5 Nisan 2022 Salı

Müjde: Bir sığınmacı filmimiz oldu!

 

Dün gece neyle karşılaşacağımı bilmeme karşın, önyargısız ve sakin bir şekilde, geçtim koltuğuma açtım “Müjde” adlı filmi.

Başrolleri Lale Mansur (Müjde) ve Cezayir asıllı Fransa doğumlu Salim Kechiouche (Sait) paylaşıyor. Bu arada beş buçuk milyon Suriyeli içinde rol verebilecekleri kimseyi bulamadılar sanırım. Yahu en azından Suriyeli oyuncular arasından seçseydiniz başrol Suriyeli karakteri, böylece gösterdiğiniz histerik saygı bu denli sahteleşmezdi.

Bundan sonrasını okuyacaklara ikazımı yapayım, bu analizde filmin ayrıntılarına gireceğim.

Ama önce, yaklaşık olarak yedi yıldır sığınmacı mülteci ve göçmen işçi statülerini ve tüm dünyadaki göç dalgalanmalarını dikkatle izleyen irdeleyen biri olarak, Avrupa’nın kaçak sığınmacılara ne yaptığını belirtmek isterim. İlk yirmi dört saat içinde deport ederler. Yani sınır dışı. Mülteci mültecidir. Kendi ülkesinde siyaseten veya savaş nedeniyle hayatı tehlikedeyse bir başka ülkeye iltica talebinde bulunur, kabul görürse gider. Savaş vb. nedenlerle ülkesinden başka ülkelere gidenlerse geçici sığınmacılardır. Türkiye’deki Suriyeli unsur son tanıma uymaktadır. Yani onlar göçmen işçi filan değillerdir. Bunun altını çizelim önce.

***

Film bende bomba etkisi yapan bir girişle başlıyor. Dakika bir gol bir mi desem ne desem. Müjde (Lale Mansur) müstakil evini kat karşılığı vermek üzere müteahhitle pazarlık ediyordur. Bu sahnede müteahhit öyle bir anlatılmış ki, sanki seksenli yılların müteahhidi. Zira o yıllarda her yer dutluk, üçe beşe kapatılan müstakil evler olurdu. Ya şimdi öyle mi peki? Hoppala paşam malkara keşan. Siz kimin aklıyla alay etmişsiniz öyle? Şimdinin şartlarında müteahhitler ev sahiplerinin bucağına salavatla gidebiliyor artık. Oranlar da filmde gösterildiği gibi değil. Artık sırtlanlar ev sahipleri. Ee bu işler arz talep işleri. Talep çoğalınca arz, arz-ı endam eder bilmez misiniz? Yok biliyorsunuzdur da o kısma da öyle romantik bir yalan kondurmuşsunuz. Kondurun bakalım yalandan kim ölmüş?

Lale Mansur, orta yaş bunalımında, onu hiç arayıp sormayan hayırsız bir oğul sahibi, tek katlı evini kat karşılığı müteahhide vermiş olan bir hanım teyzemizi oynamış filmde. Evi yıkılacağı için başka yere taşınma “mücadelesi” verirken, bir taksiye atlayıp kendi başına amele pazarında Suriyeliler’in arasında buluyordur kendini. Ne o? Taşımacı bulacakmış oradan. Yahu ablacığım kafayı mı yedin ne yaptın sen? Şimdi müteahhitler senin evini kendileri taşıyor. Üstelik masraflarını falan üstlenerek, üstelik çıktığın kiralık evin de on beş aylık kirasını ödeyerek. Filmdeki Müjde karakteri nerede yaşıyor? Hatta filmin yönetmeni ne yiyor ne içiyor ve bu memleketin gerçeklerinden ne kadar haberdarmış böyle? Gülsek mi ağlasak mı? Şaştım kaldım. O sahneleri ağzım açık izledim yeminle. “Müjde nereye koşuyor” olabilirmiş bu filmin adı. Hani Müjde aşka koşuyor babından.

Amele pazarında Sait’e rastlıyor hanım teyzemiz. Sait çatır çatır İngilizce konuşabilen yağız bir Cezayir,.. pardon Suriyeli delikanlımızdır. Müjde Sait’e sen de gel, sen de gel diye ısrarcı olur. İlk görüşte aşk, anlamlı bakışmalar, merhametle yoğrulmuş histeri, neyse ne. O da, Sait de gelir.

İşçi pazarından Suriyeliler’i (üç kişi) bu işin ticaretini yapan bir  Türk getirmiştir Müjde’nin evine. Hani başlarında durur, işçilerin emeğini sömürür, çavuş derler ağızda. O karakter, şişman bir oyuncudan seçilmiş. Hani emek sömüre sömüre şişmanlamış gibisinden. Ve Müjde’nin sade suya tirit makarnasından muhteva öğle yemeğini yemek istemez bu “şişko ve beyaz Türk” çavuş. Algıya bak algıya. Makarnayı istemez, kendisine de ayrı ve özel olarak, döner mi adana mı urfa kebap mı olduğunu kestiremediğimiz bir sipariş vermiştir, o sipariş kapıya gelir ve fiyatı otuz liradır. İnceden duyulur bu. Normaldeyse Suriyeli veya Mozambikli veyahut da Türk hiç fark etmez, bedenen çalıştırmaya getirdiğin birine öğle yemeğinde makarna veremezsin. Yahu adam bedenen çalışıyor, su yakmıyor ki bu. Ama tabii bu kısımda anlatılmak istenen, efendim Suriyeli çok kanaatkâr, mütevazı, öyle ki iki lokma bir hırka felsefesiyle takılır, önüne ne konsa onu yer, ama Türk çok bencildir dışarıdan sadece kendisine yemek söyler ve yer’dir. Yönetmen burada, seyircinin merhamet duygularını kabartma zahmetkeşliğiyle işin iyice .okunu çıkarmış kısaca. Bu makarna yeme sahnesinden sonra Sait’in mutfağa gidip makarna bulaşıklarını yıkama sahnesineyse hiçbir şey demiyorum. Yorumsuz o.

İlk gün işçilerin paketleme işi bittiğinde ertesi gün için sözleşiyorlar. Şu saatte filan fistan. Ertesi gün o saatte herkes geliyor ama bizim yağız, yakışıklı, dertlere deva, gönüllere şifa Saitimiz gelmiyor. Müjde teyze meraklarda tabii. Derken yağız oğlan utançlı ve telâşlı, geliyor. Üst baş değiştirirken geciktiği için özür diliyor. Çok da mahcup, çok da mağrur. Müjde buna bir de bakıyor ki ne görsün! Bunun ağız burun Perşembe pazarına dönmüş. Bizim oğlan kavga yapmış. Tüh tüh. Eli yüzü her yeri yara bere. Teyzemiz buna, sen buradaki işleri bırak üst kattaki kolileri yap diye bunu ıssıza çekiyor. Ve arkasından gidiyor.

Müjde hanım teyzemiz Sait işlenirken “stop stop” diye durduruyor onu. İngilizce bu nasıl oldu gibisinden geveliyor. Sonra da “ay hev tu du pansuman” diyerek delikanlının orasını burasını oksijenli pamukla kanırtmaya başlıyor. Derken iki lafın belini kırıyorlar İngilizce olarak. Bu bizim Sait evliymiş bir oğlu varmış ama karısı ölmüş oğlu da kaybolmuş. Müjde tabii orda iki kere aşık oluyor oğlana. Ama eklemeden de edemiyor, “yu ar veri yaannnggg” Neyse aşk bu. Aşka her daim saygımız sonsuz.

