9 Temmuz 2011 Cumartesi

Şerh-i Yurt

Şerh-i Yurt...

Gün dünden sorulur ki, ''ardına bakar gün...'' Yâr olur topraklar, bağrına basar insanları. Kahramanlıktan ve sevdadan kopar türküleri  ozanların. İnançlar ve dogmalar her ne olurlarsa olsunlar sevdaya dairdir hep yazılanlar ve sevdadan olma acılara, hasretlere koşulur o yazmalar. İnsana ve doğaya titremiyorsa gönüllerin o en tiz teli, ne yurt ne de bir ilâh alıp götürebilir  vicdanların seslerini. Her daim derim ki, insan ve doğa sevgisidir miras. Bunlar yoksa ne vatana beslenir kara sevdalar ne de kalemin o kurşunî soğuğunu ısıtır, yürekten akla kurduğumuz  köprülerdeki barajlar.


Bir şerhimiz var, bir açıklamamız. Bu diyar bizim candan olma tek yârımız. Yaramız var. Soğuklardan üşümüş yaşlarımız. Yaslarımız var bizim, karalar bağlatmış kan kırmızı topraklarımız, şerhimiz var bu topraklarda, son sözü söylemektir en  doğal hakkımız. Sözlü anlatımlarla başlar bizim edebiyatımız. İslâmiyet’in çok öncesinden gelir taşı gediğine koyma sanatımız, taşlara yazıldı ilk yazıtlar ki hepsi bizim yazılarımız, şerhimiz var! Memlekettir bizim yârımız sevdamızın olmadığı yerde çünkü biz, her dem yarımız...


Bir şerhimiz var bir mektubumuz, vatandır dostumuz ve halktır tek umudumuz, bu kısrağın en doğusundan gelir, ortasında çağlar ozan soyumuz ve destanlar içirir kana kana binlerce yıldan getirdiğimiz berrak suyumuz. Dilimize şeker çalmış sevdalarımız. Kızılca bir kıyamet gibi düşünce bir genç kızın gür memesine yemenisindeki al oyası, divâne bir aşığı oyalar elindeki gül ağacı bağlaması,  gök kubbeye seğirir o an aşık nefesi, yürekleri dağlar  binlerce yıllık  yanık ve gür sesi...


***

Nereden gelir nereye giderizin yanıtları; Edebiyat denen  uçsuz bucaksız denizlere çağlayan  pınarları izlemekte saklanır.

Türk Edebiyatı tarihinde uzunca bir zamandır bilinen en eski metinler olarak çıktı karşımıza Göktürk Devleti zamanının Orhun Yazıtları... (Bilge Kaan, Kültigin ve Vezir Tonyukuk anıtları.)

Ancak  bildiğimiz üzere ne ilk yazılı metinler, ne de ilk yazılı edebiyattır Türk bodununa ait olan o yazıtlar. Zira otuz sekiz harften oluşan bir dizge vardır  Orhun Yazıtları’nda ve  a-o-u-ı  kalın seslileri ayrımsanarak  sessiz harflerle bir uyum dahilinde (ses uyumu ) kullanılır.

Anlatımalar hem akıcı ve mükemmel, hem de şiirsel bir dille aktarılmaktadır. Bir yazılı anlatım  bu seviyelere kolay kolay gelemez. Yüzlerce yıl o dilin akıcı bir şekilde kullanılıyor ve yazılıyor olmasını gerektirir dil bilgisi kurallarını oluşturmak. Yani Türkler batılıların herdaim empoze etmeye çalıştığı gibi cahil barbarlar topluluğu değillerdi. Yazın, uygarlığın en açık kanıtıdır çünkü.  Savaşmak barbarlık olarak adlanıyorsa  ilk taşı en günahsız olanlar atmalıdır yüzyıllar öncesinin Türk Devletleri’ne... Yenilmezliğin adı barbarlıksa, varsın çelişedursun batı kendi yalanlarıyla, koskoca bir uygarlık vardır ortada. Türk hitabe sanatının ilk ve en mükemmel örnekleri olan bu eserlerde yalın ve keskin üslubuyla Türkçe'nin zengin ifade gücünü görürüz.

Edebiyat dili yüzlerce yıl Türk Milleti'nin zevkiyle işlenmiş, ortak söyleyiş değeri kazanmış ve bir kavmi millet olma bilincine ulaştırmıştır.

Sosyal  bakımdan insanlık tarihinin en anlamlı mezar taşlarıdır. Bazen kuvvetli bir hitabe diliyle bazen bir tarihçi anlatımıyla bazen de lirik bir söyleyişle Türkçe'nin o dönemdeki tüm renkliliğini yansıtırlar.

Türk Edebiyatı'nın yazılı örnekleri olan bu eseler, sağlam cümle yapısı, zengin sıfatları ve fiilleri, köklü, güçlü tamlamalarıyla Türk yazı dilinin başlangıcını milâdın ilk asırlarına götürebilecek kalıntılardır.

Sözcüklerin zenginliği, oturmuş cümle yapısı, yeni oluşmuş bir dil kimliğinden çok uzak; Aksine yüzyıllardır işlenerek şekillenmiş köklü bir dil görüntüsündedir.

Hatıra türündeki bu eserler taşlar üzerine yazıldğı için kısa ve etkili ve bir biçimde yazılmış, nice tarih kaynaklarının aydınlatamıyacağı kuvvetli tarih çizgileriyle yeni nesillere uyarılar ve öğütler aktarmıştır.


***


"Kaan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için, bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, fena imiş... Türk beyler, Türk adını atmışlar, Çin beylerinin adını almışlar. Çin hakanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler."



"Türk budunu... sen aç olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın, harap, bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın. Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken'i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın. Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Türk budunu, kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi. Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu." 




"Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü, güzel hediyesi, uzak kavimleri yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayar imiş. İyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne, güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü." (Orhun Abideleri-Muharrem Ergin)

***

Bilge Kaan yazıtında, tarihin tekerrürden ibaret olduğu gerçeği yüzümüze bir tokat gibi çarpar.

Yazıtlarda radikal bir şekilde göze çarpan bir başka konu ise halk ile yapılan mertçe hesaplaşmadır. Tüm kusurlar ve eleştiriler keskin bir dille açık açık söylenir. ( Tamamı okunup incelenmeli tabii, burada belirgin örneklere yer verilmiştir.)Üçüncü alıntıda anlatılan ise, bir verip on almak isteyen sömürücü devletlere karşı uyanık olmak öğretisidir ki, şimdilerde de tarihsel önemini korumaktadır. Ancak ders alanlar olmadığından olsa gerek, bir alıp on vermeye devam ediyoruz...

Tabii ki ders almak isteyenin yüzlerce yıl öncesine Göktürk-Orhun yazıtlarına gitmesine de gerek yoktur. Yakın tarihimiz yanı başımızda duruyorken ve tüm dünyaya ders olmuş bir destan olan  İstiklâl Savaşımızı tarihe  yazmışken bir tek bizim işbirlikçilere pek birşey ifade etmiyor olmalı bu durum... Canımız ise yürümesine hâlâ izin verilmeyen bilgelerimize, aydınlarımıza yanmaktadır  bir taraftan! Emperyalizmin en çirkin yüzü de bu değil mi zaten?

Kül Tigin yazıtında :

“Türk, Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Üstte gök çökmezse, altta yağız yer delinmezse Türk Milleti, senin ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk Milleti vazgeç, pişman ol!” diye seslenir Kültigin.

Bir Türk Devleti, ancak doğal afetlerle yok olabilir deniliyor yani. Bir de birbirine düşürüldüğünde.

Şimdi de durum yüzlerce yıl öncesiyle aynı değil mi? Türk adından utananlar, kimliği ile ilgili aşağılık duygusuna kapılanlar,  hüküm altına girme meraklıları, ihanet ve acz içinde olan işbirlikçiler  şimdi de yok mu? Türk askeri şimdi de başka devletlerin çıkarları için NATO adına savaşmıyor mu?  Türk’ün ancak içeriden kışkırtılırsa çökeceğini gayet iyi bilen dış mihraklar, bu yüzden casuslarını hiç eksik etmemişlerdir içimizden... 


Ancak  yazıtlar  bize aynı zamanda şunu da söyler ki; Her defasında küllerinden doğmayı bilmiş olan bir kültürü  barındırmaktadır bu millet. Her ne kadar ‘’bodun’’ sözcüğünün halk sözcüğüyle aynı anlama gelmeyip, kavim anlamına geldiğini savunanlar  olsa da, bu saptırmaların hangi amaca hizmet ettiği gün gibi aşikârdır. Düşünün bir, Göktürk Devleti olarak adlandırılacaksınız ama aynı dili yüzlerce yıldır konuşabilen  koskoca bir halk, niceliği azımsanarak küçük bir kavim olarak algılatılmak istenecek. Olacak iş mi? Zaten yazıtlar bulunup deşifre edildiğinde de uzunca bir zaman  o dilin Vikingler’e ait (slav dili) olduğu savunulmuştur. Tıpkı Anadoluya göçün 1071’e kilitlenmesi gibi.  Oysa bu ve benzeri dayatmaların maalesef elle tutulur hiç bir yanı  yoktur...  Göktürkler döneminin meşhur Ergenekon Destanı da  sözlü edebiyatımıza ait önemli örneklerden biridir .  Temasının ise Türk Devletleri’ne karşı hile ve kalleşlik yapılmadan herhangi bir galibiyet sağlanamayacağı ve her ne olursa olsun Türkler’in kaybettiği yurt topraklarını geri alması olmasının  şimdiki iç ve dış düşmanlarımızda nasıl bir etki yarattığı, koskoca bir Ergenekon yurduna (destanına) çaldıkları karadan anlaşılmıyor mu?

Konu gereksiz yere hamaset yapmak değil,  tarihten ders alabilmektir.  


Doğru olan ne tarih öncesinde yaşayarak büyüklük kompleksleriyle esrimek, ne de bu koskoca tarihi yok saymak ve unutturulmasına izin vermektir. Edebiyat kendi naifliğinde  dil ve uygarlık dersleri vererek gönül telini titretirken, tarihe de ışık tutar...

Jale ALTUNEL,
06.Temmuz.2011

5 Temmuz 2011 Salı

ARDINA BAKTI...

gün ardına baktı,
renkleri kurtarılmış bir gurup
kızıl serüvenin  altında
mordan düz çizgiye oturup,
haber verir ertesi günün rüzgârını
dağlara.
rüzgâr koparıp alacak gibi 
o ebru düşlerimizi
selâm dururken ufuk, 
aynılıklara
umutlar yapışır 
yürekteki yaşlı dallara   
savrulana dek rüzgârla,
ilk ışıklarıyla durular gün
karanlıkları.
gözlerinde damlacıklar sürgün yapraklar
güneş siler tüm yaşları 
dokunmadan.
saatler yıllarla, 
gün ufukla inatlaşırken
ardına bakıyor yine gün 
nicedir sürgün...

''ardına baktı''
j.ak
05.Temmuz,2011

YANGIN

gece vatmanlarının sirenleri
şamar üstüne şamar çalar
demokrasi tramvayında
ve koskoca bir memleket
yangınlarda...
kıyametin borusu
yakar koynumu koyu siyaha
yakar al beyaz renkleri sözcüksüz,
talan çığlıklarıyla!
ciğerlerimize sıçramışken  kanserli virüs,
bu günler cümlemize iki Temmuz!
çalakalem süngü olmuş
Son Ok Mevkiinde düşün,
yanıyor karakalem yazgıları düşlerin
Silivri’de  var yine 
Sivas  yangınları... 
nefes alan yerleri is karası
resimlerin
bir devran ki us fukarası
ileri demokrasinin
avuçları gökle bir
gözleri iz karası bütün milletimin
kör dövüşlerdedir körebeler gibi
ki gönül yarası...

‘’yangın’’
j.ak
2.Temmuz.2011

23 Haziran 2011 Perşembe

TERSİNİ SÖYLEME SANATI!

Ne yapıyorsan tersini söyle...

Hain misin?

O halde özgürlük de, barış de.

Terörist misin?

Sivillere bombalı saldırılar yapıp çoluk çocuk demeden öldürüyor musun? Gerilla deyiver kendine. ''Özgürlük Savaşçısı'' de, Amerikan filmlerinin de insanlar üzerinde yarattığı o etkiyle romantik ol... ''Halkların Kardeşliği'' diye bağır. İnanıyor nasılolsa millet.


Faşist misin?

O zaman ileri demokrasi diyeceksin. Tam tersini söyleyeceksin yani yaptığının. Ne de olsa demokrasi bu, ''Dadından yenmez'' bir merettir bu demokrasi. Hele ileri demokrasiyse bal kaymak... Zübükler ve onların demokrağsileri...

Hırsız mısın, yolsuz ve karanlık mısın?

O zaman çok kolay, ''Dindarım'' diyeceksin, kimse bulaşamayacak. Kadınsan kafana bir poşet geçir, erkeksen bir badem bıyık bırakıver ve Cuma namazlarına icabet ile soruna kökten bir çözüm getir. Bir iki de gözyaşı döktün mü olay tamamdır. Bir anda senden masumu senden temizi olmaz. Bol bol inşallah, maşallah, Allahın izniyle gibi söz dizinlerini kullan. Zaten bir kaç kullanımdan sonra taşlar yerine oturacak, iki lafın başında ''ölümlü dünya'' de. Böylece insanlar senin bu dünya nimetleriyle işin olmadığı sanrısına kapılacak. Sen de o arada malı götürürsün zaten.


Emperyal güçlerin emellerini gerçekleştirmelerinde çanak tutuculuk mu yapıyorsun?

Bu da basit... Sosyalistim diyeceksin. Enternasyonal marşını ezbere öğren gerisine karışma. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ama evine bir şark köşesi, duvara bir bağlama ve bir halı asmayı da unutma. Bir de heybe tak yan duracak şekilde. '' Bacı, gardaş, ekmek, hak, eşitlik'' falan de, aman sakın detaya girme yuvarlak cümleler kur. E mi benim açılmamış sosyalist gonca gülüm? Bir de bol bol Fikret Başkaya oku. Arada paradigmayı çökertir halaya katarsın. Bu da bonus...


