15 Haziran 2011 Çarşamba

DENİZ KENARI MUTLULUKTU...

Deniz kenarı mutluluktu...

Hele de yaz gelmiş, hele de gün, bir meydan muharebesi kahramanlığında ışığıyla aydınlatmayı uzatmışsa, hele de çocuklar oynuyorlarsa o deniz kenarındaki parklarda habersizce ve masumca… Acımasız bir şekilde oynatmasa bile sırf kendi topu diye şu ötede duran çocuk diğerini, her nasılsa bir yolunu bulup bacasından dalıverir diğer çocuk, o oyundan içeri… Hava mis gibi iyot kokusuna karışmışken, hele aşıklar en güzel elbiselerini giymiş de birbirlerine kırlangıç kuşları gibi gösteri uçuşları yapıyorsa  kanatlarını denizin köpüğünde seğirterek… Deniz kenarı, çocukların masum kahkahalarıyla, o masum çiftlerin tatlı tebessümlerine bezenir ve sahile inen dar yolda iyot kokusu ile genç kızların elbiselerinin üzerindeki zambak ve leylak çiçeklerinin kokusuyla harmanlanır. Her bir ağaç altı, yüzleri ve enseleri koşuşturmaktan kan ter içinde kalmış çocuklarına, domates peyniri ekmeğe katık ederek hazırladığı ikindi kahvaltısını vermek üzere “anne ellerinden”; Kadınların toplandığı arı kovanları oluverir… Kimi orta yaşlılar yanlarındadır kızlarının ya da gelinlerinin, torunlar için hazırlanan azığa eklemişlerdir evden getirdikleri serçe parmak kalınlığında o güzelim zeytin yağlı yaprak sarmalarını, kimileriyse kadınlı erkekli girdikleri kahvehanede takılganı olmuşlardır tavşan kanı çayları ve birer sigara eşliğinde yudumladıkları günlük ajans sayfalarının…


Burası on, on beş yıl kadar öncesinin Maltepe Sahiliydi. Bir tatil kasabasını andırıyordu, yaşam gailesi içinde olmalarına rağmen insanların yaz zamanı deniz kenarındaki o tatlı rehaveti…

Kimse acele etmezdi hemen hemen… Sadece çocuklar. Çocuklar hep aceleci ve koşar adım, birbirleriyle yarış eden oyunlarıyla göz mesafenizin alt taraflarında kalmalarına rağmen gözlerden de asla kaçmayan devingen halleriyle, üç dakika izleyeni bile yorgunluktan bitap düşürebilecek olan o tatlı ve neşe dolu çocuklar… Ve yalnızca oyun oynarken düştüklerinde, ya da hani şu topuyla oynatmayan çocuğun mızıkçılığı yüzünden ağlardı o güzelim elma şekerleri…

Anneler umutlanırdı çocukları için, dantelini örerken ağaç gölgesinde “itişmeyin bakayım düşersiniz” derdi demesine de pek de önemsemezdi. Henüz panik atak nöbetleri sarmamıştı anaların yüreklerini. Kaygılar ve anksiyete nöbetleri de yoktu. Tatlı bir yorgunlukla dönülen evlerde, tek dert “akşama ne yemek yapacağım” düşüncesiydi. “Nasıl ne ile yapacağım” diye sormaktan henüz bihaberdi kadınlar. Baba eve geldiğinde bir akşam yemeği yenildikten sonra komşu gezmesine gidilir, ya da akşam serinliğinde yine o sahile inilir ve yenilen yemek hazmedilsin diye şöyle bir Küçükyalı’ya kadar yürünür, yolda karşılaşılan dostlara selâm verilir, hararetli kucaklaşmalar şen kahkahalarla adeta gece vokali olurdu martıların beyaz çığlıklarına… Ve aile babaları geceyle birlikte örterken güven dolu kollarıyla eşlerini ve çocuklarını, tatlı rüyalar görmek üzere ertesi günün umut dolu uykularına dalınırdı… Henüz uyku problemi yoktu babaların, yani baş ağrısından da kıvranmazdı erkekler. Yüzlerindeki ışık solmamıştı hiç birinin ve hiç biri henüz tanışmamıştı “yetememe” duygusuyla. Hiçbir çocuk bilmiyordu yapamayan, beceremeyen, oldurtamayan, kazanamayan bir babanın nasıl bir insan olduğunu… “Benim babam” diye söze başlayan o gurur dolu elma şekerleri, tanışmamışlardı henüz “içinde bulundukları şartlar” yüzünden ağlamalarla ve göz yaşlarına…