Müjde teyzemiz, artık yeni evine taşınmıştır nihayet ve kafeterya gibi bir yerde arkadaşlarıyla buluşur. Hanım teyzeler grubudur bu. Öteden beriden boş geyikler dönüyordur masada. Derken taşınma işini nasıl yaptığını sorarlar Müjde’ye. O da amele pazarından bulduğunu söyler. Arkadaşları iğrenerek ve tiksinç içersinde ayyy nasıl gidersin oraya, orada Suriyeliler var gibi, bir sürü aşağılayıcı sözler ederler Suriyeliler için. Ne pis kokuları kalır, ne hırsızlıkları, ne uğursuzlıkları… Yahu yönetmen efendi, sen hakikaten ne yer ne içersin? Tamam Suriyeli’nin dramını, acısını, ne zorluklar çektiğini göstermeliyizdir elbette, ama bunu Türkler’i gömmeden yapmak bu kadar mı zor? Filmde gösterilen nefretin %1’i bile olsaydı her gün üç Suriyeli’nin Allah muhafaza öldürüldüğü haberini duyardık. Ama nedense hep tam tersini duymaktayız. Hani bir mevzu saptırılır ama bu kadarına da çüşşş! Diyorum.

Neyse, Müjde o toplantıda yıllardır tanıyor olduğu eski dostlarına resti çeker ve hayır öyle değil, haksızsınız gibisinden didaktik bir tirad atarak evine döner. Evde banyodan bir tıkırtı geliyordur. Bir de bakarız ki Sait anadan üryan duş alıyordur. Yani anlarız ki Müjde ve Sait mercimeği fırına vermişler ve beraber yaşamaya başlamışlardır. Hatta Sait Müjde’ye “ar yu han-gı-ri?” filan gibisinden sorular soruyor, yemek filan pişiriyordur Müjdesine. İşte bunlar hep aşk! Hey gidi aşk…

Sait yemekten sonra oğlunun bulunduğunu ve Suriye’ye gideceğini söyler. Müjde tutturur ben de geleceğim diye. Sait olmaz der. Olmazdı olurdu derken Sait “ay mast go elooğnn” der. Bizimki Sait’e para vermeyi teklif eder. Ama Yağız Sait asla kabul etmez bu parayı. Bizimki de gizlice Sait’in cebine üç bin lira koyar. Müjdemizin, Sait’in cebine koyacak üç bin lira parası vardır ama evine getirdiği Suriyeli işçilere makarnayı dayamıştır.(?) Film film değil, çelişkiler yumağı mübarek.

Sait yola revan olur. Müjde de onun arkasından ağlama krizine girer. Kahve sigara filan derken tık… Kalp krizinden gidiverir. Filmin başından beri hiç görmediğimiz oğlu, anasının öldüğü içine doğmuş gibi anneağ anneağ diye kapıyı dövmeye başlar. Ve kapıyı kırarak açar, bir de ne görsün?! Anası yerde. Ölmüş. Sait evden çıkarken de apartman komşularından biri görmüştür. Müjde’nin ölümü Saitin üstüne kalıyor mu bir güzel size? Heh. Bir de cebinde üç bin lira… Polisin lafı “değer miydi üç bin lira için öldürdün kadıncağızı?” Yanlış anlaşılma kurbanı olan Sait filmin finali ise, ellerinde Türk Bayrakları olan fanatik foşik ve sinirli Türk gençlerinin polis aracına saldırısıyla iyice zıvanadan çıkarılır. SON…

 


Film demeye utanıyorum. Müsamere tadındaki bu mini gösterim, sanat adına da dünya görüşü adına da hiçbir yere koyamadığım bir dizi saçmalıktan ibaret. Mantık hataları silsilesinden bahsetmiyorum bile. Evet Türkiye’de Suriyeliler’i sevmeyenler de var, bunu kabul ediyorum. Ama bu ülkenin insanı salt tek nedenle, yani şuralı, buralı diye kimseden durup dururken nefret etmedi ve etmeyecek. Ancak karşısında kitlevi bir saldırı görürse böyle bir nefreti barındırır ki bu sadece bizim millete mahsus bir tavır değildir.

Anlıyor ve biliyoruz ki Suriyeli zor durumdadır. Ülkesinde insanlık adına utanç verici durumlar oluşmuş, savaşın acı yüzüyle yoğrulmuşlardır. Bu konuya hissiz kalmak insanlıktan çıkmak demektir. Ama Suriyeli üzerinden birileri Türk nefreti kusmaya kalkışırsa elbette cevabını vereceğiz. Türk nefretininiz ve düşmanlığınız bir bitmedi ve biteceğe benzemiyor. Her yere, her alana, her konuya, mal bulmuş mağribi gibi atlıyor ve nefretinizi oralardan kusuyorsunuz.  Bir de üstelik deli gibi fonlanıyorsunuz ama hiçbir işe yaramıyor işte. Çünkü beceremiyorsunuz. Çünkü ortaya koyduğunuz pespayenin sanatsal değeri yerlerde sürünüyor. Samimiyetsizlik akıyor yaptıklarınızdan ve yazdıklarınızdan. Gerçekten acınası haldesiniz ve Türk Milleti yaptıklarınızı yemiyor artık. Oturun o filmdeki makarna gibi kendiniz yeyin bunları.

 

j.ak

 

 

4 Nisan 2022 Pazartesi

TARAS BULBA DRAMI

 

Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ukrayna asıllı bir Rus romancı olarak Dünya Edebiyat tarihine geçmiş, eserlerini severek okuduğumuz bir yazar. Acaba bugünleri yaşasaydı o da şimdi yaşananları, yazmış olduğu epik eseri Taras Bulba’ya benzetir miydi kim bilir? Ölü Canlar, Palto gibi eserleri daha fazla bilinir ama Taras Bulba destansı ve bir o kadar dramatik ayrıntılarıyla bugüne çok benziyor.

Taras Bulba bir Kazak komutandır romanda. Ortodoks papaz okulundan dönmüş iki oğlu vardır Taras’ın. Katolik Lehler’le savaş sürüyordur ve oğullar da asker olurlar. Oğullarından Ostap, aynı savaşta işkencelerle gözlerinin önünde Lehler tarafından öldürülür, ancak diğer oğul Andrey, Leh Beyinin kızına âşıktır. Ve Andrey saf değiştirir. Kazak komutan Taras Bulba, “seni ben var ettim ben yok ederim” diyerek öz evlâdını kendi elleriyle öldürür…

Roman uzun ve pek çok destansı ayrıntı barındırıyor bir paragrafta özetlenecek gibi değil. Ama şimdi Rusya’nın Ukrayna’yı deli gibi bombalamasını bu dramatik sahneye benzetiyorum. Saf değiştiren evlâdını kendi elleriyle öldürebilen bir babaya.

Tarihin tozlu raflarına sıkışıp kalan ya da sıkışıp kaldığını sandığımız şeyler toplumsal hafızada nostaljik kalıntılar, tortular bırakır. Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi vererek zamanın SSCB’nden kopan hemen tüm ülkelerde şu an yaşayan ve soydaşlarımızı da barındıran insanların Ukrayna’da bombalanan Antonov An-225 Mriya için gözyaşı dökmeleri işte bu sebepledir. Özellikle yaşları kırk üzeri insanlar Mriya (Arzu) için üzüldü. Seksenli yılların sonlarında SSCB yıkılmaya neredeyse beş kala öylesi bir şah-eseri yapabilmişti. Ve bugün onu kendi elleriyle mahvetti.

Bunlar elbette işin romantik ve trajik yanıdır. Rusya tıpkı ateş çemberine alınmış bir akrep gibi kendi kendini sokuyor şimdi. Ve fakat onu öylece kuşatıp oğullarından birini kendisine âşık edebilen batıyı da, masaldaki aslında çok çirkin olup sihirle makyajla kendini güzelleştiren bir kadına benzetiyorum. Ki şu an tüm batı hayranları da o çirkin ve yaşlı cadıya âşık. O yaşlı ve çirkin cadının gerçek yüzünü görmemekte ısrarcı hepsi.