Vaktiyle Atatürk düşmanlığı yapmış olabilirsin, vatanın bölünmez bütünlüğüne kast etmişlerle kolkola girmişliğin vardır, methiyeler düzmüşlüğün, kuyrukçuluğunu yapmışlığın...

Bak bu en kolayı işte. Şimdi en çok Atatürkçü sen ol. Şan olsun!

Biliyorum senin düşüncelerin asla değişmez ama diyorum ya tam tersini söyleyeceksin diye? İşte senin şimdi iki lafın başı Atatürk deme zamanın. Tıpkı o AB ve Soros fonlarıyla beslenen diğer Atatürkçü(?) rol arkadaşların gibi...


Tabii ''yaptıklarının tam tersini söyleme sanatı'' benim değil, sizin keşfiniz olduğu için tereciye tere sattığımın farkındayım. Zaten hep yapılan bu değil mi yıllardır? Kırk lâf bir büyü. Ama siz dört bin dört yüz kırk kez de söyleseniz artık bu palavralarınızı yemiyoruz. Yiyene da mani OLUYORUZ... İşte bu yüzden de çirkin saldırıların hedefine oturtmuş kör atışlar yapıyorsunuz foyanızı ortaya dökenlere... Oluyor mu peki? Hayır olmuyor gayet başarısız!


***

Memleket pazara çıkmış adeta elimizden kayıp giderken, bir de lâle devri çocukları var. Hayran olunası(!) bir vurdum duymazlık, hiç bir şey olmuyormuş gibi dünynın merkezine kendi hayatlarını ve gerçeklerini koymuşluklarıyla ve yüzlerindeki o salak tebessümle Türkiye gerçeklerine yaşamın caz penceresinden bakadururlar. Bir daha mı geleceklerdir canım şu yalan dünyaya?! Boş işlerdir bu memleket meseleleri falan. Felsefe; ''sen kendine bakacaksın, kendi paranı kzanacaksın, memleket bizim olmuş bir başkasının olmuş önemli mi?'' felsefesidir. Sıra asla kendilerine gelmez sanırlar. Ama er ya da geç sıra herkese gelir... Bunu akılları almaz.



''Ezilmişlerin yanında olmak'' ve ''önce insan olmak''tan dem vuruldu durdu. Ezilmişlik ve mağduriyete bir de ''ötekileştirilme'' edebiyatı eklendi. İyi de etnik kimliğini sivrilterek ve daima ön plâna çıkararak ''kendi kendini ötekileştiren'' ben miyim? Çocuk mağduriyetinden dem vurup, 11 yaşındaki kız çocuklarını gelin eden ben miyim? Tıpkı bir koyun sürüsü gibi panzerlerin önüne sürüp o küçücük bedenleri, ellerine taş ve molotof kokteyllerini tutuşturan ben miyim? Seksenli yıllarda etnik kökenlerinin çoğu Kürt olan köyleri yakıp kundaktaki bebekleri katleden ben miyim? Okul yok diye bağırıp yapılan okulları bombalayan ve öğretmenleri katleden ben miyim? Doktor yok deyip gelen doktorları öldüren? Aşiret ve kadın konusunaysa hiç girmeyeceğim...

’’İnsan olmak’’ Taksim'de kreşe molotoflu saldırı yapmak mıdır? Yoksa Mersin'de anaokulu bombalamak mı?

Ama kolay bir yanıtı var değil mi tüm bu soruların? Gladyo yaptı, Türk askeri yaptı, provokatörler yaptı der, bebek katillerini de ‘solun lideri’’ gibi akıllara zarar bir tanımla ilân eder, dumura uğratırsınız milleti...

Sola bak hizaya gel!

Son yıllarda 
Emperyalizmin maşaları, kuyrukçuları,..
Bölücü teröristler, vatan hainleri,..
Din taciri liboşlar,.. -ki kendini sosyalist ilân eden bölücüyle kol kola girmişlikleri meşhur bir klâsiktir!
Ve  bir de Atatürkçülük, maskesini takmış AB/D'ciler...

Bu güruhun dışında kim varsa kim yoksa ki geriye Kemalistler, gerçek yurtseverler kalıyor, hepsi gladyo zaten ve hatta CIA'ya çlışıyor! Değil mi? 


E adam kitlemiş bu tersini söyleme edebiyatına yapacak bir şey yok...




