir kısmı orta ve küçük burjuvadır ve burada da kendi sermayeleriyle dükkânlarını açmışlar ve üstelik vergisiz algısız haksız bir rekabetle işlerini yürütmektedirler. Büyük bir kısmı çalışmaksızın sadece devletin verdiği yardım paralarını alarak, yaşadıkları şehirlerin sahipliğine soyunmuş durumdadır. Nargilelerini tüttürmek, plajda kadın-kız taciz etmek, adım başı mangal keyfi yapmak ve  “daha fazlasını” istemek, kısaca arpası fazla gelip azmak başlıca özellikleri olmuştur. Suriyeli mülteciler arasında bir azınlık olarak çalışanlar da vardır. Pamukta fındıkta yani tarla bağ bahçe işlerinde olduklarını biliyoruz. Ama dediğimiz gibi bu gruptakiler azınlıktadır. Suriyeli Mülteciler, homojen bir yapıya sahip değillerdir.





Şimdi birileri gelip gün içinde uzun saatler çalıştıkları için, dolaşımda hiç görmediğimiz Türk Soylu Göçmen İşçilerle, Suriyeli Mültecileri aynı kefeye koyuyorsa ya kasti bir terbiyesizliğin peşindedir, ya da göz göre göre bizleri aptal yerine koyuyordur.



Son haftalarda mültecilere ısrarla göçmen işçi denilmesinin altında yatan ekonomik gerçeklik şudur ki, kayıt dışılıktan kayıtlılığa geçiliyormuş gibi yapıp, (devlet kapitalizmine geçiliyormuş gibi yapıp), Orta Asya’dan gelen gerçek göçmen işçileri tamamen kayıt dışına itmek, yani liberal kapitalizmi sürdürmektir. Siyasi gerçeklik ise Suriye’den gelenlerin çoğunun Ermeni ve Kürtlerden oluşuyor olmaları ve yeni Amerikan projesi olan “şehir devlet” sürecinde bu kayıtlı mültecilerin belediyelerde istihdam edilmelerini sağlayarak Türkiye’nin parçalanma sürecini hızlandırmaktır.

Ancak bu işler o kadar kolay değil. Biz bu oyunu görüyoruz ve bozacağız!

JALE ALTUNEL
18 Haziran 2019


           

caz öze döndü dedi Veysel

caz özüne döndü
kayıtlı olanlar,
kayda değer işyerlerinin
şiddet görmemiş parkelerine
kayıt dışı olanları gömdüler
şiddetle.

meyvesi toplanmamış ağaçlar gibi ağırdı
mühimmatları askerlerin
mitraist mühimmatlara daldı uyku
caz öze döndü.

savaş ve duman
daha ağırdır
her zaman
bir askerin
taşıdıklarından.

"caz öze döndü dedi Veysel"
j.ak
18. Haziran. 2019