Rusya’nın da ne kadar tehlikeli olabileceğini tarihten biliyoruz. Dediğim gibi bu benzetişlerim sakın beni romantik bir Avrasyacı yapmasın.

Sadece teşbihte hata olmaz minvalinde sohbetten ibarettir.

Kalın sağlıcakla dostlar.


j.ak

29 Ocak 2022 Cumartesi

Endüstriyel muhalefet çanağı

 Muhalif rolü oynarken,

Kulüpler arası yabancı bir maçta
Avrupalı takımı tutan
Holiganlar kervanındasın.
Filhakika böyle bir vefa,
Lodos sonrası yağmurunun azdırdığı
Hayrat çeşmesinden gürleyen
Popüler bir şarkıdır
Bâtıl.
Endüstriyel muhalifliğin
Boz yelinde uçtu zaman
Çünkü kârlı kâhinlere
Rol biçmiş bir kez bu devran.
Bilinmeze kesmiş, kim dost
Kim düşman,
Oysa otuz yıldır görmemiştik soframızda
Beş yüz liralık bir kalkan.
Haydi,
Avrupa insan hakları mahkemesi
Sizleri bekler
Memleketi, Cumhuriyeti
Bölünmez bütünlüğü
Şikâyet edin o sofradan.
Şatosundan kalesinden
Lâzımlığını boca ederken
Muhalif başınıza o batı,
Hayrat diye tapının düşman dışkısına
Ve o sırada cafcaflı şatafatlı,
Aciz yazarlarınız
Sıyırsın dibini aynı çanağın
Ki içinde ne kefaller var
Kalkan sandığınız.

"endüstriyel muhalefet çanağı"
j.ak
29 Ocak 2022
Paylaş

16 Aralık 2021 Perşembe

Ant

 

ANT

 

Yeniden tanışmak her uykuda,

Aynı kâbusla, aynı kâbusla

Antlar suçsuz yere mahkûm

Kefensiz yatan yoksulun

Kemik parmaklıklarında.

Korkular uçsuz yerlere firar

Deprem sarsıntılarıyla pompalanan

Yüreğinde yurdun.

 

Kımıldayamaz hâlde, bu beden felç

Uyku genç, zaman geç, ölüm genç

Çelişkiler yığını düğüm boğazlar içre

Bir saz örgüsü dipdiri, ses tellerinde

Ve iri taneli sözleriyle kaynıyor türkü

Dili kara, dili acı, dili sivri.

 

Ağıtların her dem kanlı olur yarası

Ölümünü bekler sinsi leşçi sürüsü

Ölmez olur hey dost ozan gözyaşı

Bilmez misin o beklemek sana nafile

 

Karabasan inmeli, çolak topraklar

Çorak yürekleriyle bekler

Bütün korkaklar

Sıraya girdi şimdi

Leş etiyle avunanlar

Akbabalar,

Çakallar,

Ve sonra sırtlanlar;

 

Bilin ki bu kâbusu tanıyanlar var

Helâlleşmez hiç kimseyle

Koskoca Dumlupınar

Korkuları ona gömdük

Dönmezler gayrı

Andımız var baştanbaşa

Al gelincik ırmağı.

Bilin ki onu hâlâ

Kana kana içeriz biz

İçmekle de kalmayıp,

Diz vuranlardanız biz.

 

 “Ant”

j.ak

3.Aralık.2021

SQUID GAME (KALAMAR OYUNU) - ÇÖZÜMLEME

 Netflix – Dizi - 2021

Yaratıcı: Hwang Don Hyug

Baş roller: Jung-jae Lee, Park Hae-so, Heo Sung Tae

Ülke: Güney Kore

Konusu: Mali kriz yaşayan ve bir şekilde sistem dışına çıkmış ya da çıkarılmış yüzlerce insanın akıl almaz paralar teklif edilerek bir “oyun” içine çekilmeleri, ancak ne var ki oynanacak olan bir dizi çocuk oyununun her biri sonunda, elenenlerin ölecek olmaları ve bu önemli ayrıntıyı bilmemeleri.

 

   Tüm dünyada izlenme rekorları kıran dizi filmin çözümlenmesinde, izlememiş olan dostları uyarmalıyım, film ilk sezonun sonuna kadar anlatılarak analiz edildi.

  

   Sekiz bölümden oluşan birinci sezonun ilk bölümü, kırmızı ışık yeşil ışık adını taşıyor. İlk bölümde yoksul insanların hayat mücadelesi karşısındaki çaresizliği çok çarpıcı görsel anlatımlarla sahneleniyor. Öyle ki, karşılarına paraya ilişkin sunulan teklif, sonu düşünmeden tüm kurbanları oyunun içine çekiyor. Başroldeki Lee Jung-jae kumar borçları yüzünden mafyanın eline düşmüştür ve çok düşünmeden bu gizemli oyunu kabul eder. Tüm kurbanlar toplam 456 kişidir ve kostümlerinin üzerinde numaraları yazılıdır. Oynanacak olan her oyun, çocuk oyunlarından seçilmiştir. -Çocukluk çağı oyunları, her insanın hafızasında saflığı barındırır. Hafızanın derinliklerinde temiz kalmışlığın neredeyse kalesi gibidir o bölüm. Yoksulun elinde kalan tek değeri, hafızasındaki tek tük çocukluk anıları da böylece kirlenecek ve canlarıyla beraber zenginlerin eğlence mezesi haline dönüşecektir. İçgüdülerimizin bile sermaye tarafından reklâmla ele geçirilip güdüldüğü bu sistemde, hafızada yer eden anıların bile istismarı, kayda değerdir.  Değerleri allak bullak eden bu başlangıç bölümünde, zaten kurbanlar yarı yarıya azalmışlar, birinci oyunu kaybedenler öldürülmüşlerdir.-

 

   Oyun içinde “asayiş” sağlayanların yüzlerini kapatan maskelerin üzerinde kare, üçgen ve daire simgelerini görüyoruz. Aralarındaki hiyerarşi bu simgelerle anlatılmış. Emir veren emri uygulayan ve ölüleri ortadan kaldıranlar. -Bu simgelerle Sony’nin ürettiği play station oyununda tanışmıştık. Sembol anlatım, bize onların da sistemin köleleri olduğunu vurguluyor. Sistem içi köleler, sistem dışı kurbanları gütmektedir.-

 