ölüm emri verildi, sevgi çiçeklerime...

koca bir mevsim bitti
yarı sarhoş zamanlarla
acı yeşili uykular
kayıt dışı ayrılıkları 
bu boşlukta eritti.
bir mevsim ve binlerce yıl, 
benim için ağladı 
yaşlı sekoya ağaçları.
ağzına kadar doldu
tıka basa boşluğum
ve içimdeki çiçekler,
birer birer öldüler.
kanmaktı günahları
iklimsiz yağmurlara,
açmaktı suçları
hoyrat gün ışığına...
koca bir mevsim
beni söktü her sabah şafak
seni söktü gözyaşlarımdan
ve ayrılık dolu 
boşluklarımdan.
kırdığın günden beri 
infaz kalemini
her ayazda şafak 
o narin boyunlarına 
bir ilmek daha geçirdi
bir ilmek daha
günahsız çiçeklerimin
ah!.. sevgi dolu çiçekleri
yüreğimin...
her gün ve her şafakta
sıra sıra can verir
dolar dururlar şimdi
karanlık boşluklara,
dolar dururlar şimdi
şafak ayazlarına
masumca...


''ölüm emri verildi, sevgi çiçeklerime''
j.ak
22.Haziran.2011

21 Haziran 2011 Salı

ZERK-İ CÜRÜM

ben değil,
yüreğimin yarası mağdur
ben değil,
doğrularımdır mağrur.
bir yara ki,
bilirim benimle beraber
geçip göçecek
doğrularsa su gibidir
yatağını bulur.
bir gün anlarsın ve
aynalarda bakarsın
o iftiracı yüzüne,
suçu beş geçe.
yem edildiğimde ben
yelkovan ve akrebe,
zehir içti masumiyet
ve müsrifçe harcandı
koskoca bir emek...
yüreğimin halay başı mağdur
deli geçitlerinde deli kanımın
kendine bir dem
umut dansları yapadurur...
gökyüzü acıtır şimdi
içimdeki suçsuzluğu.
bir kahin edasıyla
lekeler çalarken maystro,
reddediyorum ben;
bu denli onursuzluğu!
faydasız güzellemeler yazdı düşüm,
bütün sevdalarıma dair yazdı kışım
en önde koştu her daim dava
umurumdaydı memleket yokuşum
aldırış etmeksizin
içimdeki şu cılk yaralara,
aldırış etmeksizin
yakışıksız iftiralara!
bilirsin;
ne kadar saf değilse bir şiir,
o denli iyileşir içinde
topallayan bir esir.
ezberlerin bozulması hani,
zarar verirya alışkanlıklara,
işte sırf bu yüzden
kanatlandım;
taş misali dupduru bir suda,
işte sırf bu yüzden
gocunmadım
suça zehire ve acıya!
sahipse yürek
böyle bir sevdaya,
başbaşa bırakır
yolda dostu
o karanlık aydınlıkla...

''zerk-i cürüm''
j.ak
21.Haziran.2011

15 Haziran 2011 Çarşamba

DENİZ KENARI MUTLULUKTU...

Deniz kenarı mutluluktu...

Hele de yaz gelmiş, hele de gün, bir meydan muharebesi kahramanlığında ışığıyla aydınlatmayı uzatmışsa, hele de çocuklar oynuyorlarsa o deniz kenarındaki parklarda habersizce ve masumca… Acımasız bir şekilde oynatmasa bile sırf kendi topu diye şu ötede duran çocuk diğerini, her nasılsa bir yolunu bulup bacasından dalıverir diğer çocuk, o oyundan içeri… Hava mis gibi iyot kokusuna karışmışken, hele aşıklar en güzel elbiselerini giymiş de birbirlerine kırlangıç kuşları gibi gösteri uçuşları yapıyorsa  kanatlarını denizin köpüğünde seğirterek… Deniz kenarı, çocukların masum kahkahalarıyla, o masum çiftlerin tatlı tebessümlerine bezenir ve sahile inen dar yolda iyot kokusu ile genç kızların elbiselerinin üzerindeki zambak ve leylak çiçeklerinin kokusuyla harmanlanır. Her bir ağaç altı, yüzleri ve enseleri koşuşturmaktan kan ter içinde kalmış çocuklarına, domates peyniri ekmeğe katık ederek hazırladığı ikindi kahvaltısını vermek üzere “anne ellerinden”; Kadınların toplandığı arı kovanları oluverir… Kimi orta yaşlılar yanlarındadır kızlarının ya da gelinlerinin, torunlar için hazırlanan azığa eklemişlerdir evden getirdikleri serçe parmak kalınlığında o güzelim zeytin yağlı yaprak sarmalarını, kimileriyse kadınlı erkekli girdikleri kahvehanede takılganı olmuşlardır tavşan kanı çayları ve birer sigara eşliğinde yudumladıkları günlük ajans sayfalarının…


