Düşmek en büyük korkulardan biriymiş. Konuyla ilgili değişik değişik yorumlar vardır ama benim aklıma en çok yatanı en bilindik olanıdır. Şöyle ki; Evrilme sürecinde ilk insanların vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç tepelerinde uyumalarının zorunlu olması ve uyku sırasında da ağaçtan düşmesinin kodlanmış bir genetik bilgi olduğu tezine inanırım. Zira paraşütle atlarken ilk atlayış son derece ürkütücü ve zordur. Ancak ne var ki sonra sonra düşmekle ilgili kaygıları bir yana bırakır içinde bulunduğunuz derin boşluk ve orada geçirdiğiniz belki sadece üç ila dört dakikalık düşüş ve süzülüş zamanında ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunuz gelir aklınıza. Aşağıdaki insanları bu süre zarfında özlemek sizce de garip değil mi? Ama o tek başınalık çaresizlik ve aciziyet başlı başına bir durumdur.
Belki paraşüt değil ama her insanın en az bir doğa sporunu yapması gerektiğini düşünürüm. En azından bir kamp. Dağ tırmanışları da olabilir, çünkü “ben” dürtüsünün ister istemez yitip gittiği alanlardır buraları. Yanınızda gerçekten güvendiğiniz ekip arkadaşlarınız yoksa vay halinize. İş bölümü ve kolektif davranış konusunda değerli bir eğitim alanıdır doğa.
Takım sporları konusunda da durum buna benzerlik gösterir aslında. Oyun kurucular, forvetler, sayı yapan adamlar… Doğadaki acizlik yoktur ama kolektif davranışın belki de en temel öğretilerinden biridir takım sporları ve çocuk yaşlarda başlamayı gerektirdiği için bu bilinçle derlenir ve toparlanabilir hayat denen koşudaki algılayış. Ola ki zaten herhangi bir branşın uygulayıcısı olabilmiş insanların seyirci pozisyonuna geçtikleri zaman deli danalar gibi tribün tezahüratları yapmayıp sadece oyuna odaklı bir izleme güdüsünde olduklarını, küfretmeyip iyi hareketleri alkışladıklarını görürüz…
Ben bunları neden mi anlatıyorum şimdi? Anlatıyorum çünkü insan doğayı gözü görmeyecek kadar vahşileşmiş, topluca hareket edemeyecek kadar da bencilleşmiştir günümüzde.
Modern çağ ve teknoloji diye insanların önüne konanlar birer nimet olmanın ötesine geçeli uzunca bir zaman oluyor ki o önünde acizlikten kıvrandığımız doğa çoktan kirlendi ve kapitalist sistemin dayattığı tüketim unsurlarıyla da bizler çoktandır, biz olmaktan, takım ruhuyla düşünmekten geçtik, sadece ben olduk.
Ben ve doğa deyince aklıma şu an bir belgeselde izlediğim zebra sürüsü geldi. Belgeselde zebra sürüsü bir nehirden geçmek zorundaydı ve o nehir timsahların o geçiş sırasında orada avlarını bekledikleri türden bir nehirdi. Derken bir timsah zebra sürüsüne rastgele bir hamle gerçekleştiriyor ve tabii ki içlerinden birine dişlerini geçiriveriyordu. Diğer zebralar da olup biteni sadece izliyordu. Doğada neredeyse canlı türlerinin çoğunluğunda varolan davranış, sürü psikolojisi ile hareket etmeleri olsa gerek. İzlerken sürüler halinde, saldırırken sürüler halinde…Ancak edinilmiş genetik kodlar doğrultusunda içgüdüsel güzelliklere de rastlamıyor değiliz doğada. Mesela yaban kazları hem kolektif bir bilinçle V şeklinde göç ediyorlar ve türbülansın sağladığı akımı değerlendiriyorlar, hem de yolda yoldaşlarından biri yaralandığı zaman içlerinden ikisi onun iyileşme sürecinde yalnız bırakmayıp ayağa kalkmasında yardımcı oluyor… Bununla beraber göç yolunda kendi gruplarına katılmak isteyen başka yaban kazları olduğunda da asla grup dışına itmeyip, bir arada yol almaya devam ediyorlar.
İnsanlar biz olmaktan geçti geçeli mâlesef ilkellikte sınır tanımayan sürüler halinde izleme sendromuna demir atmış durumdadırlar. Saldırırken sırtlanlar gibi saldırmak, içlerinden bir yoldaş tökezlendiğinde zebralar gibi bakakalmak. Bir türlü şu gözünü sevdiğim kaz kadar olamayış. Bütün bu ilkelce egoistçe davranışları da süslü püslü alt metinlere oturtma telaşına kapılma utanmazlığı… Bu utanmazlık içinde toplumu “anlamaz”, “aptal” sanabilme kurnazlığı… İşte kapitalizmin kendi poposunu sağlama almak konusunda ilkelleştirip bencilleştirdiği sosyal salaklıktan öte gidemeyen insan durumu budur ki, partilerin içleri bomboş kaldığı halde bakakalınır…, Gazetelerde yazılar sansürlendiğinde bakakalınır, memleket el değiştiriyordur göz göre göre, buna da bakakalınır…
Yalnız başımıza düştüğümüz gökyüzünün az ilerisi takım arkadaşlarıyla doludur, ancak şahsi ver kaçlarla takım oyunu asla oynanamaz. Maç, hayatında o sporu hiç yapmamış kişilerce tribünlerden izlenecek denli kolay bir iş değildir… Güzel bir paslaşmanın tadını şahsi bir gol asla vermemiştir. Deli danalar gibi tribünlerden bağırmaktansa oyuna katılmak ve yarı yolda bırakmamak olması gereken insani bir davranıştır. Ancak ne var ki standart doğrular, o denli çarpıtılıp güncelleşmiş araçların tekelinde eritilmiştir ki, çalıp çırpmak helâl, ilkeli ve dürüst davranmak enayilik olarak tanımsal bir deformasyona uğramıştır artık…
Tüm bunların izdüşümünde ise;
Ayaklar baş, başlar ayak olmuştur !
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder