bir nefes çıka gelir
La belle için gece vaktidir
ister inan ister inanma
sokaklarda dava vaktidir
yan yana geçtiler
ayak izlerinin üzerinden
yıldızlarla Haziran,
ve açıldı sonra sayfalar,
gökyüzünde yananlar var
yalanlar gürledi yalanlar
karambol ortalardan
kaç'tılar sayamadık sevgilim
kaçtılar!..
tezatlığa bulaşık bir virüsün
asılı kalabilen havada,
kim bilir kaç asırlık ömrü
umut ve hüzün.
tereddütsüz bir tebessüm
gecede şu gönül gözüm
düşler çünkü her daim
ta kendisidir yolun
hep savrulduğumuz yerde bekler
etten, kemikten.
"yıldızlar ve Haziran"
j.ak
15.Haziran.2013
15 Haziran 2013 Cumartesi
tacirin düşün tehciri
devrin tacirleri
devren verdiler kararı
özgürlük iyiden iyiye artık,
içinden düşünme sanatı.
saatler semavi takvimler ayrı
devrin tacirleri
devren verdiler kararı
ey maneviyat,
her şey özelleşirken
sen tek ellerdesin heyhat!
Avrupa insan hakları mahkemesi,
ağır çeker nedense bir kefesi...
saatler beş vakit
günlerden, mavi
içten çark ederken
içten bi' düşünce
zaman akmıyor gibi
yerli yerinde!
"tacirin düşün tehciri"
j.ak
27.Aralık.2011
10 Haziran 2013 Pazartesi
yalnızız duvarlarda
yazılar gibi yalnızız duvarlarda
nasıl baktığını biliyorum
geçtiğimiz yollara
sisler kanatlandı canım
bilinç altlarında
gücünü öğrenmiştim
bir iç çatışmada.
sahiplik ertelendi,
kurulmuş sofralarda
hep tesadüfleri sevdik,
özgür uykularda.
sahilim şimdi canım
çok, çok uzaklarda
ayık ve sesliydi sahne
hasret var bakışlarda.
emek esir edilmişti
yollarda sabahlarda
devrim tutsak edilmiş
parklarda meydanlarda.
“yalnızız duvarlarda”
j.ak
10.Haziran.2013
5 Haziran 2013 Çarşamba
tüm zamanlarda
kimlikler aranır
adımlarda, bakışlarda
adımlarda, bakışlarda
ve yağar anlaşılmaz
kavgalar
akan bir suya.
kim bilir hangi nehre
karıştı
gidip duran yaşlar?
gidip duran yaşlar?
tüm zamanlara aittir
uyanıkken görülen
kâbuslar.
uydudan görünüyor
artık havalar,
artık havalar,
sisler, karlar, kasırgalar.
şiştikçe şişiyor
barut kokan cüzdanlar,
şiştikçe şişiyor
barut kokan cüzdanlar,
önümüze atılırken
kutsal ayrıntılar!
kutsal ayrıntılar!
tutuksuz yargılanır
bedenlerde aşklar
ve müebbet yatmak ister hep
çıplak duygular.
bedenlerde aşklar
ve müebbet yatmak ister hep
çıplak duygular.
rüyalarda,
topraklarda
topraklarda
tüm zamanlarda...
“tüm zamanlarda”
j.ak
5.Haziran.2013
4 Haziran 2013 Salı
SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ - III
Libya, Ürdün, Mısır
Fas, Tunus, Sudan ve tabii ki Suriye…
Bu ülkelerde olan
bitene baktığımızda, yürütmenin başına “getirilmiş” olanların güdümlü bir
siyasete uşaklık ettiklerini ve yönetimin de tıpkı bizde olduğu gibi totaliter
bir diktatörlükten ibaret olduğunu görmemek için sanırım kör olmak gerek.
Küresel çete, uşaklarını kullan at mantığıyla çalıştırır. Bu durum NATO’da
eğitilen üst rütbeli askerlere kadar böyledir. Miyadını doldurduğunda, işi
bittiğinde bir tür kabuk değişimi gibi bu “ürün”lerden kurtulur ve yerine
yenilerini getirir…
Dünyanın hızlıca dönüştürüldüğü son 20 yıla baktığımızda,
tröstlerin, çok uluslu şirket kompradorlarının yeni dünya düzeninde tüm enerji
kaynaklarını ele geçirmede moda bir terim olan ‘küreselleşme’yi kullanarak
hedeflerine nasıl ve ne şekilde zeminler hazırladıklarını gayet iyi biliyoruz.
Minareyi çalan
kılıfını da hazırlarmış. Lenin’in’ın “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
diye bahsettiği hak, farklı bir şekliyle 1966 yılında ilk kez karşımıza getirildiğinde,
o uluslararası antlaşmayı imzalamamıştık. 2005’de bize dayatılan bu
uluslararası antlaşmada (İkiz yasalar-neosevr), sözcüklerin tanımların içleri
boşaltılarak Ulus sözcüğü “halk”a evrilmişti ve maalesef küresel çete
uyanıklarınca hazırlanmış bu metni
imzaladık. Bölünme yolundaki bunca kırmızı çizgi ihlâlinin, uluslararası arenada meşruiyet kazanmış şekli
işte bu “ikiz yasalar” antlaşmasıdır...
Yani artık halkların kendi kaderini tayin hakkı, özgürlük, insan
hakları, ileri demokrasi biz ve bizim benzerimiz ülkelerde, küresel çetenin
diline sakız olmuş, sözde demokrat geçinen mütareke kalemşörlerince de peşinden
koşulan bir muz olmuştur.