Burası on, on beş yıl kadar öncesinin Maltepe Sahiliydi. Bir tatil kasabasını andırıyordu, yaşam gailesi içinde olmalarına rağmen insanların yaz zamanı deniz kenarındaki o tatlı rehaveti…

Kimse acele etmezdi hemen hemen… Sadece çocuklar. Çocuklar hep aceleci ve koşar adım, birbirleriyle yarış eden oyunlarıyla göz mesafenizin alt taraflarında kalmalarına rağmen gözlerden de asla kaçmayan devingen halleriyle, üç dakika izleyeni bile yorgunluktan bitap düşürebilecek olan o tatlı ve neşe dolu çocuklar… Ve yalnızca oyun oynarken düştüklerinde, ya da hani şu topuyla oynatmayan çocuğun mızıkçılığı yüzünden ağlardı o güzelim elma şekerleri…

Anneler umutlanırdı çocukları için, dantelini örerken ağaç gölgesinde “itişmeyin bakayım düşersiniz” derdi demesine de pek de önemsemezdi. Henüz panik atak nöbetleri sarmamıştı anaların yüreklerini. Kaygılar ve anksiyete nöbetleri de yoktu. Tatlı bir yorgunlukla dönülen evlerde, tek dert “akşama ne yemek yapacağım” düşüncesiydi. “Nasıl ne ile yapacağım” diye sormaktan henüz bihaberdi kadınlar. Baba eve geldiğinde bir akşam yemeği yenildikten sonra komşu gezmesine gidilir, ya da akşam serinliğinde yine o sahile inilir ve yenilen yemek hazmedilsin diye şöyle bir Küçükyalı’ya kadar yürünür, yolda karşılaşılan dostlara selâm verilir, hararetli kucaklaşmalar şen kahkahalarla adeta gece vokali olurdu martıların beyaz çığlıklarına… Ve aile babaları geceyle birlikte örterken güven dolu kollarıyla eşlerini ve çocuklarını, tatlı rüyalar görmek üzere ertesi günün umut dolu uykularına dalınırdı… Henüz uyku problemi yoktu babaların, yani baş ağrısından da kıvranmazdı erkekler. Yüzlerindeki ışık solmamıştı hiç birinin ve hiç biri henüz tanışmamıştı “yetememe” duygusuyla. Hiçbir çocuk bilmiyordu yapamayan, beceremeyen, oldurtamayan, kazanamayan bir babanın nasıl bir insan olduğunu… “Benim babam” diye söze başlayan o gurur dolu elma şekerleri, tanışmamışlardı henüz “içinde bulundukları şartlar” yüzünden ağlamalarla ve göz yaşlarına…


Çocuklar artık, şu GDO’lu ürünler yüzünden obeziteye doğru gidiyorlar ve çok hareketli de değiller. Hormonlu ürünler yüzünden küçücük kız çocukları dokuz yaşında periyot dönemine giriyor. Bu erken ergenlik anomalisini bertaraf amacıyla da yurt dışından iğneler ithal ediyormuşuz… Ne yaptınız bizim kuzularımıza böyle? Ne yaptınız bizim al elma şekerlerimize? Çocuklarımızın yüzlerindeki o masum kahkahalardan ne istediniz? Yavrularımızın bedenlerine ne yapmak niyetindesiniz

Orta yaşlı delikanlılarımız vardı bizim genceciktiler hani… Hani İsmet Hanım Teyze vardı, gencecik bir kız gibi, ne olursa olsun emekli maaşından artırır ve bayramlarda torunlarına ve mahalle komşularının torunları ya da çocuklarına ufak tefek hediyeler alan… Hiç ummazdı meselâ Orhan Amca, bir gün oğlunun ev kirasını ödeyemediği için gelip kendileriyle oturmak zorunda kalacağını… Evlerindeki bütün eşyayı dağıtarak hem de. O evde bir dedeydi bir zamanlar ki sinmişti kokusu Orhan Amca’nın o her zaman oturtulduğu baş köşeye.

Aşıklar bir zamanlar o kadar aşıktılar ki birbirlerine, ne cep telefonları vardı, ne de internette herhangi bir paylaşım siteleri –ola ki Internet de yoktu zaten- ama şu gün şu saatte şu dakikada derler ve o gün gelene değin uyku girmeyen o çilek kokulu gözleriyle tertemiz gelirlerdi buluşma yerine… Kız geç gelirdi meselâ bir parça naz için, erkek titreyen gözlerle bakardı, “evleri şurada olduğuna göre mutlaka bu yoldan gelir benim sevgilim…” Ve bir de “aşıklara saygılı olmak” diye bir tanımı vardı benim memleketimin… Kimse öyle hor görüp tartaklamazdı onları. Ki bilmiyordu Şebnem de Ayhan da uyku bozukluğu ne demekti, anti-depresan denilen şey ne işe yarardı? Gençler henüz bilmiyorlardı facebook’da ilişkisi var ne demekti? Ve ilişkiyi facebook üzerinden  şak diye kestirip atıvermek… Henüz tanışmamışlardı döner bıçaklarıyla okul bahçelerinde ve henüz okulda tarih öğretmenleri saptırarak anlatmıyordu Çanakkale Zaferimizi…

