9 Ağustos 2011 Salı

CİLÂLI SÖZ DEVRİ

Modernizmin metalaştırdığı öğeler, bir etiket gibi yapışır ürünlerin üzerine. Modernizmi sofistike anlamda yadsımak değildir niyetim. Postmodernizme bir geçiş ve basamaktır. Ancak konu bir sanat eseri ortaya koymak olduğunda, yapıştırılan etiketler ne gerçekte “nasıl” konusunu, ne de “içeriği” baz alır. 

Bilimi temel almayan analizler, bir olguyu geçmişinden koparıp, geleceğini yok sayarak yapar bunu. Sadece tanımlama çabası vardır. Tamamen ampirik, ahlâki temellerden koparılmış, kendine özgülüğün ve üslubun kapitalizm tarafından zamanla yok edildiği bir dille sanat ne denli gelişebilir? Moda olanın üretilip, yerine yeni modaların tekrar tekrar yinelendiği bir eklemlenişte  sanat artık etiketi olan bir ürün olmuştur. Çıkan ürünlerin geçmişi ve geleceği önemli değildir yani... Geçmiş geçmişte kalmış yeni ve moda olan söylemlere yelken açılmıştır. Kitlelere onu afiyetle yemek düşer. Midesi  kaldıran yer!


Bach bir müzik dehasıdır. Bunu hiç kimse göz ardı edemez. Ancak kiliseye yakınlığı ve düzene karşı koymaksızın ürettiği çoğu dini temalı ilâhi şeklinde eserleri, "sanatsal anlamda postmodern" bir düşünce ile severken “ama” diye söze başlarım. Necip Fazıl geliyor aklıma. Türkçeyi o denli iyi kullanan şair azdır. “Ama?”... Tarikatlarla iç içe bir bilinç eserlerini de o doğrultuda verecektir.

Jack London’ın, siyahlara karşı yapılan negatif ayrımcılık zamanlarında sistemin yanında durmuş bir ırçkı olarak yazdığı romanları vardır. Hayatına baktığımızda bir bireycidir, ancak ne var ki Martin Eden adlı yapıtında bireyci düşünceye final olarak ölümü yakıştırmıştır. Demir Ökçe’yle ise bir sosyalist olarak çıkar karşımıza. Her bir romanını su gibi içersiniz üslubu, akıcılığı zekâsı alır alır götürür. “Ama?”... Rüzgâra sırtını vererek boşaltmıştır elindeki kovayı her daim...

Babam denizcidir ve popüler kültür hakkında konuşurken şöyle bir laf etti, “Evlâdım!” dedi, “rüzgâra karşı dökersen elindeki kovayı, sana çarpar! Suyun ulaşmasını istediğin  yere ancak minik zerrecikleri gidebilir...” 



Rüzgârı ardına almayı hep daha ileriye daha hızlı gitmek olarak algılamışımdır. Oysa Eserlerin büyük kitlelere ulaşmasını ve yüzyıllar öncesinden bugüne aktarımını, sanatçıların evrilme sürecini, hiç böyle tanımlamamıştım.  Klâsikçilerden St. Petersburg’da doğmuş olan Borodin, 1833’de doğmuş, yakın bir tarih sayılır. Ancak ne var ki bir kölenin çocuğu olduğu bilinir. Dönemin Gürcü Prensi onu alıp nüfusuna geçirmiştir... Demem o ki, gerçek mesleği kimyagerlik olan Alexander Borodin yaşamına bir kölenin çocuğu olarak devam etmiş olsaydı onu ne kadar tanırdık? Ya da Botiçelli... (Açlık ve sefalet içinde öldü) Onun “La Primavera” adlı tablosunu dönemin meşhur derebeyi, yeğenine düğün armağanı olarak yaptırmamış olsaydı adını duyar mıydık kim bilir? Sistem karşıtı sanatçılar ise ortaya koydukları eserler yüzünden canlarından    olmuşlardır ortaçağda. İçlerinde yaşlanarak bahtiyar bir şekilde ölen pek az sanatçı vardır. Hep  idam edilmişlerdir. Ya da hapis veya ülke dışına sürgün... Değişen nedir peki Ortaçağ'dan bu yana? 


Günümüz Türkiye’sinde modaya uyanların insanda acı eşiğini düşüren türleri oldukça fazladır. Görünce  içiniz acır, mideniz bulanır ve dert anlatmaya çabalar bulursunuz kendinizi. “Arkadaş Elif Şafak okumasana!” dersiniz. “Sistemin cilâlayıp parlatıp önüne attığı  bir moda o.”  Ya da bir diğeri Nobel alır. Onu nasıl aldığına bakılmaksızın üşüşür üzerine millet. “Yapma kardeşim orada hiç bir şey yok, olan küresel çeteye hizmettir”, “ Sistem bunu emretmiş haşmet yazmış” dersiniz. Ya da tam tersi, haşmet yazmış sistem ittirmiş ardından... Ne var ki büyük kitlelerin “para” vererek aldığı bir ürüne tu kaka demek, tıpkı  moda diye dayatılan saçma bir kıyafete onca parayı döktükten sonra üzerine giyip karşınıza geçen yakın bir arkadaşınıza; “Hiç yakışmamış” demenize benzer. Durum aynı durumdur yani, para verilerek alınmış “yeni moda bir ürünü”, onayladığını ve kendi çıkarsadığı bir şey sanmak!  Yani bir başkasının ona dayattığı şeyi öylesine sahiplenmiştir ki, şaşarsınız neden bu kadar kızıp da itiraz ettiğine... İşte emperyal çetenin baş aracı kapitalizm, modernist felsefenin “ben” bireyciliğine bulamıştır  toplumu. Anlatmaya çabaladığınız konuyu kavrayanlar vardır belki, ama haşmetin bir fiyakalı sözü karşısında, erir gider fırlattığınız zerrecikler, buhar olup uçar.  “Cilâlı Söz Devrindeyiz!” Cilâla, parlat ve ok gibi sapla milletin beynine!