Arap Baharı’nı yani
malûm turuncu devrimi incelediğimizde ilk gözümüze çarpan oradaki
aktivistlerdir. Türkiye’de de PKK’nın siyasetteki uzantılarının tıpkı Arap
ülkelerindeki aktivistler gibi bir rolü üstlenmiş olduklarını apaçık görürüz. Diktatörlere
karşı ne yapılmalı? Kalkışılmalı, ayaklanılmalıdır. Plânların gerçek pınarı,
membağı tam da burasıdır…
“TRUVA ATI”
taktiği
İlk günkü yazımda
özellikle şu “popülerlik” üzerine yoğunlaşmıştım. Çünkü bu hareketin gideceği
yönü tespit edebilmiştim az çok. Koskoca Atatürk Orman Çiftliği, diğer tarafta
üçüncü köprü arazilerindeki hektarlarca yeşil alanın katliamı sözkonusuyken
neden Taksim’in bu denli önemli olduğunu iki şekilde açıklayabilirim. İlki yine
doğru bir tespit olan konunun derhal medyaya servis edilmesiydi. Ki bizler nice
eylemlerin içinde yer almış, nice gaz bombaları yemiştik 29 Ekim Ankara’sından
bu yana… Ama bu büyük halk hareketleri (29 Ekim Ankara, 13 Aralık Silivri, 8
Nisan Silivri, 19 Mayıs Ankara) hiçbir şekilde medyaya günler öncesinden servis
edilmemişlerdi. İşte burada işgillenilmesi gereken bir durum vardı. Ki konunun
kendine ait olan “yaşam biçimi, özgürlüklerin sembolü olma, ağaçların katliamı”
gibi aslında hiç de önemsiz olmayan “popülerlik” boyutunu kat ve kat aşan bir
durumdu. Çünkü medya, bir konu popüler olmasa bile onu popülerleştirmenin en
işlevli dinamiğidir. Diğer taraftan yürütmedeki diktatörün söylemlerini artık
en sert şekline (iki ayyaş vb.) getirmesi istimi sıkışmış bir düdüklü tencere
etkisini yaratacaktı memlekette ve öyle olup bom diye patladı…
Bu dinamik üzerinden
hareketle “bizim aktivistler” derhal devreye sokulmuşlardır. Kanaat önderleri Y-CHP
ve BDPKK sempatizanları mevzuyu canhıraş bir biçimde sahiplenmiş ve diğer büyük
dalgadan haberli ya da habersiz kendi işlerini yapmaya koyulmuşlardı.
Birleşe birleşe kazanacağız!
Bu slogan tıpkı ulus
sözcüğünün halklar’a evrildikten sonra, kerameti kendinden menkul ithal anlamıyla,
insanların papağan gibi bağırmaya
başladıkları “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı gibi son derece popüler ve
kulağa hoş gelen bir slogandır…
Birleşilen yere
dikkatle bakacak olursak orası Türk Bayrağı ve Mustafa Kemal Atatürk’tür. İyi
ya işte ne var bunda canım diyecekseniz, hiç demeyin… Son yıllarda en fazla
Atatürkçülük yapan İP’den bahsetmenin tam zamanıdır çünkü. Burada uyanık olmak
gerekir diye düşünmekteyim. Çünkü Doğu Perinçek 1991’de yazdığı kitabında
Kemalizm’in devrinin bittiğini söylüyordu. Aynı yıllarda Abdullah Öcalan’ı PKK
kampında ziyaret ediyor, ona karanfil hediye ediyordu… Geçtiğimiz yıllarda Aydınlık
Gazetesi Andrew Mango’nun mişli geçmiş zaman ekleriyle ve sık sık kullandığı
“herhalde” sözcükleriyle bezediği “Modern Türkiye’nin Kurucusu Atatürk” adlı
kitabını Atatürk hakkında bugüne kadar yazılmış en iyi biyografi kitabı olarak
lanse ediyordu(!) Ki gerçekte bana göre son derece palavra, sinsice Atatürk’ü
diktatör gibi gösteren, ailesini karalamaya çalışan bir üslüp net bir şekilde görülür
o tuhaf biyografide… Aydınlıkçılar bunu nasıl farkedemez ve palavra bir kitabı
lanse ederler anlamış değilim.
Taksim Gezi Parkı
için yedi gündür yapılagelen direniş hareketine baktığımda, kitlelerin ezici
bir çoğunluğuna İP’nin Atatürkçülük üzerinden yaptığı “kanaat önderliği”,
aklıma ilk gelen komplo teorisinde tehlikeli bir ihtimali barındırıyor.
Bitirilmeye çalışılan en önemli birleştirici ve bu milletin Cumhuriyetle
mayalanmış Atatürk algısını yerle bir edebilme ihtimalidir bu da…
İP ve örgütlü bir
biçimde onun yanında yer alan TGB konusunda aklıma takılansa
organizasyonlarında harcanan hiç de az olmadığı apaçık görülen maddi kaynaktır.
Nereden gelir bu derenin suyu bilinmez. 8
Nisan Silivri duruşması organizasyonunda yurdun her yerinden yüzlerce otobüs
kaldırılmıştı meselâ...