Benim yaşadığım yer Maltepe. Sahil… Ve on beş yıldan bahsediyorum kırk yıldan değil. Ne kadar hızlı olup bitti her şey, ne kadar hızlı yoz yağmurlarının kapkara bulutları ekonomik sıkıntıların yarattığı acıları o kara bulutların içine kattı… Sahilde artık şu Büyükşehir’in her mahalleye koca ihalelerle yaptırdığı saçma sapan egzersiz aletlerinin olduğu yerlerden var. Orada altlarında termal eşofmanlarla, deve kafalı kadınlar bir sağa bir sola döndürüyorlar bellerini ki “pardösü ile egzersiz” alanında çığır aşmışlığı yaşıyoruz son birkaç yıldan beri…

Kahvehanelerde toplanan insanlarınsa yüzlerinden düşen bin parça. Çaycı Yaşar Ağabey artık ikinci bardak çayı içer misin diye sormaya utanıyormuş... “Emekli insan ayıp şimdi, içmiyorsan git der gibi,.. olmaz” diyor… Günlük piknikler ekseriyetle yapılamıyor artık bu güzel sahilde, çünkü insanlar moralsiz güçsüz ve tabii ki parasız… Sokağa çıkmak zül geliyor. Anneler çocuklarının ufak tefek yaramazlıklarına panik atak bir halde avazlanıyor  artık…

Topluca katledildi çocukça masumiyet,

Katledildi umutlar,

Katledildi gençlerin duyguları…

Ve bir toplum ki yediden yetmişe gitgide köreltilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.

On beş yıl…

Silkelenmek ve yeniden doğuş, bu kadar uzun sürmemeli! Yapmamız gereken tek şey ne olduğumuzu anımsamak sanki…

14 Haziran 2011 Salı

SANAL YANILSAMA


“Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı!” Emma Goldman…

Türkiye’nin bu günkü şartlarını göz önünde bulunduracak olursak, bu söz çok daha anlamlı bir hale geliyor. Neden mi? Seçim sonuçları değerlendirilirken hep şu sözler söylendi, söylenecek:

“Seçimler halkın büyük bir katılım oranıyla gerçekleşmiştir…”
“Seçimlerde halkımızın %90’ı sandık başına gitmiş ve yurttaşlık vazifelerini(!) yerine getirmişlerdir...”
“Halkımız 12 Haziran’da bir demokrasi şöleni gerçekleştirmiştir!”

Ama ne şölen?

Demokrasi şöleni... Büyük bir katılım oranıyla hem de. İsteneni kuzu kuzu yerine getirmiş ve bu komedi tadındaki oyuna iştirak etmiştir halk. Akıllarda hep meydanı boş bırakmamak, iki eli kanda da olsa bu ulvi(!) yurttaşlık görevini yerine getirmek, 13 Haziran sabahına da böylelikle yepyeni, pırıl pırıl bir başlangıç yapmak sanrısı, her seçimde olduğu gibi bu seçimlerde de medya aracılığı ile halka dayatılmıştır...


Seçimler hiç de sürpriz olmayan bir sonuçla geldi geçti, bitti. Yine her zamanki gibi çok büyük bombalar patlatacağını sananlar oldu. Seçim günü yaklaştıkça kalp vurum sayıları adeta taşikardi sınırlarında dolaşan büyük bir çoğunluk, şu AKP’yi başımızdan def edip, kendi partisinin bayrağının en tepelerde dalgalanacağını sandı. Peki ya önümüzdeki dört yıl? Eminim ki dört yıl sonraki seçimlere de aynı gazla son sürat gideceğiz.

2002 seçimlerinden beri, yerel seçim ve referandum da dahil olmak üzere, beşinci kez sandıkların başına götürüyordu milleti. Yaklaşık dokuz yıldır yaşananlarsa ortadadır. Seçimlere hileler karışıyor. Öyle ya da böyle. Seçmeninin 1/3’ünü ölülerin oluşturduğu bir iktidar partisinden bahsediyoruz. (Seçmen sayısı/basılan oy pusulası sayısı) Daha önceki seçimlerde neler olmuştu? Serverlar çökmüştü (e çökecek tabii), elektrikler kesilmişti (e o da arıza… olur o kadar), akli melekeleri yerinde olmayan huzurevleri, bakımevleri gibi yerlerdeki insanlara oy kullandırılmıştı, sandıklar polis gözetiminde gözlerden uzak bölgelere kaçırılmıştı ve buna benzer nice hileleri hep beraber yaşamıştık değil mi? Sınavlara kadar sıçrayan kopya skandalları ise ileri demokrasimizin tuzu biberi olmuşken hâlâ daha oturup ciddi ciddi seçim sonuçlarını değerlendirmek ve kritiğini yapmak havanda su dövmektir.