  Cehennem, şemsiyeli adam, takıma sadık kal, adil bir dünya, kanka, vip’ler, gemi aslanı olarak adlandırılan diğer bölümlerde, oyunun kurallarına ilişkin detaylar dikkat çekicidir. Oyunu locasından izleyen maskeli VIP’ler için daha cazip hale getirme amaçlı çoğunluk oylamasına bile rastlıyoruz. Çoğunluk eğer milyonlarca dolarlık ödülden vazgeçer ve canını kurtarmak isterse, oyun bitecek ve herkes eski yoksul haline geri dönebilecektir. Öyle de olur. Ancak 001 numaralı ihtiyar oyuncu 456 numaralı (başrol) oyuncusu da dâhil, vazgeçen herkesi yeniden kandırmayı başarır ve oyun yeniden sürdürülmeye başlar. Ne pahasına olursa olsun hırslara yenik düşme ve kazanma hırsı dramatik bir aktarımla antagonist çelişkileri ortadan kaldırıyor. - Oyun olgusuna ilişkin kuramcılardan Johan Huizinga’ya değinmek istiyorum. İdealist bir filozof olan Huizinga, hayvanlardan örnekler vererek, insanların da oyunu amaçsızca oynadıklarını iddia eder. Kuramını anlattığı kitabı Homo Ludens yani Oyuncu İnsan, adeta Homo Sapiens’in - Düşünen İnsan’ın ve Homo Faber – Yapıcı insan karşısına konur bu kitapta. Hayvanlar avlanmaya ve çiftleşmeye ilişkin içgüdüsel davranışlarını yansıtırlar oysa oyunlarına. Bu durum insanın da en derin içgüdülerinde yer alır elbette. Ama insan topluluklarına ve oyunlarına baktığımızda, pagan ayinlerinden tek tanrılı dinlere kadar sergilenen dini ritüeller olsun, savaşa ve günlük yaşam becerilerine ait olsun, düşünen insana ait içeriktedir. Savaşa hazırlık, yaşama hazırlık, inanç ve toplumsal yaşamın bütünleyicisidir. ‘Düşüncesizce’ değildir hiçbiri. Huizinga’nın düşüncesizce diye değerlendirdiği oyunlarda, mutlanmak, kardeşleşmek topluluğun bir parçası olmak gibi daha sayabileceğimiz pek çok unsur amaçsallık barındırır.-

 

   Oyuna yeniden dönülmüştür. Herkes yine aynı numarasıyla, kaybedenlerin öldürülmeleriyle sonuçlanacak olan oyun adasına geri getirilmiştir. Bu döngüde, oyuncuların tek başlarına olmaktansa takım halinde daha kuvvetli olacaklarını düşünerek birbirlerine nasıl tutundukları anlatılıyor ki, oyuncular içinde kaba kuvvetiyle dikkat çeken ve suça meyilli bir karakter dikkat çekiyor bu kısımda. Çünkü herkes bu mafyatik karakterle aynı takımda yer almak istiyor. Hiçbir takım tarafından kabul görmeyen bir kadın oyuncu, topluluğun en zayıf halkasıdır ve en güçlü karakter üzerinde dişiliğini kullanarak, onunla aynı takımda yer almayı başarıyor. Suça meyilli de olsa güçlüden yana tavır alma teması işlenmiş. Makyavelizm’in küçük topluluğa izdüşümü. Bir anda hapishane anlatımlarında rastladığımız koğuş ağalığı ve emir komuta zincirine doğal bir geçiş görürüz. Gerilimin çok yükseldiği bu kısımda oyunun adaletinden dem vurularak “survival of the fitest” (güçlü olan hayatta kalır) teması anlatılır ki, gerçek yaşamda adeta bir liberal kapitalizm dayatmasıdır bu.-

 

   Oyun devam ediyordur, bir gece ansızın bir kışkırtma sonucu, farklı takımların oyuncuları birbirine girer. Kızılca kıyamet koparken, bir anda ışıklar söndürülür. Karanlık, insanların korku ve panikle birbirlerine saldırma içgüdülerini ele geçirir ve gece, oyuncuların neredeyse yarısının daha ölümüyle sonuçlanır. –Anlarız ki bu kışkırtma da oyunun bir parçasıdır. Sosyal hayatın bire bir kopyasıdır. Provokasyon sonucu birbiriyle hiçbir düşmanlığı olmayan insanların birbirlerine nasıl bir anda düşman edildikleri ve ölümüne savaştıkları gösterilmiş.-

 

   Oyun ilerledikçe başkahramanın pek çok tesadüfler sonucu hayatta kalmasının, 2008 yapımı Slumdog Milyoner filmine bir gönderme, olduğunu düşünüyorum. Sadece tek kişinin kazanan olması, işin ucunda çok fazla para olması ve pek çok tesadüfün bir araya gelmesi gibi unsurlarıyla, bu filme bir selam gönderilmiş. –Bu tesadüfler zinciri, neoliberal kapitalizmin bir kişiyi nasıl da milyonlar sahibi yapabildiğini anlatmış. Sadece bir örnek, bir numune üzerinden milyarlarca insanın kandırılması ve vahşi bir sistemin içine itilmesi daha net anlatılamazdı.-   

 

   İki kişi arasında oynanacağı açıklanan misket oyunu için, insanlar bireysel olarak takım arkadaşı aramaya koyulurlar. Herkes yine en güçlüyle takım olma düşüncesindedir. En zayıf halka olan kadın ve zayıf olduğu her halinden belli olan ihtiyarla kimse eşleşmek istemez. Yarışmacı sayısı tek sayıdadır ve bir kişi açıkta kalacaktır. Kadın açıkta kalır. Kafasında simgeler olan silahlı adamlar onu götürürler. 456 numarayla, ihtiyar 001 numara, takım arkadaşı olurlar. 456 numaralı başkahraman dizinin en başından beri ihtiyar adama Amca demekte ve onu koruyup kollamaktadır. Bu koruma ve acıma duygularıyla amcasını yalnız bırakmamış ve ona birlikte oynamayı teklif etmiştir. –Buradaki koruma içgüdüsü aslında korunma içgüdüsüyle bir itişme içindedir. Kadına karşı tüm topluluğun tavrı W. Reich’in Faşizmin Kitle Psikolojisiyle açıklanabilirken, 456’nın ihtiyarı eş olarak seçmesini, koruma ve korunma itişmesinde şuura çıkmış bir mantıkta görürüz. Salgında da yaşlılarımızı korumak için onları yalnızlaştırmıştık, filmde sanki yalnızlaştırmamak gerektiğine yönelik bir serzeniş sezdim ki, şuur içgüdünün önüne çıkartılmıştı.- Misket oyununda aynı takımda yer alan iki kişiden kaybeden diğeri öldürülür. 001 numaralı ihtiyarın gidip gelen aklı yüzünden 456 numaralı oyuncu oyunu kaybetse bile, ihtiyar ona son misketi verir ve “kanka değil miyiz?” der. Bir el ateş sesi duyulur…

 

   456 kişiden çok az kişinin kaldığı sondan ikinci oyunda, yine başkahramanımızın tesadüf eseri seçtiği son numara, aslında onu sonunculuğun avantajıyla kurtaracaktır. Üç kişi kalmışlardır artık. -Burada Huizinga’ya dönmek istiyorum. Oyuncuları tanımlarken, oyun içinde kuralları ihlâl eden etik dışı davrananı ‘mızıkçı’ olarak adlandırırken, oyunu tamamen bırakıp gidene ‘oyunbozan’ der.- Üç kişiden biri başkahramanımızdır. Biri onun mahallesinden, küçükken squid game’i (kalamar oyununu) birlikte oynadığı biridir. Fakat bu adam sistemin “doğrularıyla” yetişmiş, iyi üniversitelerde okumuş bir beyaz yakalıdır. Büyük paralar kaybetmiş, diğerleri gibi avare olmayan bir karakterdir. Başkahramanımız ne kadar tesadüf bir biçimde sona kalmışsa, bu karakter bir o kadar mızıkçılıkla ve etik dışı davranışlarıyla sağ kalabilmiştir. Üçüncü kişi bir kadındır. Oyundaki ilerleyişi hep kenarda köşede sinsice takipleri sayesinde mümkün olabilmiştir. Sistemin köleliğine karşı durmanın yolunu fırıldakçılıkta bulmuş ama hep eline yüzüne bulaştırdığı için sistemin tipik bir kaybedeni durumuna düşmüştür. Beyaz yakalı, son oyunda yaralanan kadını yine etik dışı bir şekilde ölüme terk eder ve final oyununu başkahramanımızla oynamaya “hak” kazanır.      

 

   Finalde iki oyuncu acımasız bir rekabetle birbirlerine saldırır ve öldürmeye çalışırlar. Beyaz yakalıyla başkahramanımız arasında son ana dek süren mücadelede nihayet başkahraman yerde canıyla cebelleşen arkadaşına oyundan çekilme kararını açıklar. Ama beyaz yakalı elindeki bıçakla dramatik bir şekilde kendini öldürür. –Finalin dramatikliği sistem içi beyaz yakalının diğerine “sen oyunbozanlık edemezsin, sınıfım gereği burada kararı ben veririm ve mızıkçılık yaparım” mesajıdır adeta. Oyunu bozmaya yönelik girişimlerin sonuçsuz kalacağına dair kaderci bir anlatım görüyoruz. Ayrıca Kuzey ve Güney Kore olarak bölünmeye dek gitmiş olunan iç savaşa (kardeş kavgasına) da göndermelere tüm sezon boyu ara ara gözümüz ilişiyor. -

 

   Kahramanımız banka hesabında parayı görür görmesine ama mahalle arkadaşının annesine ve en son ölen kadının küçük kardeşine verdiği bir bavul paradan başka kendisi için hesabın tek kuruşuna dokunmaz. Şeker hastası anasını evde ölmüş olarak bulur. Onu ameliyat ettirmeye yetişememiştir. Tüm bunların üzerinden bir yıl geçer. Bir çağrı alır. Arayan 001 numaradır ve makineye bağlı yaşıyordur. Onun asıl oyun kurucu olduğunu öğrenir. Oyunun içinde olmanın izlemekten daha eğlenceli olduğunu söyler ihtiyar ona. Bunu duyunca daha da yıkılır kahramanımız. Son kez bir iddiaya girerler. Binanın altında duran ve donarak ölmek üzere olan adama biri gelip yardım eder ve onu kurtarırsa kahramanımız ihtiyarı öldürecektir. Tersi olursa ihtiyar onu… Saatler geçer, aşağıdaki adamı kurtarmak için bir araba durur. Başkahraman ihtiyarı öldürmek için hamle ettiğinde bakar ki ihtiyar kendi fişini kendisi çekmiş.

-Oyun kurucuların her tür mızıkçılığı yapma hakları olduğunu, oyunu bozmanınsa imkânsızlığını izlediğimiz bu sekiz bölümlük serinin ikinci sezonu olacak mı bilmiyorum. Ama başkahraman, küçük kızının yanına giderken kendisini kandıranın başka kurbanları da kandırmaya çalıştığını görünce, gitmekten vazgeçip uçağa binmediğine göre, kalıp bu VIP’lerle savaşma kararı almış olmalı. Saçlarını savaşı sembolize eden kırmızıya boyatmasının da tesadüf olmadığını düşünüyorum.-

 

Kaynaklar:

Metin And - Oyun ve Bügü,

Johan Huizinga - Homo Ludens,

W. Reich - Kitle Faşizm Psikolojisi

 

Jale AK

KADANS

Memlekette olup bitenleri şu sıra bisikletteki yüksek kadansa benzetiyorum. Hep gerilim, hep yüksek performans, hep bir yokuş yukarı ve sert vitesle zincir kırma eğilimlerinde görüyorum maazallah. Hem de iktidarıyla muhalefetiyle. Hazır örneği bisikletten vermişken sayın iktidar ve muhterem muhalefet sanki tandem bisiklete binmişler. Öndeki bir veriyor kadans ayarını, takım eşi aynı performansla uçuyor. Tandemler yarışıyor. Aynı dinin aynı mezhebinin başka başka yollarının takdimi tebliği ve en asil duyguların savunuculuğu için yarışıyorlar. Bu ulvi ve yüksek hissiyatlarından zerrece kuşkumuz yok tabii ki. Hani bizim endişemiz zincir kırılmasın, yolda kalmasınlar/kalmayalım gibisinden.

 

Performans bu, bir açıldı mı tutamazsın artar da artar. Bunun da adı “zirve”dir. Zirvenin de zirvesi, limitsiz bir atılım. Zaten ne diyordu modern olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin? “Daima en hızlı, en yükseğe, en uzağa” En en en derken, dediğinin saçmalığını kendi de anladı ve sporcuların da can taşıdığını, insan bedenini sınırsızca zorlamanın ölümlere yol açtığını görüp, üzüntüsünden inzivada geçirdi ömrünün son demlerini. Nihayetinde yüz metre 1 saniyede mi koşulacaktı? Yüksek rekoru Everest mi olacaktı yani? Uzun atlamada ekvator mu dönülecekti? Her şey bir yere kadardı. Çünkü insan bu işte ne kadar da zirve sporcusu olsa, son yıllarda farklar hep milimetrik.

 

Ama bizim siyasete bir bakıyoruz, hiç öyle mi? Bir kere asla milimetrik değil bizde rekorlar. Hatta milimle santimle metreyle ölçülemez. Fersah fersah böyle. Vallahi Coubertin sağ olsa kesin bizim büyüklerimizi, kanaat önderlerimizi kıskanır ve bu klasmanda dünya çapında bir organizasyona imzasını atardı. Biz Türk Milleti olarak ne şanslı ne mübarek bir milletiz ki, hissiyat kadansında da birinciliği kimselere bırakmadık. Peygamberliğe kadar götürdük işleri.

 

Voltaire (François M. Arouet)’in Candide eserini okuyanlar çoktur ama okumayanlar için çok kısa, Candide kahramanımızdır iyimser kahraman. Arkadaşlarıyla dünyayı gezer. Ama bir olumsuz bir de kötümser karakter vardır üç kişiler. Fransa’da tutuklanırlar, Portekiz’de öyle olur, şurda böyle olur bir türlü bir tutunamamakla sürüklenen hikâyenin sonunda kahramanımız Candide Türklerin yurduna gelir ve burada bir dervişle tanışır. Derviş ona “Bahçemizi yetiştirelim” deyince Candide hayatın anlamını bulur.

 

Hikâyedeki açarımız bahçemizi yetiştirelim mottosu sublimasyonun dibidir tabii. Emek, insanı her tür kötü alışkanlıktan uzak tutar minvalinde bir öğreti ve içersinde pek çok ironi ve didaktik öğreti vardır. E haliyle öyle olacak 18.yy neticede.

 

Bu hikâyeyi düşününce “heh” diyorum “tam bizim siyasilerimiz ve dini kanaat önderlerimiz gibi.”

 

“Bizim şimdiki güncel dervişlerimiz de bahçelerini yetiştiriyor” diyorum. Tabii toprak erozyona uğruyor fıtratı gereği, o yüzden şimdiki bahçeler okyanustaki gemiler, hasat, pudra şekeri. Olsun. Volteire de yaşasa görse ve yeniden yazsa, Candide’i yine de Türk dervişlerine emanet ederdi. Hele yeni peygamberimizden haberi olsa kim bilir o da Coubertine gibi nasıl hislenirdi. Zaten dünya bizi boşuna kıskanmıyor. Kadans çok, limit yok!

 

***

 

Ama Volteire filan dedim ya, aklıma onun Bababec adlı kısa hikayesi de düşmedi değil.