Memleketin hemen her
kurumundan milli sözcüğü çıkartılıp atılmıştır son dönemde. Son 30 yıldır
musibet ilân edilen millî sözcüğünün herhangi bir etnisiteyi işaret etmediğine
dair ne kadar çok yazdıysak ve söylediysek kendimiz okuduk ve kendimiz
dinledik! KHK’larla bir gecede alınan kararlarla Atatürk ilke ve devrimlerine
bağlı yurttaş yetiştirme maddesi Millî Eğitim’den çıkartılmıştı. Bir sürü karar
vardır bunun gibi ama bu bana göre en önemli olandır. Yani özetle, bir şekilde
şu Atatürk’ten kurtulunması gerekmektedir ama nasıl nasıl?!
İşte düdüklü tencere
istimden patlamış, bir tür halk galeyanı oluşmuş ve Mustafa Kemal’in
askerleriyiz nidalarıyla halk en sonunda(!) sokaklara dökülebilmiştir.
Ellerimizde Türk Bayrakları yüreğimizde memleket sevgisiyle, bu güzel topraklar
üzerinde eşit, özgür, tam bağımsız, emeğin hakça bölşüldüğü, etnik
ayrışmaların, yağmaların, talanın ve her geçen yıl giderek artan dolar milyarderlerinin
olmadığı bir memleket özlemiyle faşizme diktatörlüğe karşı haklı mücadelemizi
vermektir derdimiz.
Ancak ne var ki
iktidarın kendi sonunu görerek korkusundan, saldırıların dozunu artırması
polisin vahşeti andıran saldırıları adeta bir iç savaşı tetiklemektedir.
Sivil polisin kâh
kontrgerillalığı üstlenmesi, kâh halkın içine sızıp eylemle ilgili ters guard
propoganda yapması asıl amacın bu olduğunu göstermektedir.
Olası bir iç savaş
sonucu vatanımız, üslerimize yığılmış olan Nato askerlerinin postallarıyla
çiğnenme tehlikesi altındadır. Ekonomik olarak bu durumu bertaraf edebilecek
durumda da değilizdir üstelik... Ne ki, ok yaydan çıkmıştır artık ve insanlar
AKP gitsin de ne olursa olsun kafasına girmişlerdir çoktan…
AKP’nin gitmesi ve yeni bir partinin işbaşına gelmesi
çözüm müdür?
1854’te Osmanlı’nın
borçlandırılması sonrası, ikinci borçlandırılmamız Marshall Plânı’yla olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında
1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım
paketi olan bu plânla, tıpkı 1876 sonrası duyun-u umumiye zamanı yaşanan
yaptırımlar yaşanmıştır. Emperyalistlerin Plânları hiçbir zaman değişmediği için
öncelikle cahil bırakılmak istenen bölgeler üzerinden oynanmıştır sinsi oyun ve
ilk olarak Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Sonrasında olan biten zaten iş başına
getirilecek olan idarecilerin basiretsizliği ve gafletleri üzerine konumlanmış
bir dizi saçmalıktan ibarettir. Verilen tavizler ve memleketin sokulduğu borç
batağı cehalet ve zübükzadelerle harmanlanarak bizleri bugünlere taşımıştır…
Aynı dönem NATO Paktı’na üyeliğimizse ordumuzu büyük ağabeyin arka bahçesindeki
jandarması yapmıştır. Ve elbette aynı ordu olası yol kazalarında yaptığı –tümü
ABD kaynaklı olan- darbelerle ABD’ye karşı görevlerini harfiyen yerine getirmişti…
Sistem içinde yer alan partilere ve on yıllardır bir
türlü değişmeyen seçim sistemimize baktığımızdaysa Türkiye’nin hiçbir zaman demokrasiyle
yönetilmediğini, yapılan bu oy verme saçmalığında asıl yönetim biçimimizin
plütokrasi olduğu aman aman mikroskobik bir durum değildir. Aday isimlerinin
parti başkanlarının iki dudağının arasında olmasından tutun da cebinde parası
olmayanın asla siyaset yapamamasına kadar her şey ortada ve apaçıktır… O halde
böyle bir düzen içinde AKP’nin gidip falancanın gelmesi neyi değiştirebilir ki?
Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi seçimler yasaklanırdı” demiş.
Haksız değil…
Taksim Gezi Park’tan tüm Türkiye’ye dalga dalga yayılan
ve git gide sertleşen bu kalkışmaya dönecek olursam en başından beri dört adet
komplo teorim olduğunu söylüyorum;
1. Kalkışmanın
günler içinde eriyerek bitmesi ve hiçbir şeyin değişmemesi…
2. AKP’nin gitmesi ve yerine, küresellere yine onun verdiği tavizlerin aynını veren bir X partisinin gelmesi.
2. AKP’nin gitmesi ve yerine, küresellere yine onun verdiği tavizlerin aynını veren bir X partisinin gelmesi.
3. Bir iç savaş
çıkması ve küresellerin Türkiye’yi Suriye ile eş zamanlı bir şekilde bitirme
operasyonu.
4. Bir iç savaş
çıkması ve TSK'nın Kuvva-i Milliye ruhuyla bu halktan yana tavır alarak
halkıyla beraber devrimi tamamlaması. (II.Kurtuluş Savaşı)
Devrimler asla kansız olmamışlardır. Kanlı olurlar ve
silâhlı güçler mutlak suretle halkının yanında yer alırlar.
1 Haziran 2013 Cumartesi
SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ - II
Kanaat önderliği yapan siyasiler halk hareketinin altında kalmışlardır!
Bizler al beyaz Bayrağımız’ın, altında, bu totaliter rejime,
emperyalizme, yağmaya, kapitalizme, faşist diktatörlüğe karşı birleşmekteyiz ve
bu vatanın gerçek sahipleri olarak söz söyleme hakkımızı lâyığıyla kullanıyoruz
ve kullanmaya da devam edeceğiz!
Bu bir halk hareketidir. Etnik, mezhepsel ya da siyasal hiç bir
ayrım olmaksızın!
Alanlara adeta nöbet değişimi yapar gibi akın akın yağıyoruz.
Cumhuriyet Mitinglerinde halk ilk kez sokaklara dökülmek gibi bir refleksi
kazanmıştı. Ancak o hareket derhal manipüle edilmiş, insanların inancını
güvenini kırmak üzerine oynanan oyun, bir anlamda başarı kazanmıştı. Bu duruma
çanak tutan o e-muhtırayı unutmayın unutturmayın!
Şu anki durum, sadece lastik değişimine mi yarayacak, yoksa
değişimden sonra gelecek olan siyasiler, böyle bir refleksi kazanmış olan halk
karşısında kendilerine çeki düzen vermeyi akıl akıl edebilecekler mi?
Arap ülkelerinde olup bitenleri ve BOP çerçevesinde yapılması
düşünülen değişimi düşününce aklıma ilk gelen polisin şiddeti daha da artırması
ve hatta halkın “aynı türden” verebileceği yanıtların ihtimali. Bunu
polis kendisi provoke ederse durum içinden çıkılmaz bir hale gelir ki istenen
bunun ta kendisi midir göreceğiz.
İyi şeyler düşünmek istiyorum. Ama aklım yüreğim büyük resme
takılı.
Ortadoğu'da yapılagelenler ortadayken, füze kalkanları memlekete
yerleştirilmişken, Suriye sınırı PYD terör örgütünün kampı haline gelmişken,
üslerimizde Alman Amerikalı Nato askerleri cirit atarken, bu halk hareketinin
AKP'yi devirip yerine "yenisini" getirmesi gibi bir işe yarayacağını
düşünmek gibi bir seçenek de yok değil. Ama bu seçenek bana hem çok safiyane
hem de işlevsiz geliyor.
İyi şeyler düşünmüyor değilim.
Bu halkı yani bizi küçümseyen aydın geçinenlere çatıp durmuşumdur
yazılarımda. Umutlarım bu dip dalgasının tusunamiye dönmesi ve yapılmış herşeyi
silip süpürmesine dair... Ama bu da tek başına olabilecek bir şey değil.
Küresellerin kurallarını ve bu işbirlikçilerin onlarla beraber yaptıklarını
tanımayacak bir iradenin masaya yumruğunu vurması gerekiyor. İşte olması
gereken ya da benim devrim hayalim budur.
Yoksa AKP gitmiş diğeri gelmiş, Ayşe gelmiş Fatma gitmiş ne fark
edecek ve ne değişecek ki? Alkol serbest olur, yaşam biçimimizde serbest
oluruz. Ama nedir? Aynı serbesiteyle küresellere lokma olmayı sürdürürüz ancak…
Satrancı andıran stratejik bir oyun oynanıyor.
Gezi Park’taki direniş, önce medyaya yansıtıldı hemen. Yani
Silivri’deki yüzbinleri görmeyen duymayan televizyon kanalları bu konuya mal
bulmuş mağribi gibi atladılar. Peki sonra ne oldu? Bu kez Gezi’yle ilgili
haberleri kısıtlamaya başladılar. İktidar işine geldiği gibi yorumladı ve aynen
o şekilde öttürdü papağanlarını. İktidar borazanları ölümlerden yaralananlardan
hiç bahsetmeyip, halkın bu büyük kalkışmasını küçülttükçe küçülttüler. Derken
haberler bir anda kesildi… Allah Allaaah (cc) Ne oldu da kesiverdiniz hani
veriyordunuz? Ne oldu? Ben söyleyeyim ne oldu, polisin şarjı, gaz bombası,
faşist saldırıları karşısında halk yılmadan, ölmek pahasına orada durdu. Her
geçen saat sel gibi oraya akmaya devam etti, emperyalizme, faşist
diktatörlüğe karşı sloganlarını sertleştirdi.
Elbette iktidar borazanları bunları verecek değillerdi...
Şimdi bunu ancak tek bir şekilde okuyabiliyorum. Hesaplar tutmadı.
Yani amiyane tabirle yemedi. Uymadı, tüm hesapların plânların, stratejilerin
altında kaldılar. Hepsi hem de. Amerikan Büyükelçisi buna dahildir. Kendisi bir
anda söylem değiştirdi, ben eminim ki mal bulmuş gibi olaya atlayan büyükelçi
bile en başında ağzını açtığı için bin pişman oldu. Zira Çılgın Türkler
oyunlarını bozdu. Bu tusunaminin önünde hiçbir güç duramasın!
Olaylar henüz başlamamışken yazdığım yazıda insanımızın örgütlülük
adına karambol bir şekilde bunu sadece sosyal paylaşım sitelerinden yapabildiklerini
söylemiştim. Olayın üzerinden saatler geçince en fazla popülasyonu barındıran
sosyal paylaşım sitelerine girişler engellendi. Ancak ne var ki teknolojik bir
çağdayız. Derhal engellemeye karşı programları herkes yükleyiverdi.
Şu aşamadan sonra, provokasyonların ve her tür siyasi
manipülasyonun bastırılabilmesi ve uyanık olunması gerekmektedir.
J.AK
1.Haziran.2013a
31 Mayıs 2013 Cuma
SAHİPLER ve KANAAT ÖNDERLERİ...