Elif Şafak intihal yapmış. Şaşıralım mı peki? Hiç gerek yok. Aşk, pembe dizilerde beyaz dizilerde de irdeleniyordu zaten salya sümük...


Aşkı bir Attila İlhan ya da Nazım Hikmet de gayet güzel irdeler. Aması yoktur. İçinize işler. Çünkü memleketle tümlenmiş bir oyadır o aşk. İncecik ve sık iğne işlenmiştir. Araya farklılaştırılmış, dondurulmuş ya da ıskalanmış “an”lar girmemiştir. Dün öyleydi, bugün böyle denmemiştir. Düşleri hiç  girmemiştir meselâ Bursa Hapishanesi’ne Nazım’la beraber. İşte ben rüzgâra inat yüzümüze yağan bu ekin yağmurlarının kaynağını kovadan atılan suya değil bir yağmur bulutuna benzetiyorum şimdi. Geldiler yağdılar ve geçip gittiler diyorum yurtsever aydınlarımız...  Ve geçip giderlerken ağarttılar yüzümüzü, yıkadılar bu topraklarla beraber gönlümüzü, diğer tüm memleket sevdalısı yağmur bulutlarımız gibi... Suikastle kurban gitmiş, Sivas’da yakılmış, mahpuslara tıkılmış cânım yağmur bulutlarımız!..





***


Seksenler...
İstanbul’un kebapçı salonuna döndüğü, minibüslerde arabesk müziğin cılkının çıktığı o parlak(!) Özal’lı dönem. İbrahim Tatlıses’in beraber olduğu kadınları dövdüğü ve bu kadınların buna rağmen ondan vazgeçmeyip nasıl da kulu kölesi olduğunun bütün boyalı basın ve paparaziler tarafından “aşk” adı altında pazarlandığını yaşı tutan herkes acı bir tebessümle anımsar... “Aşk” adı altında pazarlanan, aşiret düzeninde kadına biçilen değerin meşrulaştırılmasıydı oysa. “Tamam da kardeşim bunun aşkla falan alakası yok” diye başlayan sözleriniz hep ağzınıza tıkılır ve “aşktan anlamayan” ya da “asla yeterince sevemeyecek olan taş kalpli biri” damgası yapıştırılırdı üzerinize. Yine o dönemde birilerinin(!) sanatçı diye üzerimize saldığı zevat aracı edilerek, cehalet kutsanmıştı. “Kitap okumayı sevmem” demek moda haline dönüştürüldü. 


Böylelikle istilâ aşiretlerin ortaçağdan kalma töreleriyle sanki saygı duyulması gereken bir yaşam biçimiymiş gibi sunularak başladı...


Zaten normal bir insanda olması gereken bir özellik “meziyetmiş” gibi sunuldu ve “yalandan nefret ederim” demek, adeta dinleyende göz yaşartıcı bomba etkisi yaptı. Ahh! Tıpkı benim gibi” diye atladı millet...  “Ben de sevmem yalanı.”  Ben de... Memur işini bilen, kadın halı gibi dövdükçe güzelleşen, müzik arabesk, yemek lahmacun haline dönüştü... “Ben” yavaş yavaş ayyuka doğru irtifa kazandı. 


İşte bu dönem Türk Sinemasına baktığımızda “sanat filmi” adı altında hep bireyciliğin ve “ben” olgusunun hazmettirildiğini görürsünüz. Moda kendine isim takma, kendini tamamen siyaset dışı tanımlama modasıydı artık: “ben şöyleyimdir vallahi şekerim”, “ben de böyleyimdir!”...Sen sadece zinciri elverdiği ölçüde koşmasına müsade edilen bir şebeksin! Şükür ki halk bu palavranın ardından topyekun gitmedi. Sadece maymunlar... Onlar her daim önlerine atılan bir muzun  peşinde koştular!

Modernizm değişim dönüşüm bireycilik derken Ionesco’nun Gergedan’ına benzetti insanları sonunda bu sistem! Sorgusuzca ve süratle koşan, önüne geleni yıkıp tüketip, ezip geçen ve günden güne zırhına daha da çok sığınan. O zırha çarpar işte söylediğiniz sözler ve yaptığınız eleştiriler. O öylesine kendisi(?) olmuştur ki artık, o sürecin ilkelliğe doğru doludizgin koşan bir neferi olduğunun farkında bile değildir.

Zırhı kalın bir gergedan ancak gözünden vurulabilir.  Görsel algıyı müthiş bir silâh haline getirmiştir internetteki feysbuk denen sosyal paylaşım oluşumu. Sözcükler  kâh bir filozofun resmi altında cilâlanır, kâh bir şairin... Kısadırlar. Ya da beş yaş sosyal algıya göre uyarlanmış bir kıssa... Kolay, çabuk, tıpkı ayaküstü yenen bir “şey” gibi süratle ve güya algılanırlar.  Tabii o nasıl bir algıdır bilinmez...

Şaşar kalırsınız yirmi dakika içinde hem Necip Fazıl’ı,  hem Atatürk’ü, hem  Yılmaz Güney’i, hem de Can Yücel’in olmayan bir şiiri onunmuş gibi beğenip,üstüne bir de paylaşan insanları görünce. 
Cilâlı sözlerle gözlerinden avlanmış, ölü gergedanlardır onlar!



Hiç yorum yok :