 

Neden diye sormayın, Bababec işte. O hiç bizim gösterişli din tebliğcilerimiz gibi değil, bmw’si, gösterişli cübbeleri, gemileri, bin apartman dairesi filan yok. Bilakis. Anadan üryan çivilerin üstüne oturmuş boynuna kapkalın zincirleri vurmuş, ööyle, saatlerce ermenin, göğün otuz beşinci katına yükselmenin bilinciyle esriyor. Evet, örneği Hindistan’da geçen bir hikâyeden vermiş olabilirim. Diyeceksiniz ki yahu burası Türkiye, sen ne Hindistan’ı zırvalıyorsun?” Aaa öyle demeyin bizim peygamber iddiasındaki dervişimiz, “Ben” diyor, “seçilmişim İrfan Abi” diyor. “Bu seçilmiş insanlardan, Budistlerde de var, Musevilerde de.” Yani işte sırf bu yüzden Bababec’ten verdim örneği. O da Brahman. Gymnosophistler, Janguisler hep aynı öğretinin kademeleri. Kitapları Shasta, Asya’nın en eski kitabı Zend’den bile eski…

 

Bababec adlı hikâyede Omri karakteri, üreten çalışan, komşuluk ilişkilerinde aile ilişkilerinde arkadaşlık ilişkilerinde on numara bir adam. Çocuklarına da çok iyi davranıyor hatta, kafalarını okşuyor vurmuyor diyeyim. Tatlı dilli güler yüzlü bir adam. Ama böyle olmasına karşın Bababec ona öldüğünde göğün ancak on dokuzuncu katına kadar çıkabileceğini, çünkü hayatında bir kez bile derisine çivi batırmadığı için bundan fazlasına zırnık yükselemeyeceğini söylüyor.

 

Neyse, Omri, allem eder kellem eder, bizim Bababec’i “normal” şartlarda yaşamaya ikna edip evine getirir. Bababec banyosunu yapar tertemiz giysiler giyip güzel kokular sürünür. Halinden memnundur. Ama günler geçtikçe bir de bakar ki önünde kuyruklar olan, sırf kendisinden iki çift feyizli lâf işitmek için akın akın huzuruna koşan insanlar bir anda puf diye uçup gitmiştir etrafından. Zenginleşince saygınlığını yitirmiştir halk nezdinde yani kısaca. Ama Bababec böylesi bir önemsizliği kendine yediremez ve derhal üstündeki elbiseleri çıkarır, zincirlerini dolar boynuna ve çivilerinin üzerine geçer oturur yeniden. Ve eski saygınlığını kazanır.

 

Bizim buralardaysa durum bunun tam tersi işte niyeyse artık?

 

Bizim dervişler, âlimler siyaset ve kanaat önderleri nedense zenginleştikçe onlara saygı artıyor. Ne kadar az çalışıyorlarsa o kadar hürmet görüyorlar, ne kadar pahalı saatleri, yüzükleri, arabaları ve kaç bin apartman daireleri varsa, hep ama hep doğru orantılı olarak artıyor kitleleri, gelen gidenleri. “Bahçelerini yetiştiriyorlar” acaba ondan mı? İhaleler, gemiler, pudra şekerleri…

 

Artık bahçemizde bunlar yetişiyor çünkü. Başka ürünler var mı benim kulağıma çalınan hasatlar bunlar. Domates biber ekelim desek öyle bir bahçemiz de kalmadı artık. Zira seralarımız yaylalarımız ormanlarımız yandı gitti. Ama olsun, son model dervişlerimiz âlimlerimiz ve hatta yepyeni peygamberimiz bile var.

 

Tek sorunları kadans işte. Onun ayarı da, bir tuttu mu var ya, ohoo uçarız  cümleten.

 

Jale AK

6. Eylül.2021

 

 

 

 

EDEBİYATIN JEO-POLİTİK DOMALANLARI

 Domalan sözcüğünü sakın müstehcen algılamayınız, domalan mantar demektir halk dilinde. Hani yağmur sonrası pıtır pıtır biter ya toprakta, onun adıdır işte domalan. Zehirli domalanlar vardır yerseniz eyvah! Zehirlilerini artık tanıyoruz, yemiyoruz. Bir de zehirsiz domalanlar var. Beyaz apak pamuk gibi. Onları afiyetle yiyebilirsiniz zararsızdırlar. Haşlaması mide bulantısı yapar. Bol yağlanıp fırına verilmişi makbuldür, üzerine de bol kaşar… Kaşar-domalan, en sevdiğimdir.

Jeopolitik nedir peki? Emektir jeopolitik. Gülmeyin çok ciddiyim. Bu sözcük ilk kimler tarafından ittirilmiş dünyaya? Bilen biliyor tabii de, ben bilmeyenler için anımsatayım, ilk Almanlar kullanmışlar. Sonra da İngilizler kullanmışlar bu sözü. Kolonyal dönemin önemli bir politik kavramıdır. Rusları sıcak denizlere çıkarmamak, Baltık denizine ve Karadeniz’e hapsetmek amacıyla güneye ve doğu-batı eksenine yatay ve dikey harita hatları belirleyip, tampon bölgeler oluşturmuşlar ve bu amaçlarını diri tutmuşlardır. Neymiş? Emekmiş jeo-politik. Bizim memlekette edebiyat yapanların da işte böyle jeo-politik emekleri ve emelleri olduğunu görüyor ve seziyoruz. Bol kaşarlı domalan ordusu, Türk Edebiyatı karşısına, ‘Türkçe Edebiyat’ı koymuşlar ve bu kavramı tartışmaya açmışlar.

Jeopolitik; kavramsal olarak öyle bir hâl almıştır ki sonraları, gücü gücüne yetene zor gücüyle, yetmeyene ise taş atarak/attırarak serpilen bu sömürü düzeni siyasi dilinin vazgeçilmez kavramı haline gelmiştir.

Ancak ne var ki bu kavramın karşısına ekonomi-politik kondu XVII. Yüzyıl başlarında. 1615'te Fransa'da Antoine de Montchretien’in yazdığı, Siyasal İktisat İncelemesi (Traite de l'economie politique) adlı kitapta yer aldı. Marks bu kavramı jeo-politik siyasi bakışa karşı kullanmıştır. Çünkü jeo-politik hamlelerin önüne hep, “neden?” sorusunu koymak gerektiğini düşünmüş ve asıl gerçekliğin burada yani ekonomide olduğunu vurgulamıştır kuramlarında. Siyasete sol taraftan bakmanın adeta ön koşuludur yani, diğer bakış açısıyla eşzamanlı, ekonomi-politik bir açı.

Gelin görün ki kendini çok sıkı sosyalist diye pazarlayan bir takım ‘edebiyatçı’ tayfa ki biz bunlara kısaca Cihangir tayfası diyoruz, adeta sömürü diliyle memlekete bir ‘Türkçe Edebiyat’ kavramı sokmaya çalışarak, örneği de Belçika’daki Fransızca edebiyattan verme gafletinde bulunuyorlar. Efendim Belçika’da Fransızca Edebiyat deniliyormuş. Yani Fransız olmamasına karşın Fransızca konuşulan kantonda, Fransızca Edebiyat yapılıyorsa, Türkiye’de de Türk olmayanlar ‘Türkçe Edebiyat’ yaparmış. Bu edebiyatın jeo-politik domalanlarına sorarım, aynı kavramı Fransa’da, Almanya’da hâşâ Rusya’da –tövbe bismillah- kullanabilirler mi acaba? Düşünsenize Kırım Türkleri Rusça Edebiyat kavramıyla zilleri takmış oynuyor. Ya da örneği daha bizden verelim, Güney Azerbaycan’a Tebriz’e gidelim. Bu çağın deli divanesi, büyük destan şairi öz be öz Türk Şehriyar, ‘Farsça Edebiyat’ mı yaptı? Bunu İran’da söyleyin de sıkıysa, recmetsinler sizi oracıkta. Tüm şiirlerini Farsça yazmış olan büyük şair, İran Edebiyatı’nda önemli bir yere sahiptir. Sadece “Haydar Baba’ya Selam” destanını Türkçe yazmıştır. O bir Türk şairidir ama İran Edebiyatı’na da aidiyeti vardır, kullandığı dil sebebiyle, Türk Edebiyatına da dâhili vardır büyük destanı ve ruhu sebebiyle.  

Şimdi gelelim Türk Edebiyatı ve ‘Türkçe Edebiyat’ kavramlarına.