“Yenileceğimizi biliyordum ama halk savaşmak
istiyordu…”
Paris’te Marks bir halk ayaklanmasında bunları
söylemişti evet. Ve yenildiler.
Örgütsüz bir mücadele yenilmeye mahkûmdur.
Peki neler oluyor?
Silivri’de
Hasdal’da,
Buca’da,
[Reyhanlı’da,
Üçüncü Boğaz Köprüsü civarındaki büyük çaplı doğa
katliamlarında?]
Taksim Gezi Parkı korunduğu zaman, yeşil alanlarımızı
ve dolayısıyla vatanımızı kurtarmış mı olacağız?
Elbette hayır.
Siyanürle maden aranmasından tutun da, köprüydü AVM’ydi aklınıza ne kadar rant kapısı geliyorsa her biri için öylesine büyük bir iştah ve zorbalıkla yapılagelindi ki bu katliamlar, Taksim Gezi Parkı belki de devede kulak. Ama nedir? Orası kentin en panoromik, en gözönünde, en can alıcı ve hatta en “popüleritesi yüksek” uzvudur. Asla önemsizdir demeyeceğim. Çünkü Kapitalizme karşı yapılan bu eylemin alt metninde kalın puntolarla yaşama biçimime ve özgürlüklerime karışma vurgusu yatmaktadır. Taksim bir yaşam biçimidir. Ve her bir ağaç biliyorum ki benim canımdan kıymetli.
Elbette hayır.
Siyanürle maden aranmasından tutun da, köprüydü AVM’ydi aklınıza ne kadar rant kapısı geliyorsa her biri için öylesine büyük bir iştah ve zorbalıkla yapılagelindi ki bu katliamlar, Taksim Gezi Parkı belki de devede kulak. Ama nedir? Orası kentin en panoromik, en gözönünde, en can alıcı ve hatta en “popüleritesi yüksek” uzvudur. Asla önemsizdir demeyeceğim. Çünkü Kapitalizme karşı yapılan bu eylemin alt metninde kalın puntolarla yaşama biçimime ve özgürlüklerime karışma vurgusu yatmaktadır. Taksim bir yaşam biçimidir. Ve her bir ağaç biliyorum ki benim canımdan kıymetli.
İş bu kıymetli – ve popüler vaziyet-, biliniyordu ki
kullanılabilirlik değeri azami seviyelerde bir durumu da beraberinde
getirecekti. Ha keza böyle de oldu.
Sokak konusunda kendimi tıpkı o Paris’teki kitleye
benzetiyorum son dönemde katılmanın benim için bir zorunluluk olduğunu bildiğim
eylemlerde. Kim olarak katılıyorum? Vatandaş. Peki bu eylemler kimler
tarafından organize ediliyorlar?
Örgütlülük boyutu nedir? Uzantıları belli siyasi yapılardı her birinin. O onu desteklemiş, bu bunu. Peki bu siyasi görüşler benim siyasi görüşlerimi bire bir yansıtıyor mu? Hayır. Hiç biri bire bir yansıtmıyor. Ancak ne var ki insan doğası devreye giriyor böylesi durumlarda. İçgüdüsel bir çıkış, bir hamle. Ayağa kalkış, kendi kendini yalnızca “kendine” doğrulamak adına bir direnme içgüdüsü.
Örgütlülük boyutu nedir? Uzantıları belli siyasi yapılardı her birinin. O onu desteklemiş, bu bunu. Peki bu siyasi görüşler benim siyasi görüşlerimi bire bir yansıtıyor mu? Hayır. Hiç biri bire bir yansıtmıyor. Ancak ne var ki insan doğası devreye giriyor böylesi durumlarda. İçgüdüsel bir çıkış, bir hamle. Ayağa kalkış, kendi kendini yalnızca “kendine” doğrulamak adına bir direnme içgüdüsü.
Reyhanlı’da 177 canımız katledildi. Onlar için
binlerce insan toplanıp şiirler söylemediler ne yazık ki. Bugün Taksim'de
onların unutulmadığına dair sloganlar da atılır umarım...
Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün yolları “şuradan” geçecekmiş denildi. Ve hektarlarca arazi o nadide örtüsünden mahrum bırakıldı. O canım ağaçlar, içinde yaşayan börtüsü böceğiyle, kuşlarıyla birlikte yok edildi. Sonra denildi ki “Yok yok yol oradan değil, şuradan geçecek. Yanlışlık yaptık…” Oysa biliyoruz böyle bir yanlışlık yapılmaz. O bölge orman vasfından arındırıldı. Yani yeni 2B yasasına göre imara açılmışoldu…
Peki Gezi Parkı için toplanan binlerce insan neden oraya gidip şiirler, şarkılar söylemediler? (Söylemedik?) Uzak diye mi? Yeterince panoromik olmadığı için mi? Şimdilik popüler olmadığı için mi? Ya da en önemlisi önlerinde Sırrı Süreyya Önder gibi bir kanaat önderi olmadığı için mi? Bu gece şartlarım uygun olsaydı normal bir zamanda yüz metre mesafesine bile asla yaklaşmayacağım Apo’nun posta güvercini Sırrı Süreyya ile aynı safta yer almak pahasına Taksim Gezi Parkı'na ben de gidecektim. Ancak bu durum beni naçizane kendimce bazı tespitler yapmaktan da asla alı koymuyor… Zira mücadelemizin henüz gerçek anlamda örgütlü bir mücadele olduğunu sanmıyorum. Örgütlülük adına olagelen, gücünü sosyal paylaşım sitelerinden alan karambol bir çıkıştır şimdilik. Belki de her şeyin bir sırası vardır.
Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün yolları “şuradan” geçecekmiş denildi. Ve hektarlarca arazi o nadide örtüsünden mahrum bırakıldı. O canım ağaçlar, içinde yaşayan börtüsü böceğiyle, kuşlarıyla birlikte yok edildi. Sonra denildi ki “Yok yok yol oradan değil, şuradan geçecek. Yanlışlık yaptık…” Oysa biliyoruz böyle bir yanlışlık yapılmaz. O bölge orman vasfından arındırıldı. Yani yeni 2B yasasına göre imara açılmışoldu…
Peki Gezi Parkı için toplanan binlerce insan neden oraya gidip şiirler, şarkılar söylemediler? (Söylemedik?) Uzak diye mi? Yeterince panoromik olmadığı için mi? Şimdilik popüler olmadığı için mi? Ya da en önemlisi önlerinde Sırrı Süreyya Önder gibi bir kanaat önderi olmadığı için mi? Bu gece şartlarım uygun olsaydı normal bir zamanda yüz metre mesafesine bile asla yaklaşmayacağım Apo’nun posta güvercini Sırrı Süreyya ile aynı safta yer almak pahasına Taksim Gezi Parkı'na ben de gidecektim. Ancak bu durum beni naçizane kendimce bazı tespitler yapmaktan da asla alı koymuyor… Zira mücadelemizin henüz gerçek anlamda örgütlü bir mücadele olduğunu sanmıyorum. Örgütlülük adına olagelen, gücünü sosyal paylaşım sitelerinden alan karambol bir çıkıştır şimdilik. Belki de her şeyin bir sırası vardır.
Söz konusu olan yer İstanbul’un gözbebeği Taksim Gezi
Parkı’dır. Memleketteki yüksek katılımlı son dönem eylemlerine baktığımızda,
benim aklıma, 8 Nisan Silivri duruşması, 1 Mayıs(Taksim), 19 Mayıs (Sıhhiye)
geliyor. Neler oldu bu eylemlerde peki? Onca insanın katılımıyla gerçekleşen bu
protestolar medya ve TV.'de hiç bir yer bulamadı... Halk organik(!) Amerikan
yapımı gaz bombalarıyla tanıştı, hatta kaynaştı. Öyle ki önlem olarak
eczanelerden solüsyonlar bile temin edebiliyoruz artık… O derece de
bilgilendik. Polis öylesine güçlendirildi ve F tipi bir hale sokuldu ki ve
yetkileri öylesine genişletildi ki. Allah yarattı falan demeyip yer misin yemez
misin, tıpkı bir panter edasıyla saldırıyor halka…
Büyük kitleler ve bir ayağa kalkıştan bahsediyordum.
Konu şimdilik dağılmasın. Halk üzerine yapılagelen her bir baskı, her bir
yengi, o halkın gücünü ve direncini kırar. Bu bilinen bir gerçektir. O yüzden
ben çoğu zaman bu organizasyonların bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorum bu
bir…
İkincisi
Taksim Gezi Parkı’yla alakalı. Medya ve TV.'da geniş yankı buldu bu konu acaba
neden diğerleri bir satırlık yer bulamazken bu protesto ayyuka çıktı?
Burada öncelikli olarak zaman aralığına dikkat çekmek istiyorum. Dün ve bugüne yani. Geçtiğimiz gün yüce meclisimiz geceyarısı saat 01.30’a kadar çalıştı(!)… Bir konu yasalaştı: Yeni yasada "Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO'ya aittir" hükmü çıkarıldı. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi için TPAO'ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı… Aynı zaman aralığında Gezi Parkı’nda protestolar olurken “Başbakan bütün devlet erkanıyla İstanbul’un tüm su rezervlerini içeren bölgeyi talan etmek ve binlerce ağacı kesmek üzere canlı yayında trilyonları harcıyordu hepimizin ve gezidekilerin gözü önünde…”
Burada öncelikli olarak zaman aralığına dikkat çekmek istiyorum. Dün ve bugüne yani. Geçtiğimiz gün yüce meclisimiz geceyarısı saat 01.30’a kadar çalıştı(!)… Bir konu yasalaştı: Yeni yasada "Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO'ya aittir" hükmü çıkarıldı. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi için TPAO'ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı… Aynı zaman aralığında Gezi Parkı’nda protestolar olurken “Başbakan bütün devlet erkanıyla İstanbul’un tüm su rezervlerini içeren bölgeyi talan etmek ve binlerce ağacı kesmek üzere canlı yayında trilyonları harcıyordu hepimizin ve gezidekilerin gözü önünde…”
Taksim’deki “BÜYÜK KANAAT
ÖNDERİ”(!) Sırrı Süreyya Önder. Kimdir Sırrı Süreyya Önder? BDP
milletvekili. Dış güçlerin bu memlekette yaratmaya çalıştığı düzen solcusudur.
Zaman gazetesinde yazıları yayınlanırdı arada. Hâlâ yayınlanır mı bilmem. Zaman
gibi gazeteler düzen solcularının reklâmını yapmayı pek bir severler. Neyse.
Herkes biliyor kim kimdir nedir neye ve kimlere hizmet eder…
Bana göre Taksim’de olan bitenin
iki türlü sonucu vardır.