Çocuklar artık, şu GDO’lu ürünler yüzünden obeziteye doğru gidiyorlar ve çok hareketli de değiller. Hormonlu ürünler yüzünden küçücük kız çocukları dokuz yaşında periyot dönemine giriyor. Bu erken ergenlik anomalisini bertaraf amacıyla da yurt dışından iğneler ithal ediyormuşuz… Ne yaptınız bizim kuzularımıza böyle? Ne yaptınız bizim al elma şekerlerimize? Çocuklarımızın yüzlerindeki o masum kahkahalardan ne istediniz? Yavrularımızın bedenlerine ne yapmak niyetindesiniz

Orta yaşlı delikanlılarımız vardı bizim genceciktiler hani… Hani İsmet Hanım Teyze vardı, gencecik bir kız gibi, ne olursa olsun emekli maaşından artırır ve bayramlarda torunlarına ve mahalle komşularının torunları ya da çocuklarına ufak tefek hediyeler alan… Hiç ummazdı meselâ Orhan Amca, bir gün oğlunun ev kirasını ödeyemediği için gelip kendileriyle oturmak zorunda kalacağını… Evlerindeki bütün eşyayı dağıtarak hem de. O evde bir dedeydi bir zamanlar ki sinmişti kokusu Orhan Amca’nın o her zaman oturtulduğu baş köşeye.

Aşıklar bir zamanlar o kadar aşıktılar ki birbirlerine, ne cep telefonları vardı, ne de internette herhangi bir paylaşım siteleri –ola ki Internet de yoktu zaten- ama şu gün şu saatte şu dakikada derler ve o gün gelene değin uyku girmeyen o çilek kokulu gözleriyle tertemiz gelirlerdi buluşma yerine… Kız geç gelirdi meselâ bir parça naz için, erkek titreyen gözlerle bakardı, “evleri şurada olduğuna göre mutlaka bu yoldan gelir benim sevgilim…” Ve bir de “aşıklara saygılı olmak” diye bir tanımı vardı benim memleketimin… Kimse öyle hor görüp tartaklamazdı onları. Ki bilmiyordu Şebnem de Ayhan da uyku bozukluğu ne demekti, anti-depresan denilen şey ne işe yarardı? Gençler henüz bilmiyorlardı facebook’da ilişkisi var ne demekti? Ve ilişkiyi facebook üzerinden  şak diye kestirip atıvermek… Henüz tanışmamışlardı döner bıçaklarıyla okul bahçelerinde ve henüz okulda tarih öğretmenleri saptırarak anlatmıyordu Çanakkale Zaferimizi…

Benim yaşadığım yer Maltepe. Sahil… Ve on beş yıldan bahsediyorum kırk yıldan değil. Ne kadar hızlı olup bitti her şey, ne kadar hızlı yoz yağmurlarının kapkara bulutları ekonomik sıkıntıların yarattığı acıları o kara bulutların içine kattı… Sahilde artık şu Büyükşehir’in her mahalleye koca ihalelerle yaptırdığı saçma sapan egzersiz aletlerinin olduğu yerlerden var. Orada altlarında termal eşofmanlarla, deve kafalı kadınlar bir sağa bir sola döndürüyorlar bellerini ki “pardösü ile egzersiz” alanında çığır aşmışlığı yaşıyoruz son birkaç yıldan beri…

Kahvehanelerde toplanan insanlarınsa yüzlerinden düşen bin parça. Çaycı Yaşar Ağabey artık ikinci bardak çayı içer misin diye sormaya utanıyormuş... “Emekli insan ayıp şimdi, içmiyorsan git der gibi,.. olmaz” diyor… Günlük piknikler ekseriyetle yapılamıyor artık bu güzel sahilde, çünkü insanlar moralsiz güçsüz ve tabii ki parasız… Sokağa çıkmak zül geliyor. Anneler çocuklarının ufak tefek yaramazlıklarına panik atak bir halde avazlanıyor  artık…

Topluca katledildi çocukça masumiyet,

Katledildi umutlar,

Katledildi gençlerin duyguları…

Ve bir toplum ki yediden yetmişe gitgide köreltilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.

On beş yıl…

Silkelenmek ve yeniden doğuş, bu kadar uzun sürmemeli! Yapmamız gereken tek şey ne olduğumuzu anımsamak sanki…

Hiç yorum yok :