‘Türkçe Edebiyat’ diyenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartır ve onu sadece biçim üzerinden tanımlar. Bir nesnenin o nesne olmasının en önemli alameti başka bir nesne olmaması, yani Rus Edebiyatı olmaması, Fransız Edebiyatı olmaması veya Amerikan Edebiyatı olmamasındandır… Ve bütün bunlar olmadığı için Türk Edebiyatı olmasıdır. Diyalektik bunu gerektiriyor öyle değil mi?

‘Türkçe Edebiyat’ kavramında ısrar edenler, Türk Edebiyatını nesnesinden kopartarak, onu güç aldığı, beslendiği, kendi doğasından, ateşinden, Kurtuluş Savaşından, Yunus’undan, Pir Sultan Abdallarından, yani kendi doğasından, toprağından kopartarak, onu tartılabilecek, ölçülebilecek hale getirerek, vikipedileştirmeye çalışmaktadırlar. Oysaki bir edebiyat, yalnızca gramatik, orfografik manzumeler bütünü değildir. Edebiyat bir halkın ruhudur, maneviyatıdır, aşkıdır, nefretidir, ayrılığıdır, hasretidir, gözyaşıdır, var oluşudur, can suyudur.

Bir kavramı nesnelliğinden kopartıp sadece biçime indirgeyen ideoloji düpedüz operasyonalizmdir. Operasyonal davranış pozitivizmi, pozitivizm ise idealizmi beraberinde getirir. Zaten biz neoliberal solun Y-CHP ve HDP ile birlikte, tarikatlarla olan ilişkilerini görmüyor muyuz? Nesnellikten kopuş nedir? Türk Edebiyatı göklerde oluşmadı ki. Hayal dünyasında da oluşmadı. Türk Edebiyatını oluşturan, belli tarihi koşullardır ve tüm bunlardan kopuk değildir. Onu bu tarihi koşullarından soyutlayarak kopartmak pozitivistlerin başlıca görevidir. Bu düşünce sistemi diyalektiğe aykırıdır.

“Bir milli edebiyat her şeyden önce evrensel konuların bu toprağa, bu topluma ait özelliklerini bu toplum üzerinden tasvir ederek, aynı zamanda dünyaya yansıtması demektir. Nazım Hikmet’in Kuvva-i Milliye Destanı her ne kadar Rusçaya, Çinceye, İngilizce’ye ve Hintçeye tercüme edilse de Türk Edebiyatı’na aittir. Çünkü Rusların da Çinlilerin de Amerikalıların da Hintlilerin de zamanında verdikleri kurtuluş savaşlarını, o destanla mukayese etme ve Türklerin verdiği mücadeleyle özdeşleşme imkânı sağlar. Böylelikle halkların irticaya karşı verdikleri evrensel mücadeleyi yansıtan edebiyatların, Türkiye’ye ait olan kısmına Türk Edebiyatı denir.” (Vüqar Xezaralı)

Türk Edebiyatı ne demektir anlatıyoruz ama, birilerine daha Türk kimliğini bile bir türlü anlatamadık ve anlatamayacağız. Türk kimliğini etnisiteye indirgemeye çalışanların sağır kulaklarına daha fazla bağıracak değiliz. Biz sadece sol tandans üzerinden yola çıkanların, çıktıkları o yoldaki sefaletlerinden ve çelişkilerinden bahsedebiliriz. O çelişkilerle kendilerine nasıl bir jeopolitik rol verildiğinden ve bunun da düpedüz bir sömürü dili, operasyonal bir dil olduğundan dem vurabiliriz. Kalkmışlar üç kantondan oluşan Belçika üzerinden vermişler örneği. Türkiye’de kaç kanton var? Hiç. Kaç kanton olsun isterdiniz? Üç? Beş? Nece Edebiyat olsun başka meselâ? İşte bu kullanılan dil bölücü bir dildir. ‘Türkçe Edebiyat’ kavramı adeta havada asılı bırakılmış, tarihten, coğrafyadan, kültürden ve her şeyimizden arındırılmış kuru, soluksuz ve ölü bir kavramdır. Bizlerse Türk Milletiyiz ve hâlâ yaşıyoruz, yaşayacağız. Bir karış toprağımız da dilimiz de edebiyatımız da kimsenin sofra mezesi, canı öyle istedi diye küçültebileceği, eğip bükebileceği, nesnelliğinden kopartabileceği unsurlar ve kavramlar değillerdir. Herkes aklını başına alsın, biz daha ölmedik.

 

Jale AK

29.Kasım.2021

 

POST-KOLONYAL KÜLTÜREL BOMBA: “NOBEL”

 


Kimdir Abdulrazak Gurnah ve ona neden Edebiyat dalında Nobel ödülü verilmiştir?

Aslında ‘Nobel nedir ve neden verilir?’ sorusuna takılmışımdır yıllardır. Sömürü siyasetinin, diğer alanlardan çok daha fazla, sanat üzerinden ve sanatın en etkin dalları olan edebiyat ve müzik üzerinden yürütüldüğü aşikârdır. Böyle olmasına karşın biçim üzerinden gidilerek, “ay ne şaheser gitar solosu o öyle” ya da “ahh o nasıl bir hazan tasviridir mirim” denilerek bunların çok yüksek edebiyat, çok yüksek müzik, hatta öyle yüksek ki, mazmunu yani içeriği eleştirmeye kalkıştığınızda maazallah ‘sanattan anlamayan’ hatta ‘körkütük cahil’ olarak adlandırılmanız kaçınılmaz olacaktır. Yani biçim biçim biçim. Ötesini incelemeye gerek yoktur Nobel’i verenler ve o ödülleri parlatanlara göre. Koskoca Nobel ödülünü almış deyip, susturuverirler insanı. Onaylanmışlığın beynelmilel mührüdür bu ödül. Eleştirilmezliğin görünmez kilidi, dokunulmazlığın mor renkli kaftanıdır. Orhan Pamuk’un da babaannem dediydi’den ibaret tarihi(!) romanı, eleştirilemez olmamış mıydı? Biz eleştirdik tabii. Tarihi belgeleriyle ispatlıdır ki Ermenilere soykırım yapılmamıştır. İçerik olarak yalan yanlış olmakla kalmayan “eser”, biçim olarak da pek bir ahım şahımlık taşımamaktadır. Ama sömürgeci siyasetin Nobelcileri kendisini derhal tescillemiş, ödülünü vermiş ve böylece kitabındaki içeriği de bu yolla herkeslere bir güzel ittirmiştir. Sıkıysa eleştirin. Sıkıysa tek bir laf edin.

Aklıma Şener Şen, Uğur Yücel ve Osman Cavcı’nın başrollerini oynadıkları Muhsin Bey filmi geldi şimdi. Filmde taşralı bir türkücü (Uğur Yücel) için türkü kaseti yapmaya çalışıyordu Muhsin Bey rolündeki Şener Şen. Ses yarışmasına sokar ilkin o genci. Ama bir de öğrenilir ki yarışma şikeli, birinci çoktan belli… Derken akıllarına parlak(!) bir fikir gelir: “Neden bir yarışma organize etmiyoruz?” Yarışmayı kendimiz organize edersek, birinciyi de kendimiz seçeriz diyorlar yani kısaca. Neyse, giriş kısmını bu kadar uzatmamın tek sebebi, bu türden ‘dünya çapında’ ödüllerin hangi amaca hizmet ettiğine yani içeriğine bakmanın önemine dikkat çekmek istememdir. Biçime bakmak kolaydır nispeten. Dili, üslubu, pek yükseklerdeki edebi değeri vs…

***

Abdurrazak Gurnah, 1948’de, Almanların ve İngilizlerin kolonyal sömürüsüne maruz kalan doğu Afrika’da,  Zanzibar’da doğmuş, Tanzanyalı bir edebiyatçı. 1968’de İngiltere’ye göç edip, üniversite eğitimini İngiltere’de tamamlamış ve eserlerini İngilizce yazıyor. Kitapları arasında ‘Cennet’ (1998) Adam yayınlarından, diğerleri ( Terkediş – 2016, Son Hediye – 2017, Sessizliğe Hayranlık – 2018, Deniz Kenarında – 2021, Kumdan Yürek – 2021) İletişim yayınlarından Türkçeye çevriliyor ve yayımlanıyor. İlginçtir ki Nobel ödülünü alana dek, pek tanınan okunan bir edebiyatçı olmamasıyla biliniyor.