Birincisi, dava büyük bir ihtimalle
kazanılacaktır. Taksim Gezi Parkı büyük kanaat önderi sayesinde kurtulacak
ağaçlarımız kesilmeyecek falan olacak filan olacaktır… Kulağa gerçekten çok
romantik gelmiyor mu?
İkincisi kaybedilecektir. Ama düzen
ve sistem partileri her daim böyle zeminlerden bir yoklama çıkarır. Acaba kim
için? Ki kendilerince bir kazanımdır. Peki bu ata(!) kim oynar? E onu da ben
söylemeyeyim. Siz zaten anladınız…
Gezi Parkı o bölgenin yegâne yeşil alanı. Duygusal
yaklaşmamak elde değil. Oradaki her bir ağaç bir can. Ama elbette yukarıda
sorduğumuz sorunun yanıtını da olumlamıyor. Benim yanıtım kafadan Hayır!.. Bu
konunun müsebbiblerine bakıldığında aynen bir PR'dır bu.
Sıkı çalışma doğrusu...
Derdim büyük resmin kendisiyledir. Oraya giden birbirinden değerli insanın bu olan bitenin öznesi, figüranı durumuna sokulmasıdır!
Derdim büyük resmin kendisiyledir. Oraya giden birbirinden değerli insanın bu olan bitenin öznesi, figüranı durumuna sokulmasıdır!
J.AK,
31. Mayıs. 2013
31. Mayıs. 2013
21 Mayıs 2013 Salı
virile döne
tek kanat nedense hep kopuk
fonda tanıdık yalnızlık
kolları sorgusuz
kolları sorgusuz
ve iki yana doğru açık.
düşmen lâzım diyor inatla
okuduğu manifestosunda.
hey gidi aşinâ,
durduk yere bozguna
uğratmasana
virile döne
dirile öle, uçuyorum işte
gece yolcusuyum öylece
sıfırıncı meridyende...
uçuyorum yalnızlık
hava alabildiğine karanlık
ve görmüyor musun?
ve görmüyor musun?
gidiyorum bu gün yine
batıya
esiyorum hatta
gün doğusundan frişka
yıldızları affetsin tarih
rüzgâr da benim,
kanat da!
“virile döne”
j.ak
21.Mayıs.2013
14 Mayıs 2013 Salı
Adem...
özgürlük
av kapanında koca bir yem
işaretler bırakmış asırlardır
sınır niyetine adem
artık birikmeyecek
yarınlara renklerden desen
hazır çizgilerde
ölüm istiflenirken.
“adem”
j.ak
14.Mayıs.2013
5 Mayıs 2013 Pazar
şaşırmak ne güzel
zaman yetmez ararsam,
sesini işitmeye
bir sekizinci notanın
her bir tadı ayrı güzellikte
bu sakin rotanın.
nedenleri öylesine çok ki
minnettarlığın
tümü yere düşse de
anlatmaya gücü yetmez
bulutlarımın.
adları ne kolay telaffuz ediliyor
onlarca yılın
ve şaşırmak ne güzel,
saklanmasına,
antik tutkuların.
derdindeyken
memleket kokan
dağların, ovaların
soluklandığım tek yer
bir gecenin özüydü
başımı yasladığım.
“şaşırmak ne güzel”
j.ak
5.Mayıs.2013
1 Mayıs 2013 Çarşamba
görünmez düşlerimiz
zaman savrulurken,
boş vermişlik
gösterişsiz çerçevesiydi
zor bir resmin
anlaşmak üstelik,
pek azıyla mümkündü
söylenenlerin.
hanidir şu rehavet
dikkat istedi hep
ve nihayet,
uzun mesafelere
sessiz cümleler kuruldu
sonra tanıdık bir paragraf oldu,
hatta hacimli bir kitap.
ve hatta başka gezegenden
secde edilesi eski bir şarap.
tarihî frekans antlaşmasının
maviydi telaşsız mürekkebi.
can kulağıyla dinledi beni
ve yazdı sonra bir iç denize,
iç seslerimi.
o sırada, çılgınca
yudumluyordum ben
görünmez düşlerimizi.
ve görünen o ki,
sular altında kaldı kıyıları
tüm sözcüklerin şimdi.
“görünmez düşlerimiz”
j.ak
30.Nisan.2013
19 Nisan 2013 Cuma
Resimdeki Nefes...
Giderken olayların
üzerini bambaşka örtülerle örtmek gibi son derece hastalıklı bir tavra sahip
olduğumu kimseye söylemedim. Bu yüzden tüm gidişlerim parantezlerde saklıydı
benim. Anlaşılmaya dair umutlar tükendiğinde, kendini imha yolunu seçen bir
kimyasal atık gibi, üstelik de giderken saçtığım mikroplardan habersiz bir
şekilde, sırf kendimi daha iyi hissetmek adına, gidebilmekti işim…
Gündeliklerin
içinde, elime ayağıma dolanan o koca egolarla ve gereksiz sololarla,
zücaciyecideki fil gibi gidiyordum bilmem kaç yıldır kuruttuğum zar gibi olmuş kırılgan
yaprağın üzerine. ‘Haksızlık ettiğimin farkında olmak’la hiç alakası yoktu
durumun. Bu sadece sebeplerin içinde, benim ön plâna çıkardığım bir balondu.