Zira atı alanın Üsküdar seferleridir bugün olagelenler.

“Devletin tüm kurumlarını ele geçirmek” gibi bir hedefi şiar edinmiş bir oluşumdan bahsediyoruz. Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan maddelerini değiştirmek yolunda koşar adım ilerliyorlar.

CHP neden Y-CHP haline getirildi?

Bunun yanıtı bana göre olası bir yol kazasını bertaraf etmek değildi. O yine her zamanki gibi ana muhalefet rolünü üstlenecek olan bir partiydi, ancak ne var ki mecliste, meclis çoğunluğu ile oylanacak olan yeni anayasaya muhalefet edecek seslerin kesilmesi, bunun yerine ortanın solunda duran bu partiyi daha da ortaya çekmekti amaç. Ve gayet başarılı bir operasyonla ve gayet sanki iktidar olmak amacı güden bir tavrı varmışçasına canhıraş bir seçim çalışması yolu izlendi. Ancak biliyoruz ki yeni anayasa için sert bir muhalefeti olmayacaktır Y-CHP’nin! Rolü de budur…

Artık konuşma zamanıdır!

Sokağa çıkma zamanıdır!

Örgütlenmenin tam zamanıdır!


Seçimlerden sonra yapılanlar, genellikle Aziz Nesin’i anmak, bol miktarda kritik yapıp, hataları tespit etmek yönündedir. Bence Aziz Nesin halkın aptallığına “cahilliği” kapsamında bir oksimoronla vurgu yapmıştı. Evet bu da doğrudur, yanlış değil. Halkın o kadarlık bir oranı cahildir.

Bu konuda Sayın Cihan Dura’nın bir yazısında yapmış olduğu tespite katılmamak elde değil. Diyordu ki, halk olayları makro değil mikro ölçekte değerlendirir.

Yapılan bu demokrasicilik oyunu tam bir palavradan ve sanal bir yanılsamadan ibarettir. Hâl böyleyken seçimler için yapılan onca masraf, bizlerin paralarıyla gerçekleşen fütursuzca müsriflik, insanın içini acıtıyor.

Nasıl bir seçim gerçekliğe yaklaşabilir?

*Seçim barajının olmadığı,
*Dokunulmazlıkların olmadığı,
*Vekillerin tabandan halk tarafından seçildiği,
*Millet vekilliği maaşlarının asgari ücretin bilmem kaç katı kadar olmadığı,
*Yasama yürütme ve yargının bağımsız birer organ olduğu,

şartları sağlanırsa, o seçimler büyük oranda gerçeklik payı içerebilir ve bir aldatmaca olmaktan uzak bir hâl alabilir…

9 Haziran 2011 Perşembe

TASVÎR-İ EFKÂR- (özlem tarhan)

‘’Geldiğinde;
Bir mevsim can bulmuştu içinde
Ve o kadın;
Ölüyor şimdi kendi ikliminde…’’
Yazgı bu;
Tanrı yazar,insan yaşar
Da…
Şu gözümden akanlar olmasa!
Hayat sınar;gönlüm kınar ha medet
Zulümdür bu gidişler
Ölümdür her bitişte yitişler…
Firkat…
Ne vakit yüzün karışsa özüme
Ay çarpar tenime buz gibi…
Balçıktır onulmaz sevdan
Bulaşır küskün ellerime
Kuşatır bedenimi ardından
Yağmalanmış kentlerin çaresizliği
Oysa ki bilirsin
Gurbetimdir gözlerimden ırayan gülüşün…
Dokunmasın kimse!
Seni sevebilme ilmindeyim an be an
Tekmil acılar yüklenmişken sırtıma
Yokluğun merhametsiz bir çocuk;
Elinde karasapanı
Hırsla vurur anılarıma
Ey hıncına kurban olduğum!
Kâfî gelmez mi artık
Yanarken avuçlarımda gün
Sızlarken omzumdaki melekler
Düşlerimin tereğinde sızmalarım..?
Hadi
Ver tenini
Ayazda kalan dudaklarıma
Yırtılmışken yüzümün göç haritası
Bilirim; ne güçtür dönmek çıkılan yoldan…
Nefsime yenilirken aldığım her nefes
Bakamam aynalara
Kaybolur giderim yoksa…
Velhâsıl;
Beni bende aramayın
Aşka kadem bastım…
Sol göğsüme tüneyen yalnızlık
Vaktidir;
Uç artık…


özlem tarhan 

05.Haziran.2011