Amerika ve Avrupa, mızrak çuvala sığmamaya başladığında ne yapar çok iyi biliriz. Derhal siparişlerini verir ve yaptıklarının ört-bas edilmesi için kolları sıvar, kendisini suçlamayan yumuşak geçişlerle ve “yüksek edebiyatla” bezenmiş eserlerle bir güzel el yüz yıkar. Bir de bakarsınız suçlular, vahşiler, gerçek barbarlar temize çıkartılmış. Hem de kim tarafından? Tanzanyalı bir yazar tarafından. Ben burada edebiyatın çıtasının yüksekliğiyle değil, temize çıkma öyküsünün kurnazlığıyla ve tüm dünyanın nasıl aptal yerine konduğuyla ilgileniyorum. Post-kolonyal terbiyesizliğin ve ikiyüzlülüğün boyutlarıdır beni alakadar eden.

Göç, kimlik meseleleri, etnik farklar vs… Kitaplarında derinlemesine işlediği meselelere ve bu anlatılara bizim ülkemizde kimlerin “sahip çıktığına” bakınca, zaten konuyu çiğneyerek ağzınıza vermek düşüncesinde değilim. Kimlerin kim ve ne oldukları, herkesin malûmu. Örneğin İletişim Yayınları’nın kurucusu Murat Belge, AKP’nin açılım sürecinde, akil adamlar listesindeydi. Balyoz Ergenekon diye adlandırdıkları davalar sürerken, görevinden alınıp hapsedilen amiraller için; “Daha karpuz kesecektik” manşeti atan Taraf Gazetesi’nde yazıyordu, Birikim ve T24’te de düzenli olarak yazıyor.

***

Batı Roma İmparatorluğu’nu büyük kavimler göçü yıkmıştı. Bu yıkılışta latince kökenli ‘foederati’ unsurunun rolü büyüktür. Sözcük anlamı müttefiklik olan foederatiler (müttefikler), Roma’nın sınırlarında savaştığı ve talan ettiği bölgelerdeki “barbarlar” tayfalarından oluşuyordu. Sınırlardaki bu sürtüşmeler Gotlarla -Vizigotlar, Ostrogotlar-, Vandallarla (Cermen tayfaları), Slavlarla, Gepidlerle, Lombardlarla, Franklarla sürüp giderken, nihayet bu unsurlarla bir takım anlaşmalara varıp, onlara sınır güvenliklerini korumaları karşılığında para ve toprak vermişlerdi. Bu bölgeler birer foederatiydiler. Yani şimdiki adıyla federasyondu. Önceleri bu müttefiklik Batı Roma sınırlarında bir korunma kalkanı gibi düşünüldüyse de, sonradan tampon görevi görmekten vazgeçmişler ve arkalarından gelen diğer “barbarlarla” birleşip Roma’yı yıkmışlardır. Kendini Roma’nın mirasçısı sayan batı, bu sihirli tarihi bilgiyi hiç aklından çıkartamıyor olsa gerek ki, şimdiki sömürü sistemini bu foederatiler (sözde müttefiklikler), yani federasyonlar üzerinden, başka ulus devletlere güzelce kakalama rolünü üstleniyor.

Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık gibi kavramları, neoliberal ekonomik açılımımızla ve kayıt dışı yedek işçi ordusuna aç gözlü burjuvazimizin, iştahla ihtiyaç duymasıyla beraber öğrendik. Eskiden toptancı yaklaşımlar sergilediğimiz, bir sözcükle geçiştirip, mülteci ya da göçmen dediklerimizin hangisi sığınmacı, hangisi göçmen işçi ve hangisi mültecidir artık gayet iyi biliyoruz. Burada resmi statülerini ön plana çıkartmaksızın anlatmak istediğim, bu insanların o veya bu sebeple kendi yerlerinden yurtlarından ayrılmış oldukları ve kendi yurdunda yaşayamayan insan sayısının dünyada aşağı yukarı 600 milyon kişi civarında olduğu gerçeğidir. Ve tıpkı Batı Roma’da köleler üzerinden elde edilen artı değer gibi, şimdinin artı değeri de bu görünmez yedek işçi ordusundan yani göçmenler üzerinden çıkarılmaktadır. Roma İmparatorluğu’nda yerli ahaliye sadece ekmek veriliyordu ve onlar hiçbir iş yapmıyordu. Sadece arenada gladyatör dövüşlerini izleyerek içgüdüleri sömürülüyordu. Şimdi de göç alan yedek işçi ordusu çalıştıran (biz de dâhil) ülkelere baktığımızda yerli halkın –ekseriyetle- hiçbir iş yapmadığını görüyoruz. Fransa’daki sarı yelek hareketi bu sebeple gerçekleşmiştir. ‘İşten boşa çıkma’ durumu Avrupa’da nispeten daha fazladır zira.

***

Post-kolonyal edebiyatın ‘kırık aynası’ denilmiş Birikim dergisinde Abdulrazak Gurnah için. Ve sömürü karşısında ajitasyon yapmadığı için alkışlanmış. Yani sömürüye karşı bir duruş sergiliyorsanız, bu ajitasyon olmuş oluyor. Batı, sizin ülkenizde foederati kurma çalışmaları yapabilir. Ajite etmeye gerek yoktur bunlara göre. Birikim dergisi Gurnah’ı, “Kimliklerin etrafındaki tel örgülerin kalktığı, dilsel ve ulusal sınırların kaybolduğu bir dünya umudunu simgeliyor” şeklinde parlatırken, Acaba İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkeleri için de aynı şeyleri dile getirebiliyor mu?  Bu post-kolonyal yedirmeyi sporda da görmüyor muyuz? Adı Fransız Milli Takımı ama oyuncuların tümüne yakını Afrika kökenli. Shakespeare de, yazdığı oyununa Afrika kökenli Othello’yu tesadüfen koymamıştır herhalde.

 

Nobel ödüllü Abdulrazzak Gurnah’ın kitaplarını okurken bu pencereden bakmayı da unutmayınız.

Sevgi ve dostlukla.

Jale AK

Tenhayım

 tenhayım gittin gideli

ne devrimlerimi anlatabiliyorum,
ne uzun yol çeyizlerimi kimselere
nasıl da kolaylamıştım seni uğurlamayı,
mutfaktaki çanak çömleği
kolilerle toparlamayı
"kelle paça iç yola giderken
bulaştırma köhne eve kahvaltıyı."
o eski tarihli gazetelerin boyaları
bulaştı hep ellerime,
son çayları içiyorduk o sıra
mutfak taburesinde
ellerimi yıkadım, kara boyalar
arındı ellerimden,
eski tarihli varlığın sinmişti içime
çıkmazmış ne bileydim o senler
bencil yüreğimden.
bilsem çünkü
güle oynaya göndermezdim seni
bilsen çünkü
ben bir yoldaş kaybettim
ki gel.

"tenhayım"
j.ak
13 Aralık.2021
Nejla Sayılı için...