“Belki de daha iyi anlıyorlar!” sözüydü tek derdim. Asla iyi bir hafız olamama
nedenim, suçlanacaklar listesinde hep ilk sırayı tercih edişim. Sorunum
olmadı öylesi trajik finallerle çünkü. Dolup dolup, boş verdim. Olsun. Ama
yukarıdaki cümle, öyle çok tekrarlandı durdu ki yüreğimde, onu oradan alıp da beynime
sokamadım bile. Çünkü yeri asla orası değildi. Ve sanırım o parantezin içindeki
kırgınlığın adı da sadece “zannedilmek”ti…
O
yılın sonunda, o daha iyi anlayan güruhu yönlendirenler tarafından çok önemli
biri katledildi. İçimdeki güzeyimi ne
kadar uzun bir süre kendime doğrulayıp tekrar tekrar sağlamladıysam da, kanamaktan
kurtaramadım duygularımı. Haksızlığa uğramıştı bilinmezlerim. İsimsiz
kozalarda, hiç bir yere gidemeden durdum. Durmadan durdum. Zannedilmenin
ağırlığı çöktü üzerime, tonlarca beton dökülmüş gibi. Ki durmaksızın dolup, boş
verdim kendi kendime. En iyi dostumu yitirmişim gibi hissettim. Niyeyse, onu da
bilmiyorum. Deniz kuşlarıma şiirler yazdıran farkındalıktan, olağanüstü bir dost
öz’lemiştim özetle. Ve o kaybediş, pasifiğin en derin yerine düşürülmüş kuru bir
yapraktı benim için. Sırf bu yüzden zaman zaman kabarcıklar içinde nefes
alıyordum, nefessiz. Ki ben en çok oradayken mutluydum.
Sonra
yeniden şiirlerime koyuldum. En güzeli derin uykularda şiirlerle doymaktı.
Bilirsin aşırı kan kaybı, oldukça yavaşlatır ve hatta çıkarabilir insanlıktan bir insanı. Oysa insan olabilmeye duyduğum özlem öylesine
inanılmazdı ki… Günlük rutinler nasıl olsa ezbere ve bir çırpıda
halloluyorlardı. Sevinçler, neşeli kahkahalar ve tamamlandıkça üzeri
çizilenler.
Gidişime
attığım kuru sıkı tebessümlerim, bayram çocuklarının çatapatları gibiydi. Ne
kadar çok ses çıkartıyorlardı ve ne
kadar parlaklardı… Önüm arkam sağım solum, kontrolsüzce ama her nasılsa gayet
düzgün bir biçimde halledilmişliklerle örülüyordu. Bu örgünün hep dışında
kaldım nedense, yapımında ve yayınında dahilim olsa bile. Kırık dökük parçalar
öyle şık bir hematoma dönüşmüşlerdi ki içimde, kendi konformizmini oluşturmuş zararsız
organlar gibiydiler. Zamanla bunun kötücüllüğünden sıyrılıp iyi bir şey
olduğuna dair kurgular yapmışlığım bile vakidir. İşlevleri sadece ayakta tutabilmek ve hissettirmekti aldığım
tüm nefesleri. İşte bu yüzden, kaç
santigrat derecedeyse tenim, orada var oldu hep, istenmezliğim…
Sonrası,
öncesine dair, bin dokuz yüz elli model bir Antonov’un kapısıydı. Yerden iki
bin metre yüksekte. Kinesyolojik açıklaması saniyenin altıda birlik zamanında
saklı. Düşmek, anlamaktır bir bakıma. İlk ne zaman düştüm o mavinin pınarına,
anımsamıyorum.
ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi,
zorla giydirilmeye çalışılan
o dapdaracık entariyi,
yırtıp yırtıp attım her defasında.
ve her defasında,
biraz daha çok sevdim
okul çıkışı giderken
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a
o servise binip, dalıp gitmeyi,
ön çaprazıma...
ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi,
zorla giydirilmeye çalışılan
o dapdaracık entariyi,
yırtıp yırtıp attım her defasında.
ve her defasında,
biraz daha çok sevdim
okul çıkışı giderken
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a
o servise binip, dalıp gitmeyi,
ön çaprazıma...
"Resimdeki Nefes"
j.ak
19.Nisan.2013
17 Nisan 2013 Çarşamba
Sitte-i Sevr
sitte-i sevr bir Nisan fırtınası
fukaranın kalmadı giyecek hırkası
Sevr'lere soğukluğumuzun alamet-i farikası
bizim değil, düşmanın fırkası
sittin sene duracak değil ya sitte-i sevr
Elbet bir gün sittir olur gider!
Gün döner ay dolanır,
geçer bu vakt-i çerağan geçer...
"sitte-i sevr"
j.ak
Suna Çalışkan İçaçan
17.Nisan.2013
16 Nisan 2013 Salı
Stilsiz Düşerken Ay'a...
baş döndürücü bir yer burası.
bilinç altı düşlerden biri gibi.
ki ilk kez ben değilim yönetmeni.
stilsiz düşüyorum Ay’a.
tutamadım güzel sözcüklerimi
hepsi o sırada
uçup gitti.
hatta mevsim normalleriyle
benim anormalliklerim arasında,
yoktu bir ilişki.
tamamlandı temel ihtiyaç listesi
hüzün en başı çekti
üstelik bin yıl önce öğrenmiştim
tebessümün matematiğini
denize baktığım yerde çünkü
içim hep yazdı.
orada geleneksel festivaller vardı
güneşin ciğerlerime işlemişliği de zaten
hep bu yüzden.
dokunduğum ya Ay tozuydu,
ya da denizimizin tuzu
ben çok sevdim o aşırı dozu!
“Stilsiz Düşerken Ay'a”
j.ak
15 Nisan/